Книга Kara Melekler - читать онлайн бесплатно, автор Francois Mauriac. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kara Melekler
Kara Melekler
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kara Melekler

Bundan dolayı hayatımda bir kadın mevcuttu – daima mevcuttur – ki baş ucunda bir perno şişesiyle bir kadeh bulundurarak yatıyor ve polis romanlarını okumakla yaşıyordu. Artık yıkanmıyordu, kimse evinin hizmetine bakmıyordu, işlemeli çarşaflarının hâlini, yırtık ve lekeli ipek gömleklerini size anlatmayacağım. Her tarafta kirli kadehler, boş şişeler ve o… Ben muayyen günde gelmeliydim, Rahip Efendi! Nasıl aldanmıştım? Bununla beraber içimde bir ümit vardı ki bana yeryüzünde her şeyde başarılı olacağımı vadediyordu. – beni deli zannedeceksiniz – Ve hakikaten her şeyde bir suretle başarılı olmuştum. Mümtaz bir hâlde yaşıyordum. Benim yaşımda birçok gençlerin ıstırap çektikleri ve cephenin çamuru içinde öldükleri bir zamanda ben emniyette idim ve para kazanıyordum. İçimdeki ses: “Sen bu iki kadın arasında kalmışsan bu benim kabahatim değildir. Zenginle evlen, seni tutan ve fakir olandan alakanı kesebilirsin…” diyordu. Ve daima kendimize söyleyen yine kendimiz olduğunu iyice bilirim.

Adila’ya kısa bir mektup yazdım. Onunla evlenmeye karar verdiğimi haber verdim. Paskalya zamanına doğru Paris’i terk ettim. Bir akşam Liogeats’a varışım: Hatırlıyorum. Kimse beni beklemiyordu. İhtiyar Du Buch yatmıştı. Aşçı kadın, Adila’nın geceyi eski serbest okulda kurulan hastahanede ailesi tarafından yatırılan ölüm hâlinde birinin yanında geçirdiğini söyledi. Ertesi sabah kapıyı vurduktan sonra odama girdi. Çok zayıflamıştı ve hasta bakıcısı kıyafetinde daha az çirkin görünüyordu. Lakin kırkına yaklaşmış olan bu kadın o kadar ihtiyar görünüyordu ki zihnim karıştı. İlk önce beni evlenmemizin dehşeti istila etti. Çünkü o vakit her ne kadar otuz iki yaşında idiysem de kimse bana yirmi yaştan fazla vermezdi. Adila bir şey söylemeden beni tetkik ediyordu. Ben yatakta idim ve evleneceğim bu ihtiyar kadına göründüğüm gibi kendimi aynada görüyordum.

O ayakta, mümkün olduğu kadar uzakta duruyordu ve beni öpmek için bile bir hareket etmemişti. Bana küçük Andrés’i Ikrons’ta sütnineye bırakmış olduğunu, çocuğun güzel olduğunu söyledi. Bu çocuğun bence ne ehemmiyeti vardı? Hatırlıyorum. Pencere bütün bütün açıktı; paskalya güneşi yatağımı ışığa boğuyordu ve yapraksız meşelerde arı kuşları birbirini çağırıyorlardı: Sıralanmış büyük savaşa rağmen dışarıda o kadar gençlik ve sevinç vardı; bütün aşk ile dolu bir âlem. Ben ise kısmetim olan bu kadını seyrediyordum. Hemen beyaz gibi bir saç lülesi başlığından çıkıyordu. Gözleri inik idi. Mahsus bana bakmamak azmiyle beraber itirazsız bir itaat ifade ediyordu. Daha fazla kendimi tutamadım. Kekeledim:

“Maksadına eriştin… Beni satın aldın sanıyorsun… Fakat göreceksin! Göreceksin!”

Gözlerini kaldırdı. Ben daima insanları okumak hassasını haiz oldum, bu nazar hiçbir arzu ve ne de şiddetli bir his ifade etmiyordu. Yatağımdan çıktım. O gözlerini indirmedi. Kapıya dayanmış duruyor ve dudakları kımıldanıyordu. O kadar benzi atmıştı ki benden korktuğunu mu sordum. Başını eğdi.

“Öyle ise benimle niçin evleniyorsun?”

“Bu gerekli… Andrés için.”

“Fakat artık beni sevmiyor musun?”

Belirsiz bir harekette bulundu.

“Benden korkuyor musun?”

“Hayır.” diye itiraz etti. “Fakat sendekinden korkuyorum.”

“Bendeki fenalıktan mı? O senin eserindir. Bunu sen iyi bilirsin!”

Ah! Nihayet doğru isabet etmiştim. Bir inilti çıkardı.

“Ben henüz ufak bir çocuktum. Hatırla, Adila! Pek saf bir çocuk, ruhban okulunun bir talebesi.”

Gözleri yaşla doldu. Bu zavallı yumuşak çehre dehşet ifade ediyordu. Ve birdenbire onun yere yıkıldığını gördüm. Ben ise ayakta, pijama ile – gözlerinizin önüne geliyor değil mi? – ona bakıyordum. Başını kollarının içinde saklamıştı. Şişman vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bana yabancı kalmış bir his varsa o da merhamettir, ama birçok rabıtalarla bağlandığım bir mahluka karşı bile olsa! Ey peki! O anda ona karşı bir merhamet duyuyordum, nasıl söyleyeyim Rahip Efendi, tabiatın fevkinde bir merhamet… Bunu rastgele böyle söylemiyorum. İstemeyerek itiraz ettim:

“Hayır, bedbaht, hayır bana inanma… Ne? Ne diyorsun?”

Ona doğru eğildim. Alnına yapışan bu kırçıl lüle saçı elimle ayırdım ve iki hıçkırık arasında ağzından kaçırdığı kelimeleri anlamaya çalıştım. Nihayet anladım: “Boyuna değirmen taşı…” İsa’nın kendine iman eden o küçüklerden birini gücendirenlerin aleyhindeki bu tehdidini tekrarlıyordu: “Boyunlarına bir değirmen taşı bağlamak onlar için daha iyidir.” Karşı koyamadığım bir kuvvet beni onun yanında diz çöktürdü. Kollarımla onu sardım:

“Hayır, biçare kız, bu tehdit sana göre değildir. Çünkü ben, meleklerin Tanrı’nın cemali aksetmiş gördükleri o küçüklerden biri değildim. Hiçbir vakit bu küçüklerden biri olmadım. Mazimde ne kadar uzağa baksam içimde fesat yerleşmişti ve senin ruhunda bir karışıklık uyandırmakla eğlenirdim. İnsanın yaşı bir mana ifade etmez… Dünyaya geldiğim anda bana başkaları gibi masumiyet değil, masumiyet maskesi verilmişti. Çocukluk kirpiklerimin arasından senin kalbinde senin teninde uyandırdığım arzu ve hevese dikkat ederdim. Senin zavallı ruhun için kendimin ne kadar müthiş olduğumu memnuniyetle hissederdin. Tuzağa konulan yem olduğumu anlıyordum. Benim kendi zehrimin tadı ağzımı dolduruyordu ve sen bu büyülü vücuda yaklaşıyordun. Bu yalancı saffet ve ihlasın etrafında dolaşıyordun. Tereddütle ilerlemelerin, gerilemelerin, bana doğru dönüşlerin bunların hiçbiri gözümden kaçmıyordu. Buz gibi soğuk yürekli bir çocuktum. Seninle oynuyordum; zavallı kız! Onun için hiç üzülme. İkimizin en kuvvetlisi, en büyüğü ve baştan çıkaranı ben oldum. On altı yaşında iken ne ihtiyar idim. Dünya gibi ihtiyar! Hâlbuki sen benden beş yaş büyük olduğun hâlde ne çocuk yürekli idin!”

Tekrar kalkmış ve duvara dayanarak duruyordu. Bu şişkin çehreyi, beyaz başlıktan çıkan saçları hâlâ görüyorum. Hâlâ tırmanarak ağaçlara çıkan o kuşun ötüşünü, arı kuşlarının cıvıltısını ve sarmaşıklar içine düşmüş ardıç kuşlarını işitiyordum. Bu bir yortu haftası sabahı idi. Hayatımda fenalık yapmadığım bir an idi Rahip Efendi, o an iyilikte bulundum ve bu üzüntülü ruhu kenarında durdurdum… Bana rağmen, şüphesiz kendime rağmen, ama bir başkasına da rağmen… Kaçmalı, benden kaçmalı, diye ona tekrar ettim. Buradan savuş!

Bana derin bir muhabbetle bakarak başını sallıyordu. Bazen vücudunu bir ürperme sarsıyordu. Fakat artık ağlamıyordu. Birkaç defa “imkânı yok” diye tekrar ettiği için her zamanki sesimi buldum ve ona sordum:

“Benden şifa bulmadın mı?”

Bir yerine bir şey batırmışım gibi tekrar doğruldu, ben ısrar ettim:

“İyi olmuş olsaydın, buradan uzaklaşır, benden kaçardın, fakat senin için ne sakladığımı biliyor musun?”

“Biliyorum.” diye cevap verdi.

“Sen beni tanıyor sanıyorsun… Benim neye muktedir olduğumu bilmiyorsun.” Sanki Adila’nın her şeyi bilerek karım olması lazımmış ve bunu ben istiyormuşum gibi:

“Nasıl bilmez olurum?”

Bu suali boğuk bir sesle söyledi. Ben bundan nefret duydum. Hiddetim tekrar uyandı:

“Bu yapıldığı vakit o kadar mağrur olmayacaksın.”

Başı duvara doğru devrilmiş bana bakıyordu:

“Aman ne olacaksa bir an evvel olsun da bitsin. En gücü bunu haber vermek olacaktır.”

Ve kaba bir tavırla sözünü kestiğim için tekrar söze girişerek:

“Maksat annem değil, onu çok zamandan beri hazırladım. O buna şaşmayacaktır. Hayır, ben Mathilde’i düşünüyorum…”

Bana niçin Mathilde’den bahsediyordu. İkimiz de daima bu ismi telaffuz etmeye mahal vermemiştik. Onun İngiltere’de bulunduğunu hatırladım. Mathilde’in bizim için ne ehemmiyeti vardı? Onu bu olağan şey karşısında bulundurduk, Adila yavaş sesle:

“Yarın dönüyor.” dedi.

Gözleri boşluğa baktı. Yanaklarından aşağı iki yaş akıyordu:

“Ona söylemek gerek…”

“Bunun onunla ne ilgisi var? O senin teyzenin kızından başka bir şey değil. Bir evde yaşadınız, bu malum. Fakat seni Paris’e götüreceğimi biliyor musun?”

Liogeats’i terk hususundaki kati azmimi bildirmek için evlenmemizi beklemeden işi meydana vurmuş olduğumdan dolayı canım sıkıldı, dudaklarımı ısırdım. Fakat bu haberin onu kayıtsız bıraktığını iyice gördüm. İzdivaca, denize atılır gibi giriyordu. Mırıldanarak:

“Paris’e veya başka yere…”

“Evet hakkın var; Paris’te veya başka yerde benimle beraber bulunacaksın, benim karım olacaksın. Benim gibi bir mahlukun karısı, tenimin teni olacaksın.”

Hafif sesle: “Zaten öyleyim.” dediği için ben ısrar ettim:

“Adila, tamamen kendini bana vereceksin. Yalnız benim olacaksın. Seninle benim aramda kimse olmayacak.”

Ona hâkim olmadığımı hissettim. Bakışıma dayandı ve kuvvetle itiraz etti:

“Hayır, yalnız olmayacağım. Yalnız değilim. Eğer olsaydım senden dünyanın öbür ucuna kadar veya öteki dünyaya kaçardım.”

Verecek cevap bulamadım. Biraz sükûttan sonra yine başladı:

“Anneme söyleyeceğim… Mathilde’e gelince, bu, benim kuvvetimin fevkindedir. Sen ona kendin haber vereceksin. Hem de ne kadar çabuk olması mümkünse… Yarın, her şeyin çabuk bitmesi lazım. Niçin Paris’te değil, mademki Paris’te senin tanınmış bir meskenin var?”

“Hayır.” diye itiraz ettim. “Ben burada parlak bir şekilde evlenmek istiyorum. Senin beyaz libasınla Liogeats’ten geçmeni istiyorum. Bütün halkın benim başarıma şahit olmalarını istiyorum… Büyük bir başarı değil mi? Bazıları olup bitenden şüphe ediyorlar. Onların hakaretlerini beklemeli. Ne yazık! Ben mutlaka Liogeats kilisesinde güzel bir düğün yapmak istiyorum.”

“Yapacaksın, yapacağız.”

Beni gözlerinden kaçırmıyordu. Ve çabuk çabuk nefes alıyordu.

Bütün gün başka kimseyi görmedim. Dul kadınlarla, çocuklarını kaybetmiş analarla dolu olan köyde gezinmeye cesaret edemiyordum. Matemde olmayan, endişe içinde yaşamayan bir aile yoktu. Halk bu zamanda genç ve sağlam bir adamı görmeye tahammül edemiyordu. Hakikatte benim terhisim nizamı dairesinde idi. Radyografinin tetkiki ve muayene neticesinde ciğerimin anlaşılan maluliyeti endişeye mahal bırakmıyordu. Fakat şurası garip idi ki ben hiçbir rahatsızlık, yorgunluk duymuyordum. Demir gibi kuvvetli idim. Bunu nasıl izah ederseniz ediniz, Rahip Efendi. Ben garip bir surette muhafaza edilmiştim, bunu itiraf etmeli, ehemmiyette idim. Bununla beraber hayatım devam ettikçe beni dehşet alıyordu.

Bugünü bahçede dolaşmakla geçirdim. Adila hastanesine gitmişti. Annesi senelerden beri yemeğe inmiyordu. Yalnız ihtiyar kadının, şatonun cephesindeki pencerelerinin panjurları açıktı; ötekilerin hepsi kapalı idi. Batı tarafında bir hizmetçi kızın, Mathilde’in odasının camlarını sildiğini gördüm. Bu odadan Adila’nın odasına geçilirdi.

Öğle vakti Aline’den bir mektup aldım. Amirane ve tehditkârane idi; lakin ben müsterihtim. Evlenmemi bozmamakta onun da faydası vardı ve define benim ellerimin içine düşmedikçe ondan korkum yoktu. Fakat ondan itibaren bana hayatı zehir edebilirdi. Önceden titriyordum. Rahip Efendi, sizin niteliğinizdeki adamlar benim cinsimden adamların nasıl olup kendilerini sıkan birini ortadan kaldırmak fikrine ereceklerini sorarlar. Bununla beraber daha o zaman devamlı düşüncelerimden biri Aline’den kurtulmak için bir çare bulmaktı. Hayal gücüm geniş idi: Hayatımı fikren onu öldürmekle geçirdim. İhtira ettiğim şeylerin hepsiyle ne kadar polis romanı yazabilirdim! Fakat büsbütün rahat bırakacak cinayet yoktur. Ve bir de çoktan beri tehlikeli şantaj oyunlarına alışmış olan Aline kendini sakınıyordu. Genellikle benim tasavvurlarımdan tabii bir şey gibi bahseden ve niçin kendini öldürmeyeceğini ve niçin öldüremeyeceğimi bana izah ederdi: Kırk sekiz saat zarfında şüphe altına düşecek ve tutuklanacaktım; her şey beni itham edecekti. Bundan vazgeçmek emin kimselerde birtakım evrak bıraktığını ve bunların da emir öncesinde adaletin hakkımda dikkatini celbedeceğini sık sık tekrar ediyordu. Kaltak, kendi yaşamasında benim de çıkarım olduğuna ve hatta ona bir felaket gelirse benim günahsız da olsam mahvolmuş olacağıma nihayet beni ikna etmişti.

Bugün, o vahşi ve çıplak ormanlarda geçti ki çocukluğumdan beri beni tanımakla beraber kim olduğumu bilmiyorlardı. Yalnız benim yaratılışımda bir adam, bize hükmetmek için ne gözü ve ne şuuru olmayan bu çok güzel cihanı derinden sevebilir… Hayvanlarla, yıldızlarla dolu bu kokulu cihan velilerle delilerin vücudunu ve kurtuluş veya fena bulan mahlukların bulunduğunu bilmez. O gün saat üçe doğru güneşte devrilmiş bir çam üzerine oturduğumu hatırlıyorum. Ağacın iri gövdesi düşerken meşeleri de tahrip etmişti. Kopan kabukların kokusu içinde çömelerek bir tilki gibi, bir sansar gibi masumane ısınıyordum. Tabiat benden hesap sormuyordu: Ona karşı yaşayan her şey, onun en gizli hayatına karışmış her şey birbirini yırtıyor, mahvediyordu. Aynı saatte güneşte tüylerini, postlarını, kanatlarını ısıtan binlerce başkaları arasında bir yırtıcı da bendim. Istırap çekiyordum. Istırabım mucize ile işlemez olmuştu. Çünkü Rahip Efendi bilmelisiniz ki bu zalim acı asla kesilmez. Her saniye ebediyen tutulmak hissi asla sizi bırakmaz. O zamanda sizinkilerden biri tarafından bir gün bana söylenmiş olan bir sözü henüz işitmemiştim. O peygamber ağızlı ihtiyar papaz ki Luchon’da tedavide bulunduğum sene Super-Baqnere’in yılankavi dağ yollarında tesadüf etmiştim. Evet, onunla beraber İsa’dan onun dediği gibi “bu cihanın hükümdarından” bahsediyorduk. Bana öyle bir emniyetli sesle söyledi ki donakaldım: “Ruhlar vardır ki ona teslim olmuşlardır.” Bunu sağlam bir kaynaktan biliyor gibi görünüyordu. Onu sorgulamaya cesaret edemiyordum ve acele ile başka şeylerden konuşuyordum. Ondan beri açıklama almak için bu ihtiyarı her yerde aradım. Nihayet tekrar izini buldum: Vanves’te bir inziva evinde kutsiyet rayihasıyla ölmüştü ve müthiş sırrını beraber götürmüştü. “Ruhlar vardır ki ona teslim olmuşlardır.”

Mathilde, ertesi gün sabah kahvaltısından sonra geldi. Ben karşılamaya gitmemiştim. Bütün gün onun Adila’yı çağırdığını ve eşyalarını çözdüğü odasında gülüp şarkı söylediğini işittim. Kapıları çarpıyordu. Küçük kız hiç değişmemişti. Geçtiği yerde herkes uyanıyordu. Güneşte gazeteleri okuyordum ki çevik bir el şapkamı kaptı. Bir gülme işittim, tanıdım, fakat önce yalnız gülmeyi tanıdım. Kırlangıç edalı ince uzun kız vaktiyle oyunlarıma iştirak etmiş olan zeytin rengindeki ince çubuğu asla hatırlamıyordu. Sonraki o Mathilde Desbats’a da benzemiyordu. Siz bu Madam Symphorien Desbats’ın artık vicdan rehberliği şerefine haiz değilsiniz. Bu zamanda hiçbir şey Rahip Efendi, Mathilde’den daha az feci değildi. Onun tanıdığınız yadırgayan çehresi yoktu. Fakat hâli ürkekti, evet, o ürküyordu: birdenbire odaya giren ve her şeye çarpan kırlangıç kuşu, yolun ortasına konmuş, orada yalnız bir saniye duran bir kuş gibi şapkasını sallıyor ve saçları sımsıkı bağlanmış ufak başının sert hareketleriyle yüzüme dik dik bakıyordu. Esvabının nasıl olduğunu, mevsimin hâlâ soğuk olmasına rağmen çıplak kollarını, esmer boynunun etrafındaki iri mercan yuvarlakları size söyleyebilirim. Ben artık kendime malik değildim, artık kim olduğumu bilmiyordum: Mevcudiyetimin içinden esrarengiz bir incelik yükseliyor ve suçlu hayatımın üzerine yayılıyordu. İşte tekrar genç bir kızın karşısında genç bir adam oldum… Hayır, doğru değil, bütün bu hayat rüyada yaşanmıştır. Hâlâ ağaçlıklar içinde saklandığımız zamanlar… Adila bizi arıyor, isimlerimizi haykırıyordu, ben onu sıkmayarak kollarımın arasında tutuyordum, o, ellerini boynuma doluyordu. Bütün bir hayatın kirliliği fena bir rüya kadar sürdü. Sıçrayarak uyanıyorum, sen hâlâ oradasın, beni seviyorsun… Ve biz öyle çekingen kalıyoruz. Birimiz atılmaya gayret etmiyor… O birdenbire konuşuyor:

“Küçücük Gabriel’im… Sen hiç değişmemişsin, nasıl idiysen öyle kalmışsın! Eski zamandaki gibi kızarıyorsun…” Menhus sözler… Bir hamlede sis yarılıyor ve hayatım gözümün önüne çıkıyor.

Hiçbir şey bende nişane bırakmamış mıydı? Fakat hakikatte Mathilde aldanmıyordu: Beraber oynadığımız zamanlarda dahi ben bugünkü kadar mahvolmuştum: yaşımın saflığı bunu örtüyordu… Hayır, ben değişmemiştim; sonra ne yapabilmişsem, hakiki çehreme, ezelî çehreme bir şey ilave etmemiştim.

“Sende hasta hâli yok… Fakat bu olmalı… Evet, biliyorum. Seyahatim esnasında senin radyografini gördüm, ben şimdi hekimlikte malumatlıyım! Bu kadar sıhhatli görünmen, fevkalade bir şey!”

Hararetimi sordu ve her akşam derece koymadığıma darıldı. Beraber hareket ettik. Çok çam ağacı devrilmişti. Tanıdığımız gizli köşeleri kesmişlerdi. Evvelce Balion deresine varmak için sık ormanlıklardan geçmek iktiza ederdi. Akçaağaç ve meşelerin karışık dalları altından akan dere, şimdi apaçık görünüyor; ağaç kökleri ve kabuk parçaları dolu çıplak arazi içinde titriyordu. Mathilde:

“Hiç olmazsa Balion değişmemiştir. Top ateşinin ve gazların derelere bir şey yapabileceklerini zannediyor musun? Akan suya bir şey yapılamaz.”

“Evet, küçük çocuğum – ona daima küçük çocuğum demiştim – onu zehirliyebilirler… Bak bizim siperimiz hâlâ duruyor.” Burası yaban güvercinlerini tüfekle avlamak için saklı bir yerdi. Eski zamanda gibi oraya girdik. Mathilde’in hatrına fenalık getirmediği bu tenhalıktan istifadeye kalkmayı artık düşünmüyordum. Her vakit tatilleri aynı köyde geçiren çocuklar gibi yine birbirimizi bulmuştuk: Sadece omuz omuza dayanıyorduk. Ve tekrar, büyük sükûnet, kuru ot kokuları içinde hüviyetimde bilgisini kaybettim. Yüzümde nişan bırakmamış olan işlerimin ruhumda da yer bırakmamış olduğunu zannedebilirdim. Belki de bu küçük Mathilde ikimiz için de masumiyet vardı. Birkaç saniye mesut oldum. Evet, bununla beraber ben saadetin ne demek olduğunu bilirim. Ta ki Mathilde söze başladı:

“Ben Adila’yı çok değişmiş buldum. Tanınmayacak hâle gelmiş: Âdeta ihtiyar olmuş.”

Cevap vermedim. Yağmur taneleri siperimizin otlarına ve yapraklarına vuruyordu. Yanı başımızda bir kuş boğazını yırtarcasına ötüyordu. Adila’yı düşünmemek! Adila’yı düşünmemek! Fakat gayretlerime rağmen bundan böyle o aramızda duruyordu. Mathilde benim ne ile meşgul olduğumu soruyor ve nereden para kazandığımı öğrenmek istiyordu. İhtiyatla ve gizli titreme içinde cevap veriyordum. O işler içinde yoğurulmuş tecrübeli küçük bir kızdı. Bizde bunlardan çok bulunur. Fakat ben bulmakta çok zahmet çekiyordum. Bereket versin yaptıklarımın bazıları söylenebilirdi. O zamanlar ne olsa satın almak ve bir ay sonra büyük bir kârla satmak kabildi. Mathilde yüzünü ekşitiyordu. O buna “ahlaka aykırı vasıtalara başvurarak yaşamak” diyordu.

Bana sordu: “Liogeats’e dönmek ve burada yaşamak için Paris’i terk etmeyi hiç düşünmedin mi?”

“Liogeats’te ne yapacaktım?”

“Ben bilmem… Sen ara bul…”

Siperin gölgesinde gözlerimiz karşılaştılar. Artık yağmur yağmıyordu. Islak toprak bizi kokusu ve soğuğu ile kuşatıyordu. Lakin biz sıcak duruyorduk. Onun bana ne teklif ettiğini biliyordum. Anlıyordum… Çok geç! Yahut ki Adila’yı feda etmeli… Bir de onu feda etmek olmayacaktı.. O artık beni sevmiyordu. Onun nazarında evlenmemiz yapılan hatayı tamirden başka bir şey değildi. Bana karşı bir şey yapamazdı.

“Mesela sen benim arazimle meşgul olabilirdin…”

“Ne sıfatla?”

Lakırtıyı değiştirdi, Brighton’dan, torpillenmiş bir gemide anası babası ölmüş iki Avustralyalı kız dostundan bahsetti. Birdenbire Fransa’ya niçin geldiğini biliyor muyum diye sordu. Amcazadelerinden biriyle bir evlenme tasavvuru mevzubahisti. Symphorien Debats kendinden yirmi yaş büyük idi. Fakat ebeveyni hayatta iken de Mathilde’in arazisiyle meşgul oluyordu. Biraz heyecan gösterdim.

“Henüz karar vermedim. Ancak ihtimale göre hayır diyecek olursam o kadar minnettar olduğum bir adama mektupla bunu haber veremem…”

Yağmur tekrar başlamıştı. Eve doğru koştuk. Çocukken yaptığımız gibi onun elini almıştım. Fakat şimdi o benden fazla koşuyordu. Böylece karanlık avluya girdik. Fırtına hafifçe gürlüyordu. Bir koltuğun üstüne atılmış bir hasta bakıcı mantosu gördüm.

“Adila gelmiş.” dedi Mathilde. “Onu çağırmaya cesaretim yok. Benden kaçıyor gibi görünüyor… Bana gücenecek sebepleri var mı, biliyor musun? Belki ona yeterli derecede yazmamış olduğuma kızmıştır. Herhâlde biz o kadar samimi değildik! Ne vakit evlenecek olursam nihayet kendi evimde yaşayabileceğim…”

“Şato ayrılamıyor mu?”

“Ben çıkmak istiyorum. Zaten şatoyu sevmiyorum. Eğer Adila onu almak isterse…”

“Mösyö Desbats’ın meydandaki ikametgâhı çok fenadır.”

Titrek bir sesle “Mösyö Desbats’ın evinde yaşamanın mevzubahis olmadığını” söyledi. Her fırtınada olduğu gibi elektrik sönmüştü. Biz ayakta idik ve etrafımızda akşam karanlığı içinde bu sel akıntısı vardı. Üst katta gezindiklerini işitiyorduk. Çılgın ve akılsızca bir arzunun pençesinde idim. Hemen Adila ile konuşmak ve onu derhâl baştan atmak… Kararsızlık içinde bir an daha kalmanın imkânı yok: Nihayet yolum serbest olsun, ben de bahtiyar olabileyim! Bütün bu engelleri bertaraf edeceğim; şimdiden fikrimde onların üzerine kudurmuş gibi hücum ediyordum. Ya, Aline?

Ancak Mathilde, Adila kadar zengindi… Aline’in ağzını kapayacak kadar para alabilirdim. Lakin hayır, o sefil mahluku benim mahvım için tamamen uğraşmaktan hiçbir şey menedemeyeceğini biliyordum. Bir defa izdivaç yapıldıktan sonra bunu düşünmek için vakit olacaktı. Yalnız bahtiyarlık bu umulmadık saadet Aline’i sükûta, ebedî bir sükûta kavuşturmak için bana cesaret verecekti. Evet, birdenbire bu muayyen dakikada bu köy avlusunda çabuk çabuk nefes alan bu genç kızın yanı başından başka bir cürüm işlemenin hakkını kazanmak için bu son cinayete karar vermiştim. Bir cinayet daha ve artık tamam olacak.

Gürültü ile yağmur yağıyordu. Fırtına kopuyordu ve bununla beraber ben dünyada yalnız Mathilde’in hafif solumasından başka bir şey duymuyordum. Çekimser ellerim karanlıkta ilerlediler.

O mırıldanarak: “Her vakitten beri!” dedi. “Ya sen?”

Onu kollarımın içine aldım. Başımızın üstündeki ağır ayak sesinden şaşırmıştım: Adila… Hemen Adila’yı baştan defedip kurtulmak… Bir an daha kararsızlıkta kalamazdım. Mathilde’i hafifçe bıraktım ve odasına gidip beni beklemesini söyledim.

Adila’nın yanına bir hırsız gibi kapıyı vurmadan girdim. Tespih çekerek boydan boya geziniyordu: Avluda işittiğimiz gürültü onun bu gezinmesinden geliyordu. Ocağın üzerinde mumlar yanmıştı. Beni görünce sıkıldı ve durdu. Tespihi bileğinin etrafına sarmıştı.

“Yemekten evvel seninle konuşmak istiyordum.” Sesim ne kadar tatlıydı! O kadar ki tatlılığı beni bile şaşırtıyordu. “Dünkü konuşmamızdan beri düşündüm. Sana hayli fenalık ettim. Zavallı Adilacığım! Bu evlenme bir delilik olacak.”

Usanmış gibi bir harekette bulundu.

“Tekrar bu konuya gelmek neye yarar? Aramızda her şey söylendi.”

Hiddet başıma çıktı ve kekeleyerek dedim ki:

“Ya ben? Bu işte ben ne oluyorum? Ya benim saadetim ne oluyor?”

Adila dönmüştü ve derin bir dikkatle beni inceliyordu.

“Senin saadetin mi? Benim servetim, benim topraklarım.”

Bu sözleri nasıl alakasız bir sesle söylüyordu. Onun parasıyla eğlendiğimi söyledim. Birdenbire kendimi tutmaya çalıştım:

“Ben de seninki kadar ve hatta seninkinden daha güzel bir mülk alabilirim. Aynı zamanda bir kadınla evleneceğim ki… Olmayacak…” Burada kullandığım kelime edebe aykırı tabirlerden biriydi. Bu bana bazen vaki olur. Hâlbuki tabiatm bunlardan ürker. Bununla beraber bazı ahvalde dudaklarımdan neler çıktığını tahmin edemezsiniz.

Adila titrek bir sesle sordu:

“Hangi kadın? Mathilde mi? Bundan şüpheleniyordum.” dedi ve acı bir tavırla ilave etti. “Bunun böyle olacağını hissediyordum.”

Sonra pek sükûnetle: “Öyle ise, hayır, yavrum, bundan vazgeçmeli.”

“Beni kim zorlar?” diye mırıldandığımdan dolayı bunun için vasıtaları olduğunu söyledi.

“Amma yaptın! Sen kendi kendini mahvederdin…”

Hiddetin son derecesine gelmiştim. O, bunun tesirlerine sık sık düçar olurdu. Dayandı ve bakışıma karşı durdu:

“Artık beni korkutmuyorsun. Ben her şeye hazırım. Beni iyi dinle: İktiza ederse ben kendim Mathilde’i kurtarmayı lezzetle üstüme alacağım. Lakin sen hâlâ anlamamışsın ki benim artık ne kaybedecek, ne kazanacak bir şeyim kalmamıştır. Her şeyi kaybetmiş veya kazanmışımdır. Sen bana artık ne iyi ne fena bir şey yapamazsın!”

Ellerimi kalın beyaz boynunun hizasına kaldırdım:

“Ya bundan, bundan da korkmaz mısın?”

Başını salladı:

“Hayır Gabriel, çünkü sen de çok korkuyorsun…”

Odadan çıkıyordu. Üzerine atılmakta tereddüt ettim. Merdivenin sahanlığına kadar gitti. Fakat başlangıç zannettiğim gibi bu benden kaçmak için değildi; çünkü onun hızlı hızlı Mathilde’i çağırdığını işittim.

Küçüğün hafif adımı basamakları çatırdattı. Ben ocaktan mümkün olduğu kadar uzakta duruyordun. Mathilde girdiği vakit beni görmedi. Sesini işittim:

“Orada mısın Gabriel?”

Bu sırada Adila kapıyı kapamıştı.

“Gabriel de ben de sana büyük bir haber vermekte daha fazla gecikemeyiz… Gabriel bunu sen kendin Mathilde’e haber vereceğini vadetmiştin.”

Genç kız başta aramızda geçenleri teyze kızına anlatmış olduğumu ve Adila kendinin de nişanlandığını bildirerek böyle cevap vermiş olduğunu zannetti.