banner banner banner
İrade Terbiyesi
İrade Terbiyesi
Оценить:
 Рейтинг: 0

İrade Terbiyesi

Örnekleri bu kadar uzaktan vermeye gerek yok; gündelik hayatta da zorla, düzenli ders çalışan bir çocuğun ne kadar yavaş çalıştığına tanık olmuyor muyuz? Birbirlerinden daha iyi çalışma arzusunda olan kaç köylü veya işçi vardır? Gündelik hayatta kullandığımız ürünleri Spencer[2 - Herbert Spencer, The Study of Sociology. (y.n.)] ile gözden geçirdiğimizde hiçbirimiz düşünsel bir çaba sarf etmeyeceğimizi görürüz. Bu sebeple, Spencer’in “İnsanların birçoğu en az şekilde düşünerek hayatını geçirmeye ant içmiş gibiler.” lafına biz de katılırız. Öğrencilik yıllarımızı hatırlamaya kalksak, sınıf arkadaşlarımız arasında kaçımız çalışkandı, sayabilir miyiz? Sınavlardan geçmek için herkes minimum çabayı sarf etmez miydi? Hatta ortaokuldan itibaren kişisel çaba, öğrenciler için dayanılmaz hâle gelir. Basit ezberlerle hangi ülkede olursa olsun, minimum çabayla sınavlarından geçerler. Geleceğe yönelik hedefleri de çok yükseklerde değildir zaten. Edouard Sylvain Maneuvrier’nin dediği gibi, “Fransa’da yaşayan öğrencilerin hayalleri memur olmak, kötü ücretli, geleceği ve amacı olmayan işlerde çalışmak, ömürlerini bürokratik işlerle harcayarak, her gün aynı şeyleri yapmaktan yeteneklerinin zamanla yok olduğu, fakat düşünsel bir çaba harcamak ve hareket etmek zorunda olmadıkları için de bir o kadar memnun oldukları işlerde çalışmaktan ibarettir. Böylece bir duvar saatinin hareketi gibi düzenli hareketlerle kendilerini kısıtlayarak, yaşamın ve harekete geçmenin yoruculuğundan kendilerini muaf tutarlar.”[3 - L’Éducation de la bourgeoisie, 3. basım, Léopold Cerf; 1888. (y.n.)]

Özellikle memurları suçlamamak gerekir. İnsan, mesleğinde ve kariyerinde ne kadar yükselirse yükselsin kişiliğini, gücünü ve enerjisini muhafaza edebilmesi için yeterli değildir. İlk yıllarında kişinin zihni aktif bir şekilde çalışmaya niyetlenebilir. Fakat sonrasında, düşünsel ve araştırmaya yönelik çabalar azalır. İşlevi en yüksek ve görünürde fazla zihinsel çaba gerektiren görevlerin yerine getirilmesi tamamen alışkanlık işine dönüşür. Avukatlar, hâkimler, doktorlar ve profesörler oldukça yavaş bir şekilde ve nadiren çoğalan edinilmiş bilgi birikimleriyle yaşarlar. Çabaları yıldan yıla azalır çünkü yıldan yıla önemli zihinsel becerilerini ortaya koyma ihtimalleri zorlaşır. Bundan sonra rutin hayat başlar, çalışmamaktan zekâ zayıflar, onunla birlikte de dikkat, akıl yürütme ve düşünme gücü de azalır. Kariyerimizin yanında bir de zihinsel düzenimiz konusunda kaygılanmazsak, artarak devam eden bu enerji yitiminden kaçamayız.

Kitabımız özellikle öğrencilere ve düşünsel çalışmalar yapanlara hitap ettiği için, onlarda görülen “mücadele güçlüklerini” ele almamızda fayda vardır.

Öğrencilerde görülen ve tüm eylemlerine yansıyan en ciddi mücadele güçlüğü hâlsizlik ve “ruhun bitkinliğidir”. Her gün fazladan birkaç saat uyur. Uyuşuk, bitkin, üşengeç hâlde uyanır ve banyosunu yavaş, esneyerek yapar. Bunu yaparken de önemli ölçüde zaman harcar. Keyfi yerinde değildir ve hiçbir çalışma yapmak istemez. Her şeyi ruhsuz, üzgün, cesaretsiz bir şekilde yapar. Tembellikleri yüzlerine bile yansır; bitkinliği yüzünden okunur, bakışları anlamsız ve hem uyuşuk hem de endişelidir. Hareketlerinde ne canlılık vardır ne de açıklık. Sabah saatlerini boşa harcadıktan sonra yemeğini yer ve çaba harcamadan zaman geçirebildiği için bir kafede oturur, ilanlar da dâhil olmak üzere gazeteleri okur. Öğleden sonra biraz enerjisi yerine gelir fakat bu enerjiyi sohbet ederek, boş muhabbetlerle ve özellikle dedikodularla geçirir çünkü tembellerde çekememezlik de vardır. Siyasetçileri, edebiyatçıları, profesörleri çekiştirirler ve hepsi, bu dedikodulardan payını alır. Akşam olunca, gündüze göre daha acınası hâldedir ve umutsuz bir şekilde uyumaya gider. Çünkü işine yansıttığı bu hâlsizliği keyfini kaçırmıştır. Hiçbir başarı çabasız kazanılmaz, her mutluluğun arkasında mücadele vardır. Kitap okumak, müze gezmek, ormanda yürüyüş yapmak, bunların hepsi adım atmayı gerektirir ve eyleme dayalı zevklerdir. Tembel kişiler, çaba gerektiren ve tekrarlanabilen eylemler olduğu için eyleme dayalı zevkleri kenara iterek hayatlarını en boş şekilde harcarlar. Tembel kişiler, mutluluğun parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin verirler. Rahip Hieronymus, onları taş baskı asker figürlerine benzetir; ellerinde kılıç vardır fakat asla hareket etmezler.

Tembellik yine de enerjik anlarına ara sıra izin verir. Medeni olmayan toplumların nefret ettikleri şey yüksek çabalar değildir. Onlar, insanın enerjisini yüksek ölçüde tüketen, düzenli ve devamlı işlerden nefret ederler. İnsanın enerjisini az oranda tüketse bile sürekli oluşu, uzun süreli dinlenmeler gerektiren yüksek çabalardan daha fazla yıpratır insanı. Tembel insanlar, üstün çaba gerektiren savaş anlarına gayet iyi dayanırlar. Bunun sebebi ise, savaşın ardından gelen sakinlik dolu, uzun dönemlerdir. Araplar büyük bir imparatorluk ele geçirdiler. Bu imparatorluğu ellerinde tutamamalarının sebebi, bir ülkenin yönetimini oluşturan, yollar inşa eden, okullarını ve sanayilerini oluşturan mücadelelerinin devamı olmayışından kaynaklıydı. Aynı şekilde, neredeyse tüm tembel öğrenciler sınav tarihi yaklaşınca büyük bir çaba gösterebilirler. Onların asıl nefret ettikleri şey aylar ve yıllar boyunca, ölçülü fakat her gün tekrarlamak zorunda oldukları çabalardır. Fakat gerçek enerji, ölçülü ve düzenli çabalar sonucu ortaya çıkar ve yapılan iş o zaman verimli olur. Aksi hâlde yapılan iş, tembel işi olarak tanımlanır. Düzenli bir çalışma, aynı yöne doğru ilerlemek anlamına gelir. Çünkü irade gücü, çeşitli çabalardan ziyade aynı hedefe doğru yol almaktır. İşte, sizlere çok yaygın bir tembellik örneği. Gencin enerjisi yerinde, neşeli ve canlıdır. Neredeyse hiçbir zaman boş durmaz. Gün içinde jeoloji hakkında metinler, Brunetiere’in Racine üzerine yazdığı makaleyi okur, birkaç gazeteye göz atar, birkaç notu gözden geçirir, bir yazı kaleme almaya başlar, İngilizceden birkaç çeviri yapar. Neredeyse hiçbir şey yapmadan durmamıştır. Arkadaşları onun çalışma gücüne ve ilgilendiği konu çeşitliliğine hayranlardır. Fakat biz, bu gence tembel sıfatını yakıştıracağız. Psikologlara göre, bu kadar çeşitli işler yapan birinin anlık dikkatinin zengin olduğu konusunda işaretler bulabiliriz. Fakat henüz iradeli bir dikkate dönüşmemiştir. Bu sözde çeşitli çalışma gücü aslında sadece irade eksikliğinin bir göstergesidir. Bu öğrencide çok yaygın bir tembellik örneği gözlemlenir. Buna “dağınık tür” adı verilir. Bu zihinsel seyahat keyiflidir ancak amaçsızdır. Nicole onları “her şeye konan” bir sineğe benzetir.[4 - Nicolle, Du danger des entretiens, L. (y.n.)] Bu kişiler her şeye konar fakat yaptıkları işlerin onlara hiçbir getirisi yoktur. Fransız yazar François Fénelon, “Rüzgârlı bir yerde duran mumu yakmaya çalışmak gibidir.” der.

Bu çabaların dağınık olmasındaki en büyük sorun, yapmayı hedeflediğimiz hiçbir işi tamamlayamayışımızdır. Zihinsel çalışmaların temel kuralı, bir otelcinin müşterilerini ağırlaması gibi ağırladığımız fikir ve düşüncelerimizin yakında unutacağımız birer yabancı gibi olması ve yabancı kalacak olmalarıdır. İleriki bölümde, gerçek bir zihinsel çalışma gerçekleştirmek için tüm çabaların tek bir yöne yoğunlaştırılması gerektiğini göreceğiz.

Belirli çabalarımızı tek bir amaca yöneltmek zorunda kaldığımız için gerçek bir çaba sarf etmekten nefret ederiz. Bir eser ortaya koymak, bir buluş yapmak, özgün şeyler ortaya koymak, başkalarının daha önce yaptıklarını akılda tutup bambaşka bir şey yapmayı gerektirir. Ayrıca, kişisel çabanın bu kadar çekilmez olmasının bir diğer sebebi ise koordinasyon gerektiriyor olmasıdır. Zihinsel uğraşın üstün iki şekli, her türlü çalışmada birbirine bağlıdır. Bu tür çalışmaların öğrenciler için de ne kadar çekilmez olduğunu biliriz. Oysaki bu öğrenciler, geleceğin yöneticileri olmak isterlerdi. Örneğin, felsefe öğrencileri final sınavıyla teşvik edilen başarılı öğrencilerdir. Çalışkandırlar ve genelde doğru çalışmalar ortaya koyarlar. Maalesef, fazla düşünmezler. Onlardaki tembellik sadece sözcükler bazında düşünmeleriyle, daha fazla çaba sarf etmemeleriyle sonuçlanır. Böylece, bu öğrencilerden hiçbiri psikoloji dersinde, uygulamalı psikoloji ortaya çıktığındaki uğraş alanları nelerdi bilmeden, bir şey öğrenemeden dersi geçerler. Bu öğrenciler, kendi kişisel deneyimlerinden örnekler aramak yerine kitaplardaki örnekleri alıntılamayı tercih ederler. Oysaki kişisel örnekler bulmak daha kolaydır. Fakat onlar, araştırmak yerine öğrenmeyi tercih ederler. Böylece, en ufak bir kişisel çaba harcamak bile, hafızalarına bu kocaman yükü yüklemekten daha korkutucu gelir. Çok az bir öğrenci kitlesi dışında hepsi, pasiftir.

Bu kişisel çabanın imkânsız olduğunu, birinci olmak için dönem sonu sınavlarında görürüz. Öğrencilerin birçoğu, bu sınavlardan korkar. Kendilerine önceden verilen materyalleri kullanarak ve onlara dayatılan bir konu üzerinde yazmak zorunda oldukları bir sınav, öğrenci için gerçekten keyifsizdir. Böylece, kişisel çalışmalara karşı duyulan bu nefreti üniversiteye geçtiklerinde de yanlarında götürürler. Bundan da asla fazla zarar görmezler çünkü sınavlar, adayın kim ve değerinin ne olduğuyla ilgilenmez sadece hafızasının durumunu ve seviyesini önemser.

Bilinçli ve düşünen öğrenciler tıp, hukuk, doğa bilimleri veya tarih alanında sarf ettikleri çabanın en büyük kısmının sadece ezberlemeye dayalı olduğunu kendilerine itiraf ederler.

Sıkı çalışmak veya çok işle uğraşmak tembel olunmadığı anlamına gelmez. Aksine, nicelik asla niteliğin yerini tutmaz. Hatta çoğu zaman, çok iş yapmak kaliteli iş yapmayı zorlaştırır. Örneğin, tıpkı masaldaki Maymun’un[5 - La Fontaine’in Maymun ile Kedi isimli masalıdır. Masalda anlatılmak istenen şey insanların, başkası aracılığıyla halledebilecekleri konular için kendi güçlerini harcamadıklarıdır. Her zaman mevcut iş için, masaldaki gibi“bir kedi” bulurlar. (ç.n.)] kestaneleri ateşten alması gibi Alman bilginler de bizimle alay ederler. Bu benzetme kesinlikle doğrudur çünkü masaldaki Maymun, bilgeliğin sembolüdür.

… Maymun, kedinin pençesiyle özenle,
Külleri ayırdı ve ateşten uzaklaştırdı.
Birkaç kez daha ateşe yaklaştırdı;
Ardından hile yaparak, kestaneleri bir bir aldı…

Bu gerçekten de tekrar ettiğimiz işler gibidir. Sürekli elimizin altındaki metinler sayesinde zihnimiz yeni bir şey yaratmaz ve var olan kaynaklarla yetinir. Zaman, Fransız Filozof Ernest Renan’ın bilim hakkındaki öngörülerini doğrular. Fransız Millî Kütüphanesinde yirmi binden fazla kitap vardır; gazete ve dergiler hariç, elli yıla kalmadan şu anki koleksiyona eklenecek olan cilt sayısı bir milyonu bulacaktır. Ortalama her cildin kalınlığı 2 santim olsa tüm ciltlerin kalınlığı Mont-Blanc Dağı’nın dört katı daha fazla eder. Tarih ise bu isimleri zamanla unutup sosyal olaylara odaklanacak ve bilginlik, bunca kaynak yığının altında ezilerek düşünen tüm insanların karşısında önemini kaybedecektir. Bilgi yığını gittikçe önemini kaybedecektir ve âlimler, gerçek âlim olarak anılacaktır. “Çalışmak” ise yaratmak, gereksiz detaylardan arınmak ve zihinsel çabaya konsantre olmak anlamında kullanılacaktır. Yaratmak; temel, baskın olanı bulabilmektir. Gereksiz detaylar gerçeğin açığa çıkmasını engeller, zihinsel enerji ve çaba harcamayı gerektirdiği için de içimizdeki tembelliği tetikler.

Eğitim sistemimiz de maalesef, bu başlıca zihinsel tembelliğimizi artırır. Ortaokul eğitim programları öğrencilerin aklını karıştırmaya yemin etmiş gibidir. Öğrencilerin her alanla uğraşmalarını isterler ve sundukları kaynak çeşitliliği yüzünden bu zavallı gençlerin belirli bir alanda uzmanlaşmalarını engellerler. Gençler ise mevcut ortaokul eğitim sisteminin tamamen saçmalıktan ibaret olduğunu nasıl bilebilirler ki? Oysaki mevcut eğitim sistemimiz, öğrencilerdeki inisiyatif alma yeteneğini ve çalışmalarına olan tüm sadakatini ellerinden alır. Birkaç sene önce, savaş toplarımızın gücü inanılmazdı. Günümüzde ise gücü on katı fazladır. Peki neden? Çünkü toplar bir yere isabet edene kadar patlardı ve patladığı yere çok önemli zararlar veremiyordu. Günümüzde özel bir patlatıcının icadı sayesinde, mermi bir yere isabet ettikten birkaç saniye sonra yavaş yavaş hareketini sürdürür; derinlere ulaşır ve etrafı örülü olan duvarla yakından temas hâlinde her yeri yerle bir ederek patlar. Mevcut eğitim sistemimizde tıpkı bu top patlatıcısı gibi zihinlere kendi tetikleyicisini yerleştirmelidir. Öğrencilerin edindikleri bilgilerinin akıllarına kazınmasına izin verilmiyor. Sürekli bir komut; “Durmak mı istiyorsun? Durmak yok! Marş! Haydi gezgin, dinlenmek yok! Daha matematik, fizik, kimya, zooloji, botanik, jeoloji, tüm toplumların tarihini, coğrafyayı, iki tane yabancı dil, birçok toplumun edebiyatını, psikolojiyi, mantığı, ahlakı, metafiziği öğrenmelisin. Haydi marş, marş! Lisedeyken her şeyi yüzeysel görmeye ve görünüşüne göre yargılamayı alışkanlık edinmeye doğru ilerle!”

Bu ilerleme, üniversitede de hızla devam eder ve birçok öğrenci için daha da hızlı hâle gelir.

Buna ek olarak, modern yaşamın şartları da ruhsal dünyamızı kısıtlar ve zihnimizin karmaşık bir hâl almasına sebep olur. İletişimin kolaylığı, seyahat sıklığı, deniz veya dağ tatilleri düşüncelerimizi dağıtır. Okumaya bile vakit ayıramayız. Hem hareketli hem de boş bir yaşam süreriz. Gazetelerde yer alan hafif ve kafa dağıtıcı haberler yüzlerde beliren o heyecana sebep olurken, bir yandan da bazı insanlara kitap okumanın keyifsiz olduğunu düşündürür.

Eğitim bu duruma karşı koymayı bize öğretmezse, bulunduğumuz ortamın yarattığı bu akıl dağınıklığına nasıl karşı koyabiliriz ki? Asıl sorun olan irade eğitiminin hiçbir yerde bilinçli bir şekilde ele alınmaması üzücü değil midir? İrade eğitimi adına yapılan her şey aslında başka bir amaçla yapılır. Sadece akıllı olmakla ilgilenip, iradeyi ancak düşünsel çalışmalarda gerekliyse terbiye ederiz. Terbiye ederiz mi dedim? Hayır, sadece harekete geçiririz. Sadece günü kurtarmaya bakarız. Bir yandan öğretmenin suçlaması, sınıf arkadaşlarının alay etmesi ve cezalar, öte yandan da ödüller, iltifatlar. Günümüzde her şey bu durumlara göre yapılır. Böylece gelecekte de tembellerin hukuk mezunu oluşunu veya tıp alanında doktora yaptığına şahit oluruz. İrade eğitimi ise şansa bırakılır. Oysaki insanı oluşturan asıl şey enerji değil midir? Enerji olmadan en parlak akıllar bile verimsiz kalmaz mı? İnsanlığın yapmış olduğu en güzel ve en yüce işlerin aracı olmamış mıdır?

Ne tuhaf! Herkes de içten içe bu söylediklerimize katılıyor. Herkes, zihinlerinin dolu ve iradelerinin zayıf olmasından şikâyetçi. Fakat hiçbir kitapta, irade eğitimine yardımcı olacak yöntemlere değinilmiyor. Hocalarımızın bile başaramadığı, iradenin geri gelmesi için yapmamız gerekenleri bilmiyoruz. Rastgele seçilmiş, hiç ders çalışmayan on öğrenciye sorun, cevapları şu şekilde olacaktır: “Dün okulda, hocamız her güne hatta her saate yapmamız gereken görevleri belirliyordu. Yapmamız gerekenler oldukça netti. Tarih dersinin x bölümüne çalışmamız, geometride teorem konusunu öğrenmemiz, x ödevleri yapmamız ve bir paragrafın çevirisini yapmamız gerekiyordu. Hatta hocamız ya bizleri cesaretlendiriyor ya da cezalandırıyordu. Rekabet duygusunu büyük bir gayretle oluşturuyordu. Bugün ise bunların hiçbiri yok. Hiçbir görev belirlenmiyor. Zamanı istediğimiz gibi kullanıyoruz. Bize, çalışmalarımızı düzenlemek konusunda hiçbir zaman inisiyatif verilmediği için, sudan çıkmış balığa döndük. Zaten hiçbir ders zayıf olduğumuz konuya göre, belirli bir yöntemle öğretilmemişti bize. Âdeta çırpınıyorduk. Ne çalışmayı biliyoruz ne de istemeyi; hatta irademizi kendimiz terbiye etmek için neler yapmamız konusunda nereye danışabileceğimizi bile bilmiyoruz. Bu konu hakkında hiçbir uygulamalı kitap yok. Üzülmemek için de bu konuda çok düşünmemeye çalışıyoruz. Zaten kafeye, barlara gidiyoruz, neşeli arkadaşlarımız da var. Zaman bir şekilde geçiyor…”

İşte yazmaya çalıştığımız bu kitap, gençlerin bulamamaktan yakındığı o kitaptır.

İKİNCİ BÖLÜM

Atılacak Adım

Eğitim programlarımızın, çocukların ve gençlerin iradesini dikkate almadığı kesin. Ancak enerjimiz olduğu sürece var olduğumuzu ve iradesi zayıf olan bir kişiye yatırım yapılmayacağını iyi biliriz. Ayrıca çalışmalarımız, irademizin ne kadar güçlü olduğunu aşağı yukarı gösterir. Bu konuda böbürlenmekte de üstümüze yoktur. Yaptığımız işleri abartmayı severiz. Nasılsa kimse doğruluğunu kontrol etmeyeceği için, sabahın dördünde kalkıp çalışmaya başladığımızı söyleriz. Bu kişinin saat sekizde hâlâ yatakta olduğunu gördüğünüzde ise sabahın dördünde neden işte olmadığını gösteren bir sürü mazeret uyduracaktır size. Bu durumun da hep ziyaretlerinize denk geldiğini fark edeceksiniz. Bu sözde çalışkan kişi, okuldaki sınavlarında da başarısız olmuştur.

Öğrencilerde bu gibi yalanlar oldukça yaygındır. Hatta kendilerine bile yalan söylerler; oldukça fazla çaba sarf ettiklerini ve çok iş yaptıklarını sanırlar. İnsanın iradesi önemli olmasaydı bu konuda bu kadar yalan söylenir miydi?

İnsanların irademiz hakkındaki şüpheleri bizi derinden etkiler. Çalışmalarımızı inkâr etmek bizi zayıflık ve korkaklıkla suçlamak değil midir? Bu azimli çabayı sarf etmekten aciz olduğumuzu sanmak, zekâ yoksunu insanlar gibi asla yetenekli olamayacağımızı düşünmek değil midir?

Öğrencilerin çalışmalarıyla ilgili yalan söylemeleri, bir enerji isteğinin varlığını göstermez mi? Bu kitabımız, gençlerin çalışma isteklerini arttırmalarını ve bu çalışmalarını kalıcı, güçlü bir kararlılığa ve son olarak yenilmez bir alışkanlığa dönüştürmelerini sağlayacak yolları ortaya koyar.

Öncelikle, düşünsel çalışma dediğimizde ya doğa bilimleri ve başkalarının çalışmaları ya da kişisel çalışmalar aklımıza gelmelidir. Yaratım çalışmaları önce eğitim, daha sonra ise zihinsel çabalar gerektirir. Çalışmalar önce dikkat ister, ardından zihnin arınmış veya konsantre olması gerekir. Fakat her koşulda dikkat şarttır. Çalışmak, dikkatli olabilmektir. Maalesef dikkat; sabit, durağan ve kalıcı bir durum değildir. Bu yüzden, onu sürekli gergin duran bir yaya benzetmek mümkün değildir. Aslında dikkat, belirli sıklıkla tekrar eden çabalar ve yoğun çalışmalar gerektirir. Enerjik ve disiplinli bir dikkatle, bu çabalar birbirini o kadar yakından takip eder ki, her gün saatler süren bir devamlılık sağlar.

O hâlde atılacak adım, yoğun ve istikrarlı bir dikkate ulaşmak için çaba sarf etmek olacaktır. Her gün cesurca yapılan tekrarlar en iyi sonuçları verir. Fakat her gün yapılan ders tekrarları öğrenciler için çekilmezdir. Çünkü o yaşlarda kanları deli akar ve zihinsel çalışmaları soğuk, renksiz ve doğalarına aykırı bulurlar.

Fakat bu yoğun ve istikrarlı çabalar da yeterli değildir. Çünkü bunlar dağınık ve kuralsız olabilirler. Yani çabalar tek bir amaca odaklı olmalıdır. Bir duygu, bir fikrin ortaya çıkması ve sürekli kalması için bazı şartlar gereklidir. Bu fikir yavaşça ve istikrarlı bir ilerleme kaydederek, yavaş yavaş kendi değerleriyle ortaya çıkmalıdır. Sanat eserleri bu şekilde yaratılır: kalıcı ve genellikle bir gençlik fikri olarak başlayan fikirler önce çekimserdir ve sanatçı için yeterince açık değildir. Bir okuma yapmak, hayatta bazı olaylar yaşamak, yazarın nereden çıktığını anlamadığı bir fikir fark etmesini sağlar ve bunlar, bu fikrin değerini ve amacını ortaya koyar. O andan itibaren bu fikir her şeyden beslenir. Kişinin yaptığı seyahatler, sohbetler ve çeşitli okumalar fikirlerinin beslenmesini ve güçlenmesini sağlayacaktır. Goethe, Faust isimli eserini otuz yılda oluşturdu. Bu üstün eserin ortaya çıkması, gelişmesi, derinleşmesi ve yazarın deneyimlerinden beslenmesi için bunca zamanın geçmesi gerekti.

Tüm önemli fikirlerin oluşması için aynı şey gereklidir. Eğer sadece aklımızdan geçirdiğimiz bir fikirse önemsiz ve hükümsüzdür. Dikkatimizi devamlı, sürekli ve içtenlikle ona vermeliyiz. Fikrimiz bizden bağımsız bir şekilde varlığını sürdürene kadar ve düzen merkezi hâline gelene kadar onu bırakmamalıyız. Fikrimizi zihnimizde uzun süre tutmalıyız ve sık sık irdelemeliyiz. Böylece, gerekli çağrışımı, verimli düşünceleri ve güçlü duyguları bir mıknatıs gibi kendine çekecek ve bunlar düşüncemizin bir parçası hâline gelecektir.

Çağrışımlara veya duygulara dayanan bu çalışma, sakinlik ve sabırla gerçekleşir. Bu gelişmeler, laboratuvarda üretilen muhteşem kristaller gibidir; sıvının içinden binlerce molekülün yavaş ve düzenli bir şekilde toplanması gerekir. İşte bu durum, yapılan her buluşun bir iradenin sonucu olduğunu kanıtlar. Newton, yer çekimi hakkındaki buluşunu sürekli irdeleyerek gerçekleştirmiştir. Gerçek buluşların sabır işi olduğuna hâlâ ikna olmadıysanız Darwin’in itirafını okuyabilirsiniz: “Düşünce ve okuma nesnesi olarak her zaman gördüğüm veya görebileceğim şeyi seçerdim. Bilim alanında yapabildiklerimi bu disipline borçlu olduğuma eminim.” der. Oğlu, Darwin hakkında: “Babam bir konu hakkında uzun yıllar düşünürdü.” diye ekler.

Doğruluğundan bu kadar emin olduğumuz bir bilgi konusunda neden bu kadar ısrar ediyoruz ki? Özet geçmemiz yeterli. Zihinsel çalışmalar yürütenlerin amacı, iradeli bir şekilde dikkat etmeye gayret etmektir. Bu gayret, kararlılık, çabaların sıklığı, düşüncelerimizin tek bir amaca yönelik olması ve gerekli zaman içinde irademize, duygularımıza, düşüncelerimize, uğruna çalıştığımız temel ve baskın fikirlere bağlı kalmamızla kendini gösterir. İnsanın doğasında var olan tembellik bizi her zaman bu amaçtan uzaklaştırmaya çalışacak, fakat her defasında onu mümkün oldukça gerçekleştirmeyi hedeflemeliyiz.

Zayıf ve istikrarsız bir isteği devamlı bir iradeye dönüştürmenin yöntemlerine değinmeden önce, birbirine zıt fakat aynı zamanda irade yıkıcı iki kuramı reddetmekle başlamak istiyoruz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İrade Eğitimi Konusunda Yanlış ve Cesaret Kırıcı Kuramlar

I

Polemik, yazarın dikkatle yapması gereken hazırlık çalışması olarak kalmalıdır ve onu kendine saklamalıdır. Olumsuz yorumlar işe yaramaz; ikna etmek için eleştirmek yararsızdır, yapılması gereken inşa etmektir.

Bu kitabın tamamı inşa edilmiş bir çalışmadır ve sağlıklı bir doktrin sunar. Bu bölümde, psikolojinin verilerine dayanarak spekülatif olarak yanlış olduğu kadar uygulamada da içler acısı olan yaygın iki kuramı ele alacağız.

Karakterin doğuştan var olduğunu savunan kuram, kendi içinde yanlış ve uygulamada içler acısıdır. Kant tarafından ortaya konan ve Schopenhauer tarafından yenilenen bu hipotez, Spencer’a dayanır. Kant’a göre karakterimiz, içimizde doğuştan vardır ve bunun geri dönüşü yoktur. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren karakterimiz ve ardından irademiz, en ufak bir şekilde bile değişime uğramadan, olduğu gibi varlığını sürdürür.

Ardından Schopenhauer da çeşitli karakterlerin doğuştan geldiğini ve değişmez olduklarını savunur. Örneğin, bencil bir kişinin iradesini oluşturan gerekçeler değişmezdir. Eğitim sayesinde bir bencili yönlendirebilir hatta düşüncelerini düzeltebilirsiniz. İyiliğe ulaşmanın yollarından birinin yaramazlık yapmak değil, dürüstlükten ve çalışmaktan geçtiğini anlamasını sağlayabilirsiniz. Fakat başkasının acısını anlamasına gelince, vicdanını değiştiremezsiniz. Onu değiştirmeye çalışmak, bakırı altına çevirmekten daha imkânsızdır. Bencil bir kişiye, küçük bir çıkardan vazgeçerek daha büyüğünü elde edebileceğini gösterebilirsiniz. Kötü birine ise başka bir insana acı çektirmenin kendisine daha büyük bir acı olarak döneceğini anlamasını sağlatarak onu vazgeçirebilirsiniz. Fakat bencilliği ve kötülüğü kendi içinde yok etmeye çalışmak mümkün değildir. Bunu yapmak, bir kediye fareleri sevmesinin yanlış olduğunu anlatmaya çalışmak kadar imkânsızdır.

Herbert Spencer İngiliz ekolünden çok farklı bir bakış açısına sahip olmasına karşın, insan karakterinin dış etkenlere, hayat şartlarına göre uzun vadede değiştirilebilir olduğunu savunur. Fakat bu değişim asırlar alır, bu sebeple bu kuram uygulamada cesaret kırıcıdır çünkü sadece yirmi yıllık bir öğretim hayatımız olur, asırlar boyunca değil. O hâlde, ahlaki açıdan kendimizi düzeltmek istiyorsak da bunu başaramayız. Atalarımız tarafından bize miras kalan ve binlerce, hatta milyonlarca yıldır zihnimize kodlanan karakterimize karşı mücadele edemeyiz. Zayıf kişisel irademize karşı atalarımızdan bize geçen mirasın bir kısmından kurtulmak istediğimizde ne yapmalıyız? Buna karşı başkaldıramayız bile, yenilgiyle sonuçlanacağı ortada. Yine de sosyal koşullar ve genetik faktörler sayesinde elli bin yıl sonra, gelecek kuşakların mükemmel makineler gibi olacağını düşünerek kendimizi avutabiliriz.

Karakter konusundaki bu bakış açısı, çalışma sınırlarımızı aşsa da onu genel çerçevede ele almak istiyoruz. Az önce bahsettiğimiz kuramlar en zeki insanlarda bile görülen tembelliğe benzersiz bir örnek oluşturur. Bu ruhsal tembellik onları pasif bir şekilde dil yetisine maruz bırakır. Sözcüklerle düşünmeye o kadar alıştık ki sözcük, göstergesi olduğu gerçeği bizden gizler. Bu gösterge biricik olduğu için sözcükler, nesnelerin gerçek birliğine inanmamıza sebep olur. Karakterin değiştirilemez olduğunu söyleyen tembellik kuramları, karakter sözcüğünün önerisi sonucu ortaya çıkmıştır. Karakterin sadece bir bileşke kuvvet gibi olduğunu bilmeyen var mı? Bu bileşke kuvvet ise her zaman değiştirilebilir. Karakterimiz Avrupa ülkelerine benzer: ittifak oyunları, devletin refahı veya çöküşü, bileşke kuvvetini devamlı değiştirir. İşte tutkularımız, duygularımız, fikirlerimiz konusunda da aynı şey geçerlidir. Yoğunlukları hatta bileşke kuvvetlerinin doğası bile değişebilir. Amacımız, karakterin değiştirilebilir olduğunu göstermektir.

Bu kuram hakkındaki argümanları inceleyelim. Kant’a göre, önsel[6 - Önsel (a priori) bilgi, hiçbir deneye dayanmadan ve yalnızca akıl yoluyla üretilen bilgidir. (ç.n.)] bilginin özgürlüğün kurulması için şart olduğunu, yoksa ağaçtan koparılmış bir dal gibi sistemden ayrı kalacağını söyler. İleride de göreceğimiz gibi Kant, kaderle determinizmi[7 - Determinizme göre her şey belirlenmiştir ve değişmesi mümkün değildir. Özgür irade sadece bir yanılsamadır. Bize özgü sandığımız hareketlerimiz sadece bilimsel yasaların işleyişidir. (ç.n.)] birbirine karıştırır.

Schopenhauer ise argümanlardan ziyade bilgisini göstermeyi sevdiği için, bizlere daha çok bilgi sunar. Schopenhauer’da karşılaştığımız argümanlar aşağıda yer alır:

1. Karakter iyileştirilebilir olsaydı yaşlı insanların genç insanlara göre yarısından fazlası erdemli olurdu. Oysaki durum tam tersidir.

2. Kendini kötü bir insan olarak tanıtan biri, güvenimizi bir daha asla kazanamaz. Bu da karakterin değişmez olduğuna inandığımızı gösterir.

Biraz düşününce, bu argümanların doğruluğunu kanıtlayan şey nedir? Hatta bunlar argüman mıdır? Tüm bu iddialar karakterin değiştirilmez olduğunu nereden kanıtlıyor? Bu iddialar insanların büyük bir çoğunluğunun karakter konusunda büyük değişimler gerçekleştirmeye çabalamadığını gösterir sadece. Bu insanlar iradeleri devreye girmeden, hayatlarındaki neredeyse her şeyi, sahip oldukları eğilimlerle hallettiklerini sanırlar. Çoğu insan dışarıdan yönetilir. Dünya’nın Güneş’in etrafında dönerken izlediği yolu sorgulamadığı gibi, insanlar da modayı ve fikirleri öyle takip ederler. Dünya sanki tembellik yarışına girmiş gibi. Birçok insan, hayatı boyunca ayakta kalmak için uğraşır sadece; çalışanlar, fakir insanlar, kadınlar, çocuklar, hiçbir şeyi sorgulamaz. Biraz karmaşık bir yapıya sahip olmalarının yanında kesinlikle bilinçlilerdir. Fakat istemsiz arzuları ve tuhaf istekleri olan “kuklalardır”. İnsanlar, zaman alan bir evrimin sonucudur ve hayatta kalmak için acımasız mücadelelerin baskısı altında ezilmişlerdir. Bu sebeple dış koşulların zorluğu geçtiğinde ilkel içgüdüleriyle hareket etmeye başlarlar. İnsanların, yoğun çalışmalarını sürdürmelerini sağlayacak ideal arzuları ve asil ruhları olmazsa hayvansal içgüdülerine sürüklenirler. Bu sebeple, erdemli yaşlıların gençlerden fazla olmamasına şaşırmamalıyız.

Geçerli olabilecek tek argüman, tüm çabaların yararsız olduğunu kanıtlamak olurdu. Bencil bir insanın asla büyük fedakârlıklar yapamadığını kanıtlamak. Fakat korkakların para uğruna canlarını tehlikeye attıklarına tanık oluyoruz! Tutku ölüm korkusuna karşı yenilmez değildir. Oysaki bencil birinin sahip olduğu en değerli şey kendi hayatıdır. Bencil birinin geçici bir hevese kapıldığını hiç görmedik mi? Örneğin vatan uğruna canlarını feda ettiklerine tanık olmadık mı? Bu geçici hevesler mümkünse, yarım saatliğine değişen meşhur karakter operari sequitur esse[8 - “Eylem varlığı izler” anlamına gelen Latince bir deyiştir. (ç.n.)]’ye ne demeli? Bu değişmez bir karakter değildir. Tamamen değişebilir ve değişimini daha sık yenilemek mümkündür.

Schopenhauer baştan sona aynı karaktere sahip bir bencille nerede karşılaşmış acaba? İnsan doğasının bu kadar basit olması mümkün değildir ve karakterin homojen bir bloktan ibaret olduğu düşüncesi yüzeysel bir gözlemden öte değildir.

Karakter, heterojen güçlerin sonucu ortaya çıkar. Bu iddia ise soyut değil, canlı insanlar üzerinde yapılan somut gözlemlere dayanır ve Kant ile Schopenhauer’ın naif kuramlarını çürütmeye yeter. Spencer’a gelince, ona iyi eğilimlerin de kötü olanlar kadar kalıtsal olduğunu ve güçlü bir şekilde organize edildiğini göstermek yeterli olacaktır.

Karakterin doğuştan var olduğunu iddia eden kuramları bir yana bırakalım, zaten mantıklı değiller. Kuramını bize değil de Almanya’ya yaydığı için Tanrı, Schopenhauer’ı korusun. Cesaret kırıcı kuramcılarımızdan olan Hippolyte Taine de kadercilik ile determinizm arasındaki farkı ortaya koymayı başaramadı. Hayatımızı, irademizden ve erdemlerden bağımsız olduğunu düşünecek kadar ileriye gitmiştir. Naif ve çocuksu olan bu düşüncesi yüzünden uzun süre psikolojik determinizm alanında çalışmalar yapılmadı. Yıllar sonra ortaya çıktığında ise Theodule’un irade hastalıkları üzerine olan kitabı hakkında yanlış anlamalara yol açtı.