banner banner banner
İrade Terbiyesi
İrade Terbiyesi
Оценить:
 Рейтинг: 0

İrade Terbiyesi

İrade Terbiyesi
Jules Payot

Jules Payot’un 1893 yılında kaleme aldığı İrade Terbiyesi, günümüz için de güncelliğini koruyan ve temeli insan olan iradenin sorun teşkil ettiği noktalara itina ile değindiği ve bunlara akılcı, tezli bir bakış açısı ile yaklaştığı tespit ve yöntemler kitabıdır. Tabiri caizse, insanın iradesini yönetebilmesinin anahtarıdır. Değil baş ucu kitabı, yaşam boyu kendinizle mücadele ettiğiniz her an yanınızda bulunduracağınız, yol gösterici kitabınız olacak, İrade Terbiyesi "… Düşüncelerimiz üzerinde tam güce sahip olabiliriz ancak düşüncelerimiz, tembelliğe ve şehvete karşı neredeyse hiç mücadele edemeyecek kadar güçsüzdür."

Jules Payot

İrade Terbiyesi

Jules Payot, 10 Nisan 1859’da Mont Blanc eteklerinde yer alan Chamonix kasabasında dünyaya geldi. Chambéry ve Aixen-Provence üniversitelerinde rektör olarak görev yaptı. 30 Ocak 1940’ta Aix-en-Provence’ta yaşamını yitirdi.

Pedagojik eserler kaleme alan yazarın 1895’te yayımlanan İrade Terbiyesi isimli ünlü eseri 32 dile tercüme edildi. İrade Terbiyesi’nin devamı niteliğinde yazdığı Zihinsel Çalışma ve İrade ise ilk olarak 1921 yılında yayımlandı.

Payot’nun pedagojisine göre her birey kendi eğilimlerinin farkında olmalı ve eğilimleri doğrultusunda kendini geliştirmeye çabalamalıdır. Kişi, bu çaba esnasında çalışma yöntemlerini iyi belirleyerek sahip olduğu gücü israf etmekten kaçınmalıdır.

BİRİNCİ BASIMIN ÖN SÖZÜ

“İnsanlar her türlü alanda rehbere ve eğitime ihtiyaç duyduklarını kabul edip özenle çalışıyorken, davranış bilimlerini öğrenmek istememeleri ilginçtir.”

    Nicole, “Discours sur la nécessité de ne pas se conduire au hasard.”

17. yüzyılda ve 18. yüzyılın bir kısmında din, şüphesiz tüm akıllarda hüküm sürüyordu. İrade eğitimi hakkındaki genel sorunlar ele alınamazdı. Karakterlerin benzersiz eğitimcisi olan Katolik Kilisesinin gücü, inançlı insanların hayatını yönlendirmekte yeterliydi. Fakat günümüzde bu konu çoğu insanın zihnini meşgul eder. Yeri de başka bir şeyle doldurulamadı. Gazeteler, dergiler, kitaplar, hatta romanlar bile çok düşük olan iradeden şikâyetçiydi.

İrade konusundaki bu genel hastalık bazı doktorların harekete geçmesine sebep oldu. Fakat ruh sağlığı doktorları maalesef baskın olan psikolojik öğretilere ağırlık verdiler. İrade konusunda özellikle akla vurgu yaptılar. Kanıtlanmış metafizik bir kuramın eksik olduğunu savunuyorlardı.

Cahilliklerini mazur görelim. Bu kanun politik ekonomi kuramıdır; en verimsiz fakat en kolay topraklardan başlanıp en verimli fakat işlenmesi en zor alanlara doğru gidilir. Aynı şey psikoloji bilimi için de geçerlidir. Çalışılması güç, ancak en temel olgular araştırılmadan önce, en kolay ancak en verimsiz olgular üzerine çalışmalar yapılır. Düşüncelerimizin davranış ve eğilimlerimizde etkili olduğunu daha yeni yeni anlamaya başlıyoruz. İrade, duygusal bir güçtür ve düşüncelerimizin irade üzerinde etkili olabilmesi için tutkudan beslenmesi gerekir. İradenin işleyişini yakından ele aldığımızda, metafizik kuramların pek önemli olmadığını ve psikolojik kaynakları akıllıca kullanarak bilinçli bir şekilde seçilmiş bir duygunun tüm hayatımızı yönlendirmesi mümkün değildir. Cimri biri, dünyevi tüm zevklerinden kendini mahrum bırakır; kötü beslenir, yerde yatar, dostu yoktur, memnuniyetsizdir, para tutkusuyla yanıp tutuşur. Siz de bu güçlü duygunun tüm hayatınıza yön vermesine engel olmak için ondan daha üstün bir duygu bulabileceğinizi mi umuyorsunuz? Olmak istediğimiz kişiye dönüşebilmemiz için psikolojinin bizlere sunduğu araçların çeşitliliğini tahmin bile edemezsiniz.

Maalesef, bugüne kadar kaynaklarımızı bu yönde kullanmayı ihmal ettik. Son otuz yılda Avrupa’nın düşünce sistemine yön veren düşünürler, irade eğitiminin saf ve basit yanlışlığını yansıtan iki kuramdan oluşur. Birincisi, karakteri değişmez bir olgu olarak ele alır. Bu çocuksu kuramı daha sonra ele alacağız.

İkincisi ise görünürde irade eğitimi konusunda elverişlidir. Özgür iradeyi içeren kuramdır. Stuart Mill’in kendisi bile bu öğretinin savunucularına “kişisel kültür” olarak adlandırılan canlı bir duygu kattığını söyler. Determinizmin bu iddiasına rağmen özgür irade kuramını birinci kuram kadar tehlikeli ve cesaret kırıcı buluyoruz. Öyle ki bu kuram, kendini özgür kılabilmenin uzun soluklu, özen isteyen ve psikolojik kaynaklar konusunda belli başlı bilgiler gerektiren bir iş olmasına karşın onun basit, kolay ve doğal bir iş olarak kabul edilmesine sebep oldu. Basit bir kuram olması sebebiyle, irade eğitimi konusunda birçok insanı yanlış yönlendirmiştir. Böylece psikoloji ve hatta insanlık adına geri dönülmez sonuçlara sebep olmuştur.

Bu sebeple, bu kitabı Théodule Armand Ribot’ya armağan ediyoruz. Eski hocalarımıza armağan etmekten ziyade, psikolojiyi bizlere sevdiren, Fransa’da ilk defa metafiziği psikolojiden uzaklaştıran insana armağan etmeyi tercih ettik. Bu kuramın metafiziği tamamen reddetmediğini hatırlatalım. Psikolojiyi metafizikten uzaklaştırmaz, sadece metafiziği psikolojiden uzaklaştırır; bu, birbirinden çok farklıdır.

Psikolojiyi bir bilim olarak ele alır. Oysaki bilim insanlarının amacı sadece bilmek değil, iktidar için öngörmektir.[1 - Gustave Comte’a göre sosyolojinin temel amacı evrensel kanunları keşfetmektir. Bu kanunlar keşfedildiğinde toplumsal işleyişe ilişkin kapsamlı bilgi edinilebilecek, gelecekte yaşanacaklara ilişkin öngörüler spekülatif olmaktan çıkıp bilimsel hükümlere dönüşebilecekti. (ç.n.)] Bir fizikçi için ışığın dalga kuramı başarılı ama doğrulanamayan bir hipotez olarak kalması pek önemli olmasaydı, örneğin bir psikoloğun sinirsel ve psikolojik durumlara ilişkin mutlak korelasyon hipotezinin doğrulanamaz olmasının yanında başarılı bir hipotez olmasının bir önemi kalır mıydı? Başarılı olmak, geleceği öngörebilmek, olguları istediği gibi değiştirebilmek, yani geleceği istediği hâle getirebilmek bilginlerin ve psikologların görevidir. En azından görevimiz konusundaki hayat felsefemiz bu yöndedir.

İrade zayıflığının sebeplerini irdelememiz gerekti. Bu zayıflığın tek çözümünün duygu durumlarına bağlı olduğunu düşündük. Özgür duyguların açığa çıkmasını sağlamak veya o duyguları güçlendirmek, irademizi engelleyen duyguları bastırmak veya yok etmek için araçlar bulmayı hedefledik. İşte bu kitapta, okurlara sunacağımız alt başlıklar bunlardır. Çalışmalarımızı bu amaç doğrultusunda yaptık. Okurlarımıza, kendi payımıza düşen çaba ve katkılarımızı bu önemli eserde sunuyoruz.

İrade eğitimini özet biçimde ele almak yerine, geniş çaplı bir düşünsel çalışmanın gereklilikleri doğrultusunda değerlendirdik. Bu kitabın, öğrenciler ve genel olarak düşünsel çalışmalar yapanlar için oldukça yararlı olacağından şüphemiz yoktur.

Kendi öz denetimine ulaşabilmeleri için yöntem eksikliğinden yakınan birçok genç tanıdım. Dört yıllık çalışmanın bu konuda bana öğrettiklerini onlara sunuyorum.

    Jules Payot
    Chamonix (Fransa), 8 Ağustos 1893

İKİNCİ BASIMIN ÖN SÖZÜ

Fransız ve uluslararası basının olumlu değerlendirmeleri ve sadece birkaç haftada sabırsız okur tarafından tüketilen birinci basımdan sonra bu kitap, aydın halkın beklentisini karşılayabildiğini kanıtlıyor.

Bizlere, beşinci kitabın birinci bölümünü desteklememizi sağlayan çok çeşitli ve değerli dokümanlar sunan herkese, özellikle de hukuk ve tıp öğrencilerine teşekkürlerimizi sunarız. Bazıları “karamsarlığımıza” karşı ayaklanırlar. Onlara göre, gençlik kadar hiç kimse harekete geçme konusunda bu kadar konuşmamıştır. Fakat harekete geçmek varken sadece konuşuyor olmak faydasızdır. Fikrimizce gençler, gürültüyü ve ajitasyonu yaratıcı eylemlerle karıştırıyorlar. Bazı insanlar hatta en yetkili kişiler bile, öğrencilerin amatör ve sinirli olabileceğini düşünmüyorlar. Oysaki amatörlük ve sinir, iradenin iyileştirilmesi gereken iki hastalığıdır.

İrade eğitiminin uygulama kısmı sadece övgüler aldı. Aynı şekilde birinci kitabın üçüncü bölümü ve ikinci kitabın birinci bölümü için de geçerli. Birçok kişi tarafından eleştirilmesini bekliyorduk fakat öyle olmadı.

Desteklediğimiz şey, bir yandan üstün iradenin eğilimlerimizi bazı fikirlere dayandırması gerektiği, diğer yandan da fikirlerin ufak tefek eğilimlere karşı doğrudan ve anında etkisi olmayışıdır. Fikirlerin gücü bu gibi düşmanlara karşı dolaylıdır: başarısızlık korkusuna karşı gücünü duygu durumlarında, yani var olduğu yerde bulmalıdır.

Şaşırdığımız nokta, özgür irade savunucularının özgürlük kuramımızı sert bir dille eleştirmemiş olmalarıdır. Tam aksine, karakterin doğuştan var olduğunu savunanların hedefi olduk.

Bununla beraber, soyut bilgilerden ziyade gerçeklerle ilgilenen eğitimciler özgür irade kuramından gittikçe uzaklaşırlar. Bu konuda uzman olan Jean-Luc Marion’un, 1884-85 yıllarında verdiği derslerde özgür iradenin metafiziksel hipotezinin bize verdiği zararından bahsettiği söyleniyor. Çünkü bu hipotez, kendi çabalarımızla bulmamız gereken ve kısıtlı olan gerçek özgürlüğün şartlarını araştırmamızı engelliyordu. Ahlaki birlik üzerine yazdığı tezinde Marion, Alferd Fouillée’nin aksine özgür olma düşüncesinin bizi özgür kıldığını, asıl kendimizi özgür sandığımızda özgürlüğe sahip olabileceğimizi söyler. Jean-Luc Marion’un bu sözünden daha doğru bir söz yoktur. Ancak özgürlüğümüzün büyük mücadelesini vermeyi bilirsek özgür oluruz.

Karakterin doğuştan var olduğuna değinmediği gerekçesiyle Marion’a karşı yapılan suçlamalar mükemmel olmayan karakter algısı üzerinde durur.

Karakter denilen şey basit bir madde değildir. İnsanın karmaşık eğilimlerinin, fikirlerinin vs. sonucudur. Bir karakterin doğuştan var olduğunu söylemek ise saçmalıktır.

Elde edilen bir sonucun, heterojen bileşenlerin karışımının veya güçlerin gruplandırılmasının doğuştan var olduğunu söylemekle aynıdır; anlamsızdır.

Bir anlamda da doğuştan gelen bir bileşenin mükemmel salt hâline ulaşabileceğimizi, onu bulunduğu çevrenin ve eğitimin etkilerinden ayrı düşünebileceğimizi gösterir, ki bu imkânsızdır. Karakterin doğuştan var olduğu konusundaki düşüncelere karşı kuşkulu olmamızın sebebi bu imkânsızlıktır.

Son olarak, karakterin doğuştan geldiğini iddia etmek, tüm kişisel ve eğitim alanındaki deneyimlerimize, tüm insanlığın tecrübesine karşı gelmektir; karakterin temel unsurlarının, eğilimlerimizin değişmez olduğunu iddia etmektir. Tüm bunların doğru olmadığını ve bir duygunun değiştirilebilir, bastırılabilir veya güçlendirilebilir olduğunu kanıtlıyoruz. Tüm insanlık olarak bu fikri desteklemiyor olsaydık çocuk yetiştirme zahmetine girmezdik; doğanın değişmez kanunları bunu, tek başına yapardı.

Bu kuramsal görüşler, karakterin doğuştan geldiğini iddia eden doktrini geçersiz kılmaya yeter. Öte yandan, savunduğumuz görüşleri mükemmel kılmak adına yapılan son çalışmaları okumalıyız. Özellikle Jean Paulhan’ın kitabının üçüncü bölümü iyi okunmalıdır. Bu bölümde, aynı kişide çok sayıda tiplerin olabileceğini, insanın evrilmesiyle ve yaşı ilerledikçe bazı eğilimlerinin yok olduğunu veya yeni eğilimlerinin ortaya çıktığını ve aynı kişide karakter değişikliklerinin olabileceğini görüyoruz.

Bu eğilimlerdeki anarşinin büyük çoğunluğunu çocuklar oluşturur. Peki, eğitim bu dağınıklığı düzenlemekle görevli değil midir zaten? Hatta çoğu zaman, çocuğun karakterinin tam oturduğunu düşünürüz ardından ergenlik çağı gelir, her şeyi altüst eder, anarşi yeniden başlar ve kendini izole eden bu genç kendi karakterini oluşturmazsa hep bahsettiğimiz o “kuklalardan” biri hâline dönüşür.

Hatta karakter doğuştan var olsaydı ve herkes doğduğu andan itibaren karakterini oluşturuyor olsaydı etrafımız karakterlerle dolu olurdu. O hâlde neredeler?

Siyasi dünya mı bizlere karakterimizi verecek? Belli bir amaca doğru yönelmiş hayatlar görmeyiz asla: fikir ve duygularımız o kadar karmaşık ve üretken eylemlerimiz o kadar nadirdir ki yetişkin bedenlerimizin ardındaki ruhumuz çocuk kalır.

Yazarların eylemsizliklerine şahit olduk; 1870 yılında meydana gelen korkunç kasırgadan sonra kendilerini yazı yazmaktan alıkoyup güçlerini insan “canavarını” yüceltmekte kullandılar. İçimizdeki en yüce ve en güçlü duyguları desteklemek yerine neredeyse tüm Fransız yazarlarımız daha alçak içgüdülere hitap ettiler. Düşünürlere layık bir edebiyat sunmak yerine bizlere paramparça bir edebiyat sundular.

Daha devam etmeye ne gerek var? Birlik ve sabitlik üzerine dayalı olması ve dahası, belli bir amaca yönelmiş olması, karakterin doğuştan var olmadığını göstermez mi? Doğal anarşimizle ters düşen bu usandırıcı birlik ve sabitlik yavaşça ele geçirilmelidir. Bunu başaramayan veya yapmak istemeyenler, insan karakterinin yüceliğini oluşturan şeylerden, yani özgürlük ve öz denetiminden vazgeçmek zorundadır.

    20 Ocak 1894

I

TEORİK KISIM

BİRİNCİ KİTAP

GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM

Mücadele Edilecek Sorun: Öğrencilerde ve Düşünsel Çalışmalar Yürütenlerdeki İrade Yitimi

İmparator Caligula, Romalıların kellesini bir seferde uçurabilmek için sadece bir tane başlarının olmasını isterdi. Mücadele edilecek düşmanlara karşı buna benzer isteklerde bulunmak yararsızdır. Neredeyse tüm başarısızlıkların, tüm kötülüklerin sebebi irade eksikliğidir; çaba göstermekten, özellikle de süreklilik gerektiren çabadan nefret etmemizdir. Madde için yerçekimi ne ifade ediyorsa, pasifliğimiz ve akıl dağınıklığımız da evrensel tembelliği tanımlar.

Azmeden bir iradenin gerçek düşmanı ancak süreklilik gösteren bir güç olabilir. Tutkularımız ise doğaları gereği geçicidir; güçlü olmalarına karşın ömürleri kısadır. Devamlı olmamaları, onları kendi içinde ele almamıza imkân vermez. Ancak takıntı düzeyindeki düşünceler gibi nadir durumlarda, çabanın devamlılığına engel olan gerçek sorunlarla karşı karşıya kalınır. Gevşeklik, ilgisizlik, tembellik, üşengeçlik gibi temel duygu durumları ise süreklilik gösteren duygulardır. Gereksiz çabalarımızı yenilemek, bu doğal duygu durumlarına karşı tek bir zafer bile kazanamadan savaşımızı yenilemektir.

Aslında çaba, insanlar tarafından zorunluluk hâlinde ve baskı durumunda ortaya çıkar, uzun süreli olarak devam eder. Gezginler, medeni olmayan topluluklarda azmeden bir çabanın olmadığı konusunda hemfikirler. Fransız Psikolog Théodule Armand Ribot, devamlılık arz eden bir iş konusunda ilk iradeli dikkat çabalarının kocaları uyurken ve dinlenirken dayak yeme korkusundan çalışmaya zorlanan kadınlar tarafından gösterildiğini gözlemler. Onlara en büyük rahatlığı sağlayacak düzenli bir iş yapmaya çalışmak yerine soylarının yok olmasını tercih eden Kızılderililerin gözlerimizin önünde yok oluşuna tanık olmuyor muyuz?