banner banner banner
İrade Terbiyesi
İrade Terbiyesi
Оценить:
 Рейтинг: 0

İrade Terbiyesi


II

Şimdi de kendi üzerinizde egemenlik kurabilmenin daha kolaymış gibi gözüktüğü için kaderci kuramlardan daha fazla cesaret kıran kurama, yani özgür irade kuramına yer vermek istiyoruz.

Özgür ahlak ile bağlantılı olduğu düşünülen özgür iradenin, hem özgür ahlak ile alakası yoktur hem de aksine onun tersidir. Gençlere, kendi üzerlerinde egemenlik kurabilmek ve uzun çalışmaları kolaymış gibi göstermek, onların cesaretini baştan kırmak demektir.

Antik Çağ’da, gençlerin zorluklarla mücadele etmeleri gerektiği ve ancak sekiz yıl kadar uzun bir çalışmadan sonra başarı elde edebilecekleri düşünülürdü ve her çocuk bu düşünceyle büyürdü. Nasıl ki 1870 yılında[9 - Fransa-Prusya Savaşı. (ç.n.)] sadece bir buyrukla Fransa egemenlik kuramadıysa, bizler de sadece bir buyrukla kendi üzerimizde egemenlik kuramayız. Tekrar ayağa kalkabilmek için Fransa, yirmi yıllık zorlu bir mücadele vermiştir. Aynı şekilde bizim de ayağa kalkabilmemiz için sabır gerekir. Otuz yıl zor işlerde çalışıp köyde istirahat etme hakkını elde eden insanlar görürüz. Kendi üzerimizde egemenlik kurmak için nasıl olur da zamanımızı ayırmayız! Ne olduğumuz, değerimiz, nasıl bir rol oynayacağımız, hepsi bu egemenliğe bağlıdır. Bu egemenlikle saygıyı kazanırız. Mutluluğa açılan kapıyı aralar bize, çünkü her mutluluk düzenli bir çalışmayla elde edilir. Bu egemenliğin küçümsenmesinin ardında hepimizin hissetmiş olduğu gizli bir acı vardır. Başarma arzusuyla irade eksikliği arasında sıkıştığını hissetmemiş kaç öğrenci vardır? “Özgürsünüz!” derdi hocalarımız! Fakat bu cümle bize umutsuz bir yalanmış gibi gelirdi. Hiçbir hocamız, iradeye yavaşça ulaşıldığını veya ona nasıl ulaşacağımızı anlatmadı. Kimse bizi bu mücadeleye hazırlamadı, kimse bizi desteklemedi. Biz de doğal bir tepki olarak kadercilerin ve Taine’in çocuksu kuramlarını kabul etmek durumunda kalırdık. Çünkü bu kuramlar en azından bizi teselli eder, mücadele etmenin gereksizliği karşısında boyun eğmeyi öğretirlerdi. Biz de tembelliğimizin tesellisi olan kuramların yalandan ibaret olduğunu görmemek için dikkatimizi başka şeylere verirdik. Özgür irade filozoflarının hem naif hem yıkıcı olan kuramı, irade konusundaki bu kaderci kuramlara sebebiyet vermiştir. Ahlak özgürlüğü ve siyasi özgürlük gibi bu dünyadaki tüm değerler büyük mücadeleler ve savunmalarla kazanılmalıdır. Bu kazanç ise güçlü, zeki ve azimli insanların ödülüdür. Özgür olmayı hak etmeyen hiç kimse özgür olamaz. Özgürlük ne bir hak ne bir olgudur. O bir ödüldür; mutluluğun en büyüğü ve en bereketlisi. Bir manzara için güneşin ışığı ne ise, hayatın olaylarında da özgürlük odur. Özgürlüğe ulaşamayan kimse, hayatın derin ve kalıcı sevinçlerine ulaşamaz.

Maalesef, hayati özgürlük kadar hiçbir konu bu kadar karartılmamıştır. Bain, buna “metafiziğin paslı kilidi” adını verir. Elbette özgürlükten kastımız kendimizi kontrol edebilmek, yüce duyguların ve ahlaki düşüncelerin baskın olmasıdır. Kendi kendimizi kontrol etmek zordur: kızgınlık, bencillik, şehvet ve tembellik gibi duygularını bize miras bırakan ve bu duyguları terk etmek için mağaralara sığınan ilkel atalarımızla aramızda pek çok yüzyıl vardır. İnsanın doğasında var olan bu duygularla durmadan mücadele eden yüce insanlar, başarının mutluluğunu tadamamıştır.

Fakat tembelliği ve tutkularına karşı mücadele etmekle kendinde var olan bencilliği tamamen yok etmeye çalışmanın birbirinden farklı olduğunu tekrardan hatırlatmak isteriz.

Verilecek mücadele uzun soluklu ve zorlu bir mücadeledir. Ne cahiller ne de küstahlar bu mücadeleyi kazanabilir. Bilinmesi ve uygulanması gereken bir yöntemle kabul edilmesi gereken uzun bir çalışma vardır. Psikolojinin kanunlarını bilmeden veya kanunları bilenlerin tavsiyelerini almadan işe girişmek, deneyimli bir rakip karşısında ve taşların nasıl ilerlediğini bilmeden satranç oyununu kazanmaya çalışmak gibidir. Gerçekleşmesi imkânsız olan özgür irade kuramını destekleyenlere göre, hiçbir şey yaratamıyorsanız ve iradeye bağlı bir sebeple, bir şeye doğasında olmayan bir güç veremiyorsanız özgür değilsinizdir. Özgür olmak için, basit bir iradeyle ve tuhaf, gizemli, bilimin kanunlarına ters düşen eylemlerle bir şeye güç verebiliyormuş gibi yapmak yerine, akıllı bir şekilde esas kanunu uygulayacak şeylere güç veririz. İnsan doğasına ancak itaat ederek ona emir veririz. Özgürlüğü sağlayan tek şey, kendimizi kontrol etmemizi sağlayan psikolojinin kanunlarıdır. Determinizmin olduğu yerde özgürlük vardır ancak.

İşte, asıl meseleye geliyoruz. İsteksiz bir şekilde ve güç sarf etmeden yapılan bir işte başarı sağlamak mümkün değildir. Örneğin, öğrenciniz çalışmak istemiyorsa, hiçbir zaman çalışmaz. İşte o zaman Kalvinistlerin[10 - Kalvinizm’e göre insanların özgür iradesi yoktur. Bu sebeple cennet veya cehenneme gideceği doğduğu andan itibaren bellidir.] kader inancından bile daha acımasız bir kader anlayışıyla karşı karşıya kalırsınız. Çünkü Kalvinistlere göre cehenneme gidecek olan bir kişi, kaderinde cehenneme gitmek olduğunu önceden bilemez. Bu sebeple bu kişi hâlâ Tanrı’dan medet ummaya devam eder. Fakat öğrenciniz, içinde çalışma isteği olup olmadığını ve sarf edeceği tüm çabalarının gereksiz olacağını bilir. Çalışma isteği yoksa başarı için umut etmeye de hakkı yoktur.

Anlatmak istediğimiz konuyu mümkün olduğunca açık bir şekilde açıklamaya çalışacağız. En iyisini yapma isteği içinizde yoksa tüm çabalarınız boşa gider. Fakat içinizdeki istek size bağlı değildir, o hâlde kaderle hatta yazgıyla karşı karşıyayız demektir! Ancak suçu kadere atmakla çözüm bulamayız. En iyisini yapma isteğiniz, ne kadar zayıf olursa olsun bu istek yeterlidir. Çünkü uygun çözüm yollarını uygulayarak isteğinizi geliştirebilir, güçlü, sağlam ve kalıcı bir sonuç hâline getirebiliriz. Fakat ne kadar zayıf olursa olsun bu istek içinizde olmalı, yoksa hiçbir şey yapamazsınız!

Özgür irade kuramcılarına göre içimizde istek olmazsa bunu başaramayız. Biz de buna tamamen katılıyoruz. Uzun soluklu bir işi isteksiz şekilde yapmak ve yapmayı amaçladığımız işi sevmeyerek yapmak başarı şansımızı elimizden alır. Başarı elde etmek için görevimize aşkla bağlı olmalıyız. Fakat dediğimiz gibi, öğrencinizde bu istek olabilir de olmayabilir de. Eğer yoksa başarısız olmaya mahkûmdur. Buna katıldığımızı söyledik; eğer istek yoksa özgürlük de yoktur! Özgür irade kuramcılarının kaderin talihsizliği olarak gördükleri bu başarısızlıklar sadece belli insanlarda görülür.

Yazgı konusunda şanssız olan bu insanlar, ruhsal bozukluklara sahip olanlardır. Eğer herhangi bir ruhsal bozukluğu olmayan birine başarılı bir kariyerle aylaklık arasında tercih yapılması istense, kuşkusuz kariyeri seçer. Bu elbette bizim varsayımımız, fakat bunu yalanlayacak biri var mıdır?

Ruhun yüceliğine, güzelliğine ve dehasına tamamen kayıtsız kalan biri var mıdır? Böylesine cahil bir insan varsa da itiraf etmeliyim ki beni ilgilendirmiyor. Çoğu insan varsayımımızı doğru bulsa ki doğru, bu bizim için yeterlidir. Çünkü bir insan, Sokrates’in, Regulus’un, Vincent de Paul’un yüceliğini insanlığın en itici örneklerinden olan aylaklığa tercih ediyorsa, ne kadar küçük olursa olsun yaptığı bu tercih yeterlidir. Çünkü tercih etmek sevmektir, arzu etmektir. Bu arzu denildiği gibi geçici bir duygu olsa da kalıcı hâle gelebilir ve güçlendirilebilir. Onu iyi beslerseniz büyür ve güçlü bir isteğe dönüşür. Karıncanın besini olan küçük bir tohum, kasırgalara meydan okuyan güçlü bir meşe ağacına işte böyle dönüşür. Bu sebeple, sadece ruh sağlığı yerinde olmayanları olumsuz, bizi de olumlu etkilediği için yazgı bizi korkutamaz. Bu sebeple ahlakın bu kadar tehlikeli kuramlara ve cesaret kırıcı “Özgür İrade Kuramları”na bağlı olmaması gerekir. Ahlakın sadece özgürlüğe ihtiyacı vardır. Bu özgürlük ise sadece determinizm aracılığıyla mümkündür. Özgürlüğümüzü garantilemek için hayal gücümüzün bir hayat planı gerçekleştirmeye elverişli olması lazım. Psikolojinin kanunları hakkındaki bilgimiz ve uygulamalarımız, gerçekleştireceğimiz planın ortaya çıkmasını ve aklımızdaki fikirlerin özgürleşmesi sağlayacaktır.

Özgürlük anlayışımız, insanların tembelliğinden dolayı Özgür İrade Kuramı kadar çekici gelmeyebilir. Fakat kuramımız, özgürlük konusunda psikolojik ve ahlaki doğamızın gerçekliğine uygundur ve bizi mutlak özgürlük iddialarıyla kibirli ve çelişkili açıklamalarla karşı karşıya bırakmaz. Özgür İrade Kuramı, önemli araştırmacıları irade konusundaki çalışmalardan uzaklaştırmıştır. Bu geri dönülmez bir kayıptır.

İradenin doğası konusunda popüler olan kuramlardan arındığımıza göre, artık konumuza derinlemesine girebilir ve irade psikolojisini yakından irdeleyebiliriz.

İKİNCİ KİTAP

İRADE PSİKOLOJİSİ

BİRİNCİ BÖLÜM

Düşüncelerin Görevi

Psikolojik yaşamımızın ögeleri basit olsaydı, irade konusundaki tehlikelerini ve kaynaklarını araştırmaktan daha basit bir şey olmazdı. Fakat bu ögeler arasındaki uyum, detaylı bir araştırma yapılmasını zorlaştırır.

Yine de özel hayatımızın tüm ögelerinin üçe ayrıldığını fark etmek zor değildir: düşüncelerimiz, duygu durumlarımız ve eylemlerimiz.

I

Düşünce sözcüğü, içinde farklı ögeler barındırır. Akılla irade arasındaki ilişkilerle ilgilenen psikoloğun düşüncelerimiz arasında yapacağı en derin ayrım, onları merkezcil ve merkezkaç olarak ayırmaktır. Birçok düşünce bize dışarıdan gelir. Montaigne’in dediği gibi “etaminle işlenmiş” gibidir bu düşünceler. Hiçbir değişime uğramadan kalırlar ve hafızamızda depolanırlar. Kafamızda, yaptığımız okumalardan, konuşmalardan hatta gördüğümüz rüyalardan bile gelen düşünceler vardır. Bunlar, zihinsel tembelliğimizden istifade edip içimize yerleşen düşüncelerdir.

Tembelliğimiz ve şehvete düşkünlüğümüz hem iyilik hem kötülük barındıran zihnimizde gerekçeler arayacaktır. Bu duyguları hem hizaya getirebilir hem de isteğimize göre geliştirebiliriz. Düşüncelerimiz üzerinde üstünlük kurabilsek de onlar bizim üzerimizde üstünlük kuramaz. Düşüncelerimizin çoğu sözcüktür. Tembellik ve şehvete karşı sözcüklerin mücadelesi, toprak kabın demir tencereyle mücadelesine benzer. Fouillée, temel düşünceler konusunda hatalı bir tez savunmuştur. Çünkü güçlü düşüncelerin duygularla ilişkili olduğunu görememiştir. Akıl, şehvetin gücüne karşı dışarıdan gelen bir destek olmaksızın, tek başına mücadele ettiğinde yenilmeye mahkûmdur. Sağlıklı olduğunda aklın izole olması mümkün değildir. Fakat hastalık durumunda azmettirici tüm eylemlerin gücü hassasiyetten kaynaklanır. Aklın kendi başına bir gücü olmadığını iddia etmiyoruz, ancak hayvansal içgüdüleri bastırmak konusunda güçsüz kaldığı kesin. Ribot şaşırtıcı örneklerle, yapılan eylemin sonucunda mutluluk yoksa insanların parmağını dahi oynatmadığını kanıtlar. Hareketli bir geceden kalmaysak ve uykumuzu alamadıysak parmağımızı dahi oynatacak hâlimizin olmayacağı gibi. Ne yapmamız gerektiğini bilsek de üzerimize bir ağırlık çöktüğünde, düşüncelerimizin bile güçsüz kaldığını görürüz. Ribot’un değindiği durumlar, düşüncelerle duyguların arasındaki karşıtlığı görmemizi sağlar. Ribot, aklı yerinde olup kendi iradesiyle hiçbir eylemde bulunmak istemeyen bir hastanın, yolda bir kadına çarptığında ilk arabadan inip yola koşan kendisinin olacağını söyler. Maalesef, patolojik durumların istisnai durumlardan olduğunu sanırız oysaki onlar gerçeğin kendisidir. Cimri bir kimse, Molière’in Cimri isimli oyununda paragöz bir karakteri oynayan Harpagon’un saçmalıklarını her zaman komik bulur. Cimri olan bu insan, Harpagon’la benzerliği olduğunu asla görmez ve kabul etmez. Tıpkı zihinsel bir hastalığımız olduğunda bunu kabul etmediğimiz gibi. Örneğin, alkolikler sarhoşluğun etkilerini bilirler fakat onu ancak felç geçirdikten sonra anlarlar, yani iş işten geçtikten sonra. “Ah, keşke bilseydim!” derler. Alkolün olumsuz etkilerini zaten biliyorlardı fakat irade için önemli olan o duyguyu tatmamışlardı. Düşüncelerin yüzey katmanının altında, gelip geçici duygulardan yararlanabilecek düşünceler bulunur. Örneğin, tüm günü yarı tembel hâlde geçirdiğimizi varsayalım. Kitap okuyoruz fakat kendimize verdiğimiz sebeplere rağmen, sarf etmemiz gereken çabayı tam olarak sarf etmiyoruz. Bir anda bize, bir arkadaşımızın başarısının haberi gelir, rekabet duygusuna kapılırız ve kendimize verdiğimiz sebeplerin bile uyandıramadığı ufak bir duygu uyanır içimizde. Yapmak istediğimiz şey ile duygumuz arasında farklılık vardır. Örneğin bir gün, şafak sökmeden, ucu karanlıkta kaybolan dik bir buzul üzerinde yürüyüp aşağıya kayıyordum. Aklım başımdaydı. Tehlikenin ve durumumun kritik olduğunun farkındaydım. Öleceğimi düşünerek yavaşlamıştım ve yüz metre daha aşağıda yürüyüşümü bitirdim. Oldukça sakin bir şekilde, Alpenstock’umdan yararlanarak buzul karı geçiyordum. Tamamen güvende olduğum kayalıklara ulaştığımda, (belki sarf ettiğim çabanın sonucu bende oluşan bitkinlikten dolayı) şiddetli bir şekilde titremeye başladım. Kalbim ağzımda atıyordu, sırtımdan soğuk terler boşalıyordu ve ancak o zaman inanılmaz bir korku hissetmeye başladım. Bir anda tehlikeyle karşı karşıya kalmak, tehlikede olduğumu hissetmemi sağlamıştı.

Dışarıdan gelen düşüncelerden etkilenerek hissedilen geçici duygu durumlarından daha derin düşünceler vardır. Bunlar da dışarıdan gelen düşünceler olmakla beraber temel duygularla uyum içindelerdir ve bu duygularla çarpık bir birlik oluşturdukları için, düşüncenin mi duyguyu yoksa duygunun mu düşünceyi içine çektiğini anlamamızı engeller. Bunlar, içimizden gelen ve karakterimizi, derin eğilimlerimizi oluşturan içsel düşüncelerimizle karıştırılır. Onlar bir nevi duygularımızdır. Yüzeyi soğumuş fakat belli bir derinlikte hâlâ yanan bir lav gibi bu düşüncelerin temelinde yatan duygular da derinlerde saklıdır. Bu düşünceler, belirli bir hedefe yönelmiş her çalışmaya ilham verir ve destekler. Yine de altını çizmekte fayda var: bu düşünceler tam olarak düşünce değildir. Onlar ağır ve zor yönlendirilen psikolojik durumların net ve kesin temsilidir. Diğerlerinden çok farklı olan bu düşünceler genellikle sözcüklerden ibarettir, anlamlı şeylerden ayrılmış göstergelerdir. Enerjileri genellikle derinliklerinden gelir. Duygulardan, tutkulardan, yani kısaca her türlü his durumlarından beslenir. Bahsettiğimiz türde bir düşünce, onu tutkuyla karşılayan bir zihinde ortaya çıktığında, kendisini doğuran duyguları çeker; bir şekilde ondan beslenir, güç alır. Böylece düşüncelerdeki netlik duygulara geçer, onları güçlendirmez ancak yön verir. Düşünceler, duyguları aynı tarafa yönlendirir, çatışmaları ve tutarsızlıkları yok eder. Siyasetin, demokrasiyle çatışan düşünceler ve anarşik güçlerle mücadele etmesi gibi. Fakat kendileriyle sınırlı oldukları için düşünceler içgüdüsel eğilimlere karşı güçsüz kalır. Aranızdan kaç kişi aklınız yerinde olduğu hâlde gece sebepsiz yere, yattığınız yatakta gereksiz ve saçma bir korkuya kapılıp, kalbinizin ağzınızda attığı bu yersiz duyguyu hafifletebilmiştir? Böyle bir deneyim yaşamamış olanlara kışın, rüzgârın olduğu gece yarısı, Hoffmann’ın masallarından “Porte Murée”yi okumalarını öneririm. Korku gibi bir duyguya karşı akıllarının nasıl devre dışı kaldığını göreceklerdir. Bu denli güçlü ve neredeyse içgüdüsel olan duygular haricinde, düşüncelerimizi gerçekleştirme gücüne sahip olan sonradan edinilmiş duygulardan ve duygu durumlarından söz etmek mümkündür. Burjuvazinin tamamen düşünsel inancı olan “tekrarlanan” inançlar ile Dominikli birinin hissettiği dinî inancı karşılaştıralım. Dinini gerçekten hissettiği için yerine getiren Dominikli, Tanrı adına kendini kurban eder, dünyevi zevklerden kendini mahrum bırakır, fakirliği ve hayattaki en büyük zorlukları bile kabul eder. Burjuvalar için dinî inanışlar düşünsel olduğu için ayinlere katılırlar, fakat en kötü bencilliği bile yaparlar. Burjuvalar zengindir, zavallı bir hizmetliyi kötü besleyip bir de üstüne zorlu işler yapmasını bekleyerek onu acımasızca sömürmekten çekinmezler. Aynı şekilde, sosyalist diye geçinen biriyle içten sosyalist olan Tolstoy’u karşılaştıralım. Sosyalist diye geçinen o insan kendini ne zevkinden mahrum bırakır ne de gereksiz harcamalardan vazgeçer. Oysaki Tolstoy, Rus köylüler gibi yaşayıp soyluluğa ve zenginliğe doymuştur. Benzer şekilde, ölümün kaçınılmaz olduğu fikri çoğu insanda soyut bir düşünce olarak kalır. Bu düşünce ne kadar yatıştırıcı ve avutucu olsa da ve ne kadar hırs, kibir, bencillik gibi duyguları zayıflatıp acımızı hafifletse de davranış şekillerimiz üzerinde hiçbir etkisi olmaz. Ölüme mahkûm edilen bir insanın ancak son ana kadar, idam aşamasında öleceğinin farkına varması bu sebeptendir. Ölüm düşüncesi zihninde hep vardı ancak belli belirsiz ve genel bir düşünce olarak vardı. Böylece, korkudan titreyip yüzü kıpkırmızı kesilen o insan, birazdan öleceğinin farkına varmıştır fakat farkında olmadan mahkemenin demir parmaklıklarını saymaya başlamış, birinin kırık olduğuna şaşırmış ve onun tamir edilip edilmeyeceğini düşünmeye başlamış kendi kendine. Bu insanın bu kadar erken öleceğini düşünüp zihnindeki ölüm korkusu hâlâ belli belirsizdi. İşte ancak bu son akşam umutsuz durumunun ve karşı karşıya kaldığı korkunç sonucun farkına vardı. Ondan önce, bu kadar erken ölebilme ihtimalini sadece belli belirsiz şekilde görüyordu.

Başka örnekler vermemize gerek yok. Geçmiş deneyimlerinize göz atarsanız sizler de vardığımız sonuca varacaksınız. Düşünce kendi başına bir güç değildir. İnsanların bilincinde sadece düşünceler olsaydı tek başına bir güç olabilirdi. Fakat duygularla çatıştığı için, kendisinde olmayan gücü duygulardan ödünç almak zorundadır.

II

Düşünceler tek başına güçsüz olsa da biz onlar üzerinde tam güce sahibiz. Onları bilinçli bir durumla birlikte kullanmayı bilirsek düşünsel anlamda bize tam özgürlük sağlarlar. Bu birlikteliğin kendi kuralları, yeni öğeler dâhil etmemizi ve bağlantılı durum zincirini kırıp onu tekrar bağlamamızı sağlar. Bu kuramsal bilgiyi somut bir örnekle açıklamak isterim. Bir fabrikada ıslık sesi duyulmuştu. Bu ses istemsiz bir şekilde zihnimde takip eden düşünceler zincirini kırıp, bir deniz imajı, Korsika dağlarının görüntüsü ve Bastia kıyılarında görebileceğimiz o muhteşem panoramayı bilincime yerleştirdi. O ıslık sesi, üç yıl boyunca duymaya alışkın olduğum gemi düdüğünün sesine benziyordu. İşte! Düşünsel özgürlük budur. Somut bir durum, temsili bir durumdan daha güçlüdür. Duyulan bir ıslık sesi aklımızdaki düşünce zincirini kırabiliyorsa, bu durumun aynısını bilinçli bir şekilde uygulayarak aynı sonucu elde edebiliriz.

Eğer istersek kendimize somut bir durum üretebiliriz. Düşünce zincirini aniden kıran somut durumlar üreterek düşünsel özgürlüğe ulaşırız. Özellikle uysal ve pratik olan somut bir durum vardır, o da dil yetisini oluşturan hareketlerdir. Örneğin, sözcükleri yüksek sesle telaffuz edebilir veya onları okuyabiliriz. Hatta dindarların kendilerini cezalandırmak için kendilerini kırbaçladığı gibi, biz de kırmak istediğimiz düşünce zincirlerini güçlü bir şekilde “kırbaçlayabilir” ve onları kırabiliriz. Böylece, kalıcı kılmak istediğimiz düşünceyi zorla dayatabiliriz. Her hatıranın aklımıza iyice kazılması için sık ve uzun süreli tekrarlara ihtiyaç vardır. Hatıralar, tabiri caizse canlı ve samimi bir dikkat gerektirir. Bilincimizden uzaklaştırmayı başardığımız düşünce zincirleri zayıflar, silinir ve onlara karşılık gelen düşüncelerin yok olmasını beraberinde getirir. Bu nedenle düşüncelerimizin efendisiyiz: onları istenmeyen bir bitki gibi koparıp atabilir ve kökünden yok edebiliriz.

Tam tersine, var olan düşünceleri saklamak ve onların gelişmesini sağlamak istiyorsak, bize yabancı olan ve bilincimizde ortaya çıkan somut durumları uzaklaştırmaya özen göstermeliyiz. Sessizlik ve sakinliğe ulaşmalı, hatta düşüncelerimiz zayıfsa odaklanmak için gözlerimizi kapatmalıyız. Ayrıca bize hizmet edecek somut durumlardan yardım alabiliriz: yüksek sesle konuşabiliriz, düşüncelerimizi yazabiliriz. Uzun süreli konsantrasyonu sağlamak için, özellikle yazı yazmak benzersiz bir yardım sağlar. Yazı yazmak, elleri ve gözleri de dâhil ederek düşünceyi destekler. Örneğin, mesleğimin vermiş olduğu bir alışkanlık sebebiyle sözcükleri hecelemeden okurum. Sözcükleri duymadan[11 - Bir sözcüğün hatırası oldukça karmaşıktır ve dört ögeden oluşur. Bunlar; 1. Kabiliyet görüntüsü (telaffuz edilen sözcük), 2. Görsel görüntü (basılı sözcük veya el yazması), 3. Duyulan görüntü (duyulan sözcük), 4. Grafik görüntü (yazılı sözcük). Düşünce, dil yetisi olmadan mümkün olmadığı için her düşünce zincirinde yukarıda bahsettiğimiz görüntülerden biri veya birkaçından oluşan başka zincirler gelişir. Yazı yazdığımızda bu dört görüntü zinciri düşünceyi desteklemeye yarayabilir.] hecelemek zor olduğundan dolayı düşünceler üç, hatta dört zincir tarafından desteklenir. Kısacası, kaslarımız üzerinde tam güce sahip olduğumuz için -özellikle de duyu organlarımız veya dil yetisi üzerinde etkisi olan kaslarımız- çağrışımlara bağlı kalmaktan kurtulabiliriz. Elbette, hepimizin farklı bir doğası olduğu için farklılıklar da görülebilir ve hâlihazırda psikolojide, herkesin durumunun aynıymış gibi davranılması yanlıştır.

Her hâlükârda, kendi irade eğitimimiz konusunda bu bölümün sonu oldukça cesaret kırıcıdır. Düşüncelerimiz üzerinde tam güce sahip olabiliriz ancak düşüncelerimiz, tembelliğe ve şehvete karşı neredeyse hiç mücadele edemeyecek kadar güçsüzdür. O hâlde, irade konusunda duyguların bizlere sağladığı imkânlara göz atalım.

İKİNCİ BÖLÜM

Duyguların İrade Üzerindeki Etkisi

I

Duyguların irademiz üzerindeki etkisi yadsınamaz. Ölüm ve acıyla hiç düşünmeden baş etmemizi sağlayabilirler. Duyguların gücünü kabul etmek, evrensel ampirik bir yasanın varlığını kabul etmek demektir. Fakat bu ampirik yasayı daha üst bir yasaya dönüştürebilir ve onu bariz bir şekilde var olan bir gerçekliğin sonucu olarak görebiliriz.

Duyguyu oluşturan ögeleri ayrı ayrı incelediğimizde, duygunun Beethoven’ın yavaş temposuna benzediğini görürüz. Sürekli hareket hâlinde olan temel bir motif vardır ve değişiklikler bazen onu açığa çıkarırken bazen de örtbas eder. Her zaman binbir şekilde hayat bulan bu cümle hem çeşitli hem de müzikal gelişime hayat veren bir ruh gibidir. Tüm yavaş tempoyu destekleyen bu cümle, muhteşem zenginlikleriyle duygu durumlarında temel eğilim görevi görür. Bu eğilim, duyguyla bütünlük oluşturur. Coşku, zevk, acı gibi duyguların ve hatıraların zengin çeşitliliklerini geliştirebilirler. Fakat tüm ikincil öğelere belli bir renk veren de eğilimlerin kendisidir. Descartes’ın varlık anlayışında olduğu gibi yaratılan töz varlığa gelebilmek için Tanrı’ya ihtiyaç duyar. Burada söz konusu zevklerimiz, acılarımız, duygularımız ve hatıralarımız da bu yaratılan tözler gibi bir varlığa sahiptir; onlar eğilimlerin canlı enerjisi sayesinde gerçek olurlar. Eğilimlerin enerjisi olmasaydı sadece soğuk, ölü, tamamen soyut, renksiz ve yararsız psikolojik durumların kalıntısıyla karşı karşıya kalırdık. Bütün duyguların bu tözsel arka planı, içimizdeki durumların neden bu denli güçlü olduğunu anlamamızı sağlar. Gerçekten de eylemlerimiz ve acıyla disipline edilmiş yaşama isteğimiz olan eğilimlerimiz, gelişiminde birçok yönden terk edilmeye zorlandı ve izin verilen yollara yayılarak ya yok olma yasalarına ya da farklı birtakım eğilimlere odaklanılması sağlandı.

Acıyla yönetilen, birbiriyle bağlantılı bir dizi kas hareketiyle yansıyıp bir eylem veya birbirinden farklı eylemler oluşturan bu hareket, eğilimlerin ilk hâlidir.

Acının disiplini olmadan hareketler her yere saçılır ve zayıflar. Eğilimlerimize odaklı yapılan araştırmalar bunu uzun süre yalanladı. Bu eğilimler bir nevi merkezî, birincil enerjimizdir. Tıpkı bir lav gibi, edinilmiş düşüncelerin ve dışarıdan gelen ikincil duyguların soyut kabuğundan gün yüzüne çıkar. Bu enerji, gündelik eylemlerle yansıyan ve uygun kaslara doğru giden gücümüzdür. Bu durum eğilimlerin itici gücünü ifade eder ve birtakım hareketler veya temel hareket dizilerinden oluşur. Örneğin öfke, aşk gibi duygular tarafından harekete geçirilen kaslar. Hatta her insanda aynı kaslar harekete geçer. Atalarımızdan bize, kuşaktan kuşağa geçer. Belirli eğilimlerle belirli kas hareketleri arasındaki bu ilişki, insana kalıtsal yollardan geçer ve yüzyıllardır varlığını sürdürür. Bazı düşüncelerin veya kas hareketlerinin arasında bilinçli olarak oluşturulan ilişkilerin, otomatik hâle gelen diğer ilişkilerin yanında hiçbir gücü yoktur. Bu eşitsiz mücadelede ayakta durmaları ve amaçlarına ulaşabilmeleri için kalıtsal eğilimlerle iş birliği yapmalılardır.

Duygular güçlü etkilere sahiptir. Canlı bir duygu, tıpkı hassas nesnelerin algılanması gibi, duygulardan en bağımsız görünen psikolojik durumları bile etkileyebilir. Temel algılar da dâhil tüm algılar bazı göstergelerin yorumlanmasıdır. Örneğin, bir portakal vardır fakat ben onu görmüyorumdur, sadece bazı göstergeler aracılığıyla onun portakal olduğunu biliyor ve öyle yorumluyorumdur. Fakat anlık ve otomatik alışkanlıklar yüzünden bazen bu yorumlamaları yıkmak zor olur. İşte duygular, gerçek yorumlamalar yapmayı engeller ve bilinçaltında halüsinasyona dayanan bir yorumlamaya yer verir. Örneğin korku, gece absürt sesler duyduğumuza bizi inandırırken, nefret duygusunun da emin olduğumuz gerçekleri görmemizi engellediğini bilmez misiniz? Çocuklarının güzelliği konusunda anneleri veya Moliére’in oyununu[12 - Molière’in, İnsandan Kaçan isimli oyunu.] hatırlayın; aşkın gözleri nasıl kör ettiğiyle dalga geçer:

Soluk yüzlü kadın yasemin çiçeği kadar beyaz,
Korkunç derecede siyah olan ise şirin mi şirin bir esmer.

Fakat duygular sadece algımızı yanıltmazlar. Daha güçlü duygular, daha zayıf olan duygulara saygı duymazlar. Örneğin, birçok insanda oldukça güçlü olan kibir, gerçekten hissedilen duyguları kovalayabilir. Bu durumun önemine daha sonra da değineceğiz. Bu insanlar bilinçaltına tıkılıp kalırlar ve gerçek duyguların üstünü örterler. İşte bu doğamız sebebiyle, öğrenciler yaşlarının vermiş olduğu derin neşeyi, kibrin ve çevrelerinin sebep olduğu mutsuzluğa feda ederler. Dünyevi zevklere sahip olan yüzeysel insanlar da yine aynı şekilde, verimli görünen fakat boş ve sıradan yaşamları boyunca hissettikleri gerçek duyguları, içlerinin derinliklerine inip bulmakta acizlerdir. Çevreye uygun olan duyguları hissediyormuş gibi yaparlar ve gerçek bir duygu hissedebilme olanaklarını içlerinde yok eder. “İnsanlar ne der?” düşüncesinin sebep olduğu uygunluk endişesi yüzünden sevecen, kibar, hiçbir özgün yanı olmayan insanlara dönüşürler. Tıpkı kibar birer mekanik oyuncak gibi, iplerimizi başkasının elinde oynatırlar. En kötü anlarda bile hissettikleri şeyler, uygunluk endişesi taşır. Sağlam ve baskın olan algılarımız ve duygularımız üzerinde oynadığımız takdirde duyguların, hatıralardan oluşan bu hassas psikolojik durumları bozabileceği açıktır. Ögelerin değerlendirmesine dayanan araştırmalar, duyguların büyük sonuçlar yaratacağını gösterir. “Gerçeği sevmek için sevdiğimiz şeyin gerçek olduğundan emin olmalıyız.”[13 - Nicole, De la connaissance de soi, I, VI. (y.n.)] Seçim yapılacak birçok yol arasından birini seçtiğimizi düşünürüz oysaki kararları biz vermeyiz. Verdiğimiz kararlarda bilinçli irademizin varlığı söz konusu değildir. Eğilimlerimiz, bir yerde aklımızı özgür bırakır; eğilimler aklın üstün olduğunu sanmasını ister fakat gerçekte üstünlük sağlayamaz.

Gerçekten de akıl, duyguların şiddetine boyun eğer ve irade üzerinde tatmin edici bir etkisi yoktur. Akıl, iradeden aldığı emirleri yerine getirmeyi sevmez; onu tetikleyen duygular ve tutkular olması lazım. Araştırmalar, yukarıda da bahsettiğimiz gibi yardım etmek için arabasından inip çarptığı kadına doğru koşan o kişinin aslında iradesiz bir kişi olduğunu gösteriyor. Fakat burada onu harekete geçiren özel bir irade söz konusudur.

Kalıcı ve dirayetli bir irade aynı şekilde güçlü, daimî ve sıkça harekete geçen duygularla desteklenir. Mill’e göre “Yoğun bir duygu, kendi üzerinde güçlü bir hâkimiyet oluşturmanın şartı ve aracıdır. Fakat bunun için işlenmiş olması gerekir. İşlendiğinde, kişiyi hem harekete geçirir hem de iradeli olmasını sağlar. Geçmiş deneyimler, işlerini tutkuyla yapan insanların görevlerinde istikrar ve ciddiyet gösterdiklerini kanıtlar.” Kendinizi dikkatli bir şekilde gözlemlediğinizde otomatikleşen hareketleriniz dışında, her iradenin önünde bir duygu dalgası, gerçekleştirilecek eylemin duygusal bir algısı bulunduğunu göreceksiniz. Az önce de gördüğümüz gibi, çalışma fikri bazen yetersiz kalır ve işimizi yapmak yerine kendimizi yatağa atarız. Bazen de yatakta yakalanma korkusu öyle bir utanç duygusuna sebep olur ki aceleyle kalkıp hazırlanmamıza yeterlidir. Bazen de bize mal olacak olsa bile, bir haksızlık karşısında sessiz kalmayıp ona karşı geliriz, vb.

Günümüzde çocuklara verilen ve pek rasyonel olmayan eğitim, gerçeğin belli belirsiz algısı üzerine kuruludur. Kompozisyon yazdırma, ödül ve ceza sistemi, iradeyi harekete geçiren tek şeyin duygular olduğu konusunda karmaşık inanışlara dayanır. Peki, duyarlılık seviyesi çok düşük olan çocukların irade ve diğer konularda terbiye edilmesi mümkün değil midir? “Eğitim konusunda en zor şey duyarlılık seviyesi düşük çocukları eğitmektir. Tüm düşünceleri dağınıktır… Her şeyi dinlerler fakat hiçbir şey hissetmezler.”[14 - Fenelon, Kızların Eğitimi, IV. Bölüm (y.n.)]

Toplumları ve iradelerini toplu bir şekilde ele alırsak düşüncelerin, dünyayı sadece dolaylı yoldan ve duygulara dayanarak yönlendirdiğini açıkça görürüz. “Düşüncelerin ortaya çıkışı, onların kesin bir gelişimine işaret değildir. Ancak duyguların yoğunluğuyla ortaya çıkar ve gelişirler.[15 - Michelet, Fransız Devrimi’nde Kadınlar, 1854, s. 321. (y.n.)] Spencer de duyguların “dünyayı yönettiği”[16 - Spencer, Pourquoi je me sépare d’Aug. Comte. (y.n.)] düşüncesini destekler. Stuart Mill ise ona karşı gelerek “Dünya’nın hareketi, insanın tutkuları ve duyguları sayesinde keşfedilmedi.”[17 - Aug. Comte et le Positivisme, 100 sqq. Fr. Çev. Clémenceau. Alcan. (y.n.)] der. Tabii ki hayır! Fakat bu keşif, insan davranışı üzerinde hiçbir etkisi olmayacak güçlü duygulardan kaynaklandı. Pascal ve Spinoza gibi insanlardan çıktı bu düşünce. Özellikle de Spinoza’dan; Evrendeki Dünya’mızın anlamsızlığı, ardından da kendimizi bir hiç gibi hissetmemiz öyle bir derinlik kazandı ki hiç kimse yaptığı işi duygularından bağımsız yapamaz. Buluşlar sadece duyarlı düşünürlerde pratik etkiler yarattı. Çünkü bu buluşlar sadece o düşünürlerde derin duygular uyandırdı. Bir ulusun ya da belli bir siyasi grubun iradesi, bir duygu durumunun (amaçlar, ortak endişeler, ortak sempati, vs.) sonucudur ve düşünceler kendi hâlinde ulusları yönlendirme konusunda az etkilidir.

Hatta bu konuda okurlarımızın dikkatini çekmek isteriz. Tarihi incelediklerinde, düşüncelerin davranışlar üzerinde zayıf, duyguların ise güçlü olduğuna dair birçok kanıt bulacaklardır.

Saf duygulardan oluşan düşüncelerden, acı, öfke, endişe ve ümit gibi hepimizi harekete geçiren vatanseverlik duygularını birbirinden ayırmayı öğreneceklerdir. Bireysel kanıtlara gelince, “İnsanlık Komedyası”na[18 - Balzac’ın eserlerine verilen isimdir. (ç.n.)] bir göz attıklarında da onlarca örnek bulacaklardır.

Kitabın ilk bölümünde verilen örneklere ek olarak, tek bir ibadeti bile atlamaktan kaçınan dindarların “arkadaşlarını” itibarsızlaştırmaktan nasıl da kaçınmadıklarını görecekler; politikacılar havasız tavan aralarını ziyaret edip kirli, rezil, fakir insanlarla bir araya gelme fikrinden tiksindiklerini ve yardımseverliklerinin gösterişten ibaret olduğunu müşahade edecekler!

Şehvetin, kendi bilinçlerinde nasıl akıl almaz düşünceler ortaya çıkarabildiğini görecekler. Bu insanlar, bu düşünce güçsüzlüğüne karşı hem varoluşun hem de derin bir dinî duygu oluşturabilen ruhun gurur duygusunu birbiriyle karşılaştıracaklar. İşini sevmenin önemini anlayacaklar; qui amat non laborat.[19 - “İşini severek yapanlar için çalışmak zevke dönüşür.” anlamında kullanılan Latince bir deyiştir. (ç.n.)] Gerçekten de yaptığı işi sevenler için yapılan her şey kolay ve keyiflidir. Annelik duygusunun gurur ve vatanseverliğe dayalı düşünceleri nasıl tersine çevirebildiğini; “Haysiyetsiz yaşasın ama yeter ki yaşasın!” diyeceklerini fark edecekler. Fakat tam tersi bir olayla vatanseverliğin, en güçlü duygularla yapay ve ikincil duyguları karşı karşıya getirebileceklerini görecekler. Bu da en sağlam içgüdüsel duyguları bile kökünden yok edebileceğini gösterir. Kısaca değinilmiş olsa da böyle bir çalışmadan sonra, kimse duygu durumlarının irade üzerindeki gücünü inkâr edemez.

II