Книга Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini Bütün Maceraları 2 - читать онлайн бесплатно, автор Артур Конан Дойл. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini Bütün Maceraları 2
Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini Bütün Maceraları 2
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini Bütün Maceraları 2

Aylardır günde üç defa buna tanıklık ediyordum fakat alışkanlığım gereği zihnim bu durumu bir türlü kabullenemiyordu. Aksine her geçen gün bu görüntüye daha da sinirleniyordum ve karşı çıkamadığım için geceleri vicdanım sızlıyordu. Tekrar tekrar kendi kendime konuyu açacağıma dair yemin ettim ama arkadaşımın rahat, kayıtsız tavırları bu konu üzerinde konuşma cesaretimi kırıyordu. Gücü, hünerli davranışları ve daha önceden tanık olduğum o olağanüstü yetenekleri kendimi çekingen hissetmeme neden oluyordu.

Ama bir gün, öğleden sonra, öğle yemeğinde içtiğim Beaune nedeniyle -ya da kasıtlı davranışlarda bulunarak beni çileden çıkarması nedeniyle mi bilemem- artık daha fazla dayanamayacağımı anladım.

“Bugün hangisi?” diye sordum. “Morfin mi kokain mi?”

Gözlerini ruhsuz bir şekilde okuduğu siyah kaplı kitaptan kaldırdı.

“Kokain.” dedi “Yüzde yedilik bir çözelti. Denemek ister misin?”

“Tabii ki hayır!” diye terslenerek cevap verdim. “Afganistan seferinden sonra bünyem pek düzelmedi. Vücuduma daha fazla zarar vermek istemiyorum.”

Hiddetli hâlime gülerek “Haklı olabilirsin Watson.” dedi. “Sanıyorum fiziksel olarak çok etkilendim. Ancak zihne o kadar yaşamüstü bir uyarıcı ve aydınlatıcı etki yapıyor ki yan etkileri sadece kısa bir süre için ciddiye alacağım bir şey hâline geliyor.”

“Ama düşün…” dedim içtenlikle. “Çok pahalıya mal olabilir! Zihnin uyarılıyor ve heyecanlanıyor olabilirsin dediğin gibi; ama bu patolojik ve hastalıklı bir süreç ve büyük bir doku değişimi yaşamanın yanı sıra kalıcı bir hastalık da bırakabilir. Çok kötü sonuçlarla karşılaşabileceğini biliyorsun. Bütün bunlara değer mi? Geçici bir mutluluk için neden sahip olduğun bu harika yetenekleri riske atıyorsun? Unutma, ben sadece bir arkadaş olarak değil, aynı zamanda bir tıp doktoru olarak konuşuyorum ve sen bir dereceye kadar bedeninden sorumlusun.”

Alınmışa benzemiyordu. Aksine, sohbet etmeye hazırlanıyormuş gibi parmak uçlarını birleştirip dirseklerini koltuğun kenarına koydu.

“Zihnim durgunluğa başkaldırıyor.” dedi. “Kendime özgü bir atmosfer içindeyim. Bana problemler, görevler, çok muğlak şifreler ya da anlaşılması güç analizler ver… O zaman uyarıcıların yapaylığından vazgeçebilirim ama var olmanın sıkıcılığından iğreniyorum. Zihnin yüceliğini şiddetle istiyorum. Bu yüzden bu mesleği seçtim ya da yarattım diyelim. Ne de olsa dünyada bu mesleği yapan tek kişiyim.”

“Resmî olmayan tek dedektif!” dedim kaşlarımı kaldırarak.

“Resmî olmayan tek danışman dedektifim.” diye devam etti. “Araştırma ve inceleme işindeki en son ve en yüksek merci benim. Gregson, Lestrade ya da Athelney Jones kendilerini aşan zorluklarla karşılaşınca -ki bu her zaman başlarına geliyor- bana gelirler. Verileri bir uzman gibi inceliyor ve fikirlerimi söylüyorum. Bu davaların karşılığında hiçbir şey istemiyorum. Adım gazetelerde çıkmıyor. Olağanüstü yeteneklerimi kullanabileceğim bir alan bulmam benim için en büyük ödüldür. Jefferson Hope davasında kullandığım teknikler konusunda bizzat fikir edindiğini biliyorum.”

“Evet, tabii…” dedim içtenlikle. “Hayatımda hiç bu kadar etkilenmemiştim. ‘Kızıl Soruşturma’ adlı müthiş bir başlıkla onu ufak bir kitap hâline getirip ölümsüzleştirdim bile!”

Üzülerek kafasını salladı. “Göz attım.” dedi. “Gerçekten seni ne kadar tebrik etsem azdır. Keşif kesin bir bilimdir ya da öyle olması gerekir ve ona aynı soğuk, duygusuz yolla muamele edilmelidir. İçine bir miktar romantizm katmışsan eğer bu Öklit’in beşinci önermesindeki bir aşk hikâyesi ya da evlenmek için evden kaçan gençlerin yarattığı etkinin aynısı gibi bir şey olur.”

“Ama o aşk hikâyesi yaşanmıştı.” dedim serzenişte bulunarak. “Gerçeklere hile karıştıramazdım.”

“Bazı gerçekleri gizli tutabilirdin ya da en azından belli ölçüde daha az anlatabilirdin. Davada anlatılmaya değer tek nokta sebep sonuç ilişkisine dayandırılan uslamlamaydı ki bunu yaparken çok başarılıydım.”

Özellikle onu mutlu etmek için yaptığım çalışmayı bu şekilde tenkit etmesi beni rahatsız etmişti. Bununla beraber kitabımın her satırını onun yaptıklarına adamamı istemesindeki bencilliğe de ayrıca sinirlendiğimi itiraf ediyorum. Baker Caddesi’nde birlikte yaşadığımız yıllar boyunca arkadaşımın sessiz, sakin tavırları altında yatan kibri pek çok kez fark ettim. Ona cevap vermedim; bunun yerine yaralı bacağımı ovalamaya başladım. Bacağıma bir Jezail mermisi isabet etmişti ve bu mermi yürümemi engellememesine rağmen her hava değişiminde biraz sancımasına sebep oluyordu.

“Yeteneğim bütün kıtada duyuldu.” dedi Holmes funda kökünden yapılmış piposunu doldurarak. “Geçen hafta, muhtemelen senin de tanıdığın Francois Le Villard bana başvurdu. Son zamanlarda Fransız dedektif servisinde oldukça ön plana çıkmış biri. Keltlerin güçlü sezgilerini bulabilirsin onda; fakat sanatında yükselmesi için gereken bilgiye sahip değil. Dava bir vasiyetnameyle ilgili ve bazı yönleri benim ilgimi çekti. Benzer iki davada, 1857’de Riga’da ve 1871’de St. Louis’te ona yardımcı olup sonuca ulaşmasında yol göstermiştim. Bu sabah yardımımı istediğini belirten bir mektup aldım. İşte burada.”

Konuşurken yurt dışından gelen kırışmış bir mektup kâğıdının bir sayfasını uzattı bana. Göz attığım notta, “magnifiques”, “coup-demaitre” ve “tours-de-force” gibi kelimeler yoluyla cömertçe sunulan iltifatlar göze çarpıyordu. Fransız’ın oldukça içten takdiri açıkça görülüyordu.

“Öğretmeniyle konuşan bir öğrenci gibi.” dedim.

“Ah, beni gözünde çok büyütüyor!” dedi Sherlock Holmes vurdumduymaz bir şekilde. “O da bayağı yetenekli. İdeal bir dedektifin sahip olması gereken üç özellikten ikisine sahip. Gözlem ve tümdengelim gücüne sahip. Sadece bilgiyi arzuluyor ve bu da ancak zamanla olur. Şimdi benim küçük eserlerimi Fransızcaya çeviriyor.”

“Senin eserlerin mi var?”

“Ah, bilmiyor muydun?” dedi gülerek. “Evet, birkaç monografi yazmak gibi bir suç işledim. Hepsi de teknik konular üzerine. Örneğin biri burada. ‘Çeşitli Tütünlerin Külleri Arasındaki Farklılıklar’ kitabımda yüz kırk çeşit puro, sigara ve pipo tütünü listeledim ve küller arasındaki farklılığı göstermek için renkli tabaklardaki resimleriyle süsledim yazımı. Bu farklılıklar, kriminal davalarda sürekli karşımıza çıkan bir detay ve bazen çok büyük bir ipucu olarak önem arz ediyor. Örneğin cinayet işleyen bir adam için Kızılderili lunkası içiyor diyebiliyorsan araştırma alanını oldukça daraltabilirsin. Eğitimli bir göz için Trichinopoly’nin siyah külleri ile kuşgözünün1 ince beyaz havı arasında, lahana ile patates arasındaki kadar fark vardır.”

“Ufak ayrıntıları bulmada müthiş bir kabiliyetin var.” dedim.

“Çünkü önemlerini takdir ediyorum. Bu da ayak izleri hakkında yazdığım bir monografim. Basıldığı zaman kalan izi yok etmek için kullanılan Paris plasteri hakkında birkaç söz yazdım. Bu da gemicilerin, mürettiplerin, dokumacıların, mücevhercilerin ellerinin linotipleriyle beraber, ticarette elin şeklinin önemi üzerine yazılmış küçük bir çalışmadır. Bilimsel dedektifler için bu oldukça pratik bir çalışma. Özellikle sahiplenilmeyen cesetler ve suçlunun geçmişini araştırmada kullanılır; galiba bu hobimle ilgili canını sıkıyorum.”

“Kesinlikle hayır!” dedim içtenlikle. “Aksine çok ilgimi çekti, özellikle sen bunu pratiğe döküp de benim bizzat şahit olma fırsatını yakalayışımdan beri. Biraz önce gözlem ve tümdengelimden söz ettin. Biri, diğerini bir dereceye kadar kapsamıyor mu?”

“Hayır.” diye cevap verdi, lüks koltuğuna yaslanıp piposundan çıkan kalın, mavi halkaları havaya üfleyerek. “Örneğin gözlem, bana, bu sabah senin Wigmore Caddesi’ndeki postaneye gittiğini gösterir; fakat tümdengelim bir telgraf çektiğin bilgisini verir.”

“Doğru!” dedim. “Her ikisi de doğru! Ama bu sonuca nasıl vardığını bilmediğimi itiraf etmeliyim. Aniden verilmiş bir karardı ve hiç kimseye bahsetmemiştim.”

“Çok basit.” dedi şaşkınlığıma gülümseyerek. “O kadar basit ki bir açıklama yapmak bile lüzumsuz; ama yine de gözlem ve tümdengelimin sınırlarını açıklamada gerekli olabilir. Ayağının üst kısmına bir parça kırmızımsı toprağın yapıştığını gözlemledim. Seymour Caddesi’nin karşısındaki kaldırım taşlarını sökmüş ve biraz toprak atmışlar. Bu toprağa basmadan içeri girmen imkânsız. Bildiğim kadarıyla bu kırmızımsı topraktan civarda pek bulunmuyor. İşte bütün bunları gözlemledim. Gerisi ise tümdengelim.”

“Peki, telgrafı yolladığımı nasıl anladın?”

“Ah, sabahtan beri karşında oturuyorum ve mektup yazmadığını biliyorum. Ayrıca masanın üstünde pullar ve yığınla kartpostal görüyorum. O zaman postaneye gitmen için geriye tek bir sebep kalıyor, o da telgraf çekmek. Diğer faktörleri eleyince geriye tek bir gerçek kalıyor.”

“Bu durumda gerçekten öyle!” dedim biraz düşündükten sonra. “Dediğin gibi çok basitmiş. Senin teorilerini daha zorlu bir sınava tabi tutarsam beni küstah olarak nitelendirir misin?”

“Aksine!” diye cevap verdi. “Kokainden ikinci bir doz almamı engellemiş olursun. Bana anlatacağın her türlü problemi çözmekten mutluluk duyarım.”

“Bir insanın, günlük hayatta kullandığı bir eşyasından, üzerinde eğitimli bir gözün görebileceği kendi şahsına özgü bir iz bırakmadan kurtulmasının pek de kolay olmadığını söylediğini duymuştum. Şimdi, çok yakın zamanda elime geçen bir saat var. Daha önceki sahibinin karakteri ya da alışkanlıkları hakkındaki düşüncelerini zahmet olmazsa bana söyler misin?”

Çözüme ulaşması imkânsız bir sınavdan geçeceği için içten içe eğlenerek saatimi ona uzattım. Amacım, ara sıra üstünlük taslaması nedeniyle ona bir ders vermekti. Saati elinde tarttı, kadranına dikkatlice baktı, arkasını açtı ve önce çıplak gözle, sonra da güçlü bir dışbükey mercek ile onu inceledi. Yılgın bir yüz ifadesiyle saatin arkasını kapatıp bana geri verdiğinde gülmemek için kendimi zor tuttum.

“Neredeyse hiç veri yok.” dedi. “Saat yeni temizlendiği için birçok ipucunu da silip götürmüş.”

“Haklısın.” dedim. “Bana gönderilmeden önce temizlendi.”

Arkadaşımın, başarısızlığını örtmek için bu kadar kabul edilemez ve zayıf bir bahane bulmasına çok şaşırmıştım. Temizlenmemiş bile olsa bir saatten hangi gerçekleri ortaya çıkarmayı umuyordu ki?

“Tatmin edici olmasa da incelemem tamamen sonuçsuz değil.” diyerek hülyalı, parıltısız gözlerini tavana dikti. “Yanlış söylüyorsam düzelt, bu saat ağabeyine aitti, ona da babandan miras kalmış.”

“Şüphesiz bunu da arkasına kazılmış H. W. harflerinden çıkardın, değil mi?”

“Evet. W senin adının baş harfi. Saat neredeyse elli yıllık ve üzerindeki harfler de en az bu saat kadar eski, bu nedenle son kuşak için yapılmıştı. Genelde mücevherat en büyük oğla geçer ve onun adı babasınınkiyle aynı olur. Yanlış hatırlamıyorsam baban öleli çok uzun zaman oldu. Bu nedenle senden önce ağabeyinin elindeydi.”

“Şimdilik, doğru.” dedim. “Başka?”

“Düzensizlik huyu vardı, çok dağınık ve özensizdi. Ona iyi bir gelecek sunulmuş ama pek başarılı bir hayatı olmamış. Tabii ara sıra varlıklı bir hayat sürmüş; ama çoğu zaman fakirlik içinde yaşamış ve en sonunda kendini içkiye vermiş, bundan sonra da ölmüş. Bu kadar çıkarımda bulunabildim.”

Sandalyemden fırladım ve odada sendeleyerek dolaştım. Kalbim acıyla dolmuştu.

“Bunu sana hiç yakıştıramadım, Holmes.” dedim. “İşleri buraya kadar vardıracağını düşünmemiştim. Zavallı ağabeyimin hayatını araştırmışsın ve şimdi de gelmiş numara yaparak bana bunları satmaya çalışıyorsun. Bütün bunları, o eski saate bakarak çıkardığına inanmamı beklemiyorsun herhâlde! Çok zalimce ve açıkçası şarlatanlıktan başka bir şey değil bu yaptığın!”

“Sevgili doktor.” dedi içtenlikle. “Özürlerimi kabul et. Olaya teorik bir problem gibi yaklaştım ve senin için ne kadar kişisel ve acı verici olacağını unuttum. Sana yemin ederim ki bu saati bana verene kadar bir erkek kardeşin olduğunu bilmiyordum.”

“Peki, bütün bunları nasıl bildin? En ince ayrıntısına kadar hepsi doğru.”

“Ah, buna şans denir. Olasılıkları dengede tutabildim. Bu kadar isabetli olacağımı tahmin etmedim.”

“Yani hepsi sadece bir tahmin değil miydi?”

“Hayır, hayır… Ben hiç tahminde bulunmam. Şaşırtıcı bir huy, zihinsel yetileri yok eder. Bunlar sana tuhaf geliyor çünkü ne benim düşüncelerimi takip edebiliyorsun ne de önemli çıkarsamalara bağlı olabilecek birçok gerçeği gözlemleyebiliyorsun. Mesela, konuşmaya ağabeyinin özensiz olduğunu söylemekle başlamıştım. Saat kılıfının alt kısmını incelediğinde sadece iki yerinde ufak oyuklar görmüyorsun, her tarafında çizikler görüyorsun ve bu da aynı cepte bozuk para ya da anahtar gibi sert cisimler taşımayı âdet edindiği için olmuş olmalı. Elbette bu kadar değerli bir saate karşı böyle davranan birine özensiz demek oldukça normaldir. Bu kadar değerli bir şeye sahip olmak başka hususlarda rahatça geçimini sağladığını gösteren bir çıkarsamadır.”

Onu anladığımı göstermek için kafamı salladım.

“İngiltere’de tefeciler bir saat aldıklarında kılıfın içine bir iğneyle etiketi kazırlar. Etiket yapıştırmaktan daha kullanışlıdır çünkü böylece sayılar ne kaybolur ne de değiştirilebilir. Merceğimle baktığımda sadece dört sayının bu şekilde kazındığını görebiliyorum. Buradan çıkarılacak ilk sonuç, ağabeyinin maddi durumunun pek iyi olmayışı. İkinci sonuç ise ara sıra refah içinde günler geçirmiş olması; yoksa saati geri almak için borcunu ödeyemezdi. Son olarak anahtar deliğinin bulunduğu iç tabakaya bakmanı istiyorum. Deliğin çevresindeki binlerce çiziğe bak; anahtarın girdiği yerdeki izlere… Kendisine hâkim bir adam onları nasıl yapabilir? Ancak bir ayyaşın saati bu izlerle dolu olur. Akşamları saatini kurar ve titrek eliyle bu izleri bırakır. Gizem neresinde bunun?”

“Gün gibi açık.” dedim. “Sana yaptığım haksızlıktan dolayı çok pişmanım. Yeteneğin karşısında daha inançlı olmalıydım. Bu aralar herhangi bir iş üzerinde olup olmadığını öğrenebilir miyim?”

“Hayır, değilim. Bu yüzden kokain içiyorum. Beynimi çalıştırmadan yapamıyorum. Başka ne için yaşanır ki? Burada, pencerenin önünde dur! Bundan daha sıkıcı, daha kasvetli, daha boş bir dünya var mı? Sarımsı sis, cadde boyunca savrularak kül rengi evlerin üstünü nasıl da örtüyor. Daha yavan, daha gerçek bir umutsuzluk var mı? Doktor belirli güçlere sahip olmanın ne yararı var, bunları kullanacak bir alanın yoksa? Suç sıradan, var olmak sıradan ve bu sıradanlık bütün dünyada var.”

Tam ağzımı açmış cevap vermek üzereydim ki kapımız vuruldu ve ev sahibi elinde bir kart ile içeri girdi.

“Genç bir kadın sizi görmek istiyor efendim.” dedi arkadaşıma.

“Bayan Mary Morstan.” diye okudu karttan. “Hımm! Bu adı hatırlamıyorum. İçeri girmesini söyleyin, Bayan Hudson. Gitme doktor, kalmanı tercih ederim.”

2. BÖLÜM

Dava Raporu

Bayan Morstan kararlı adımlarla ve sakin bir tavırla odamıza girdi. Sarışın, ufak tefek, zarif bir bayandı. Kıyafeti ise zevk sahibi olduğunu gösteriyordu. Sade ve süssüz olan kıyafeti kısıtlı bir bütçeye sahip olduğunun işaretçisiydi. Kısaltılmamış ve örgüsüz elbisesi, griye kaçan bej rengindeydi ve aynı sıkıcı renk tonunda, kenarına beyaz tüy iliştirilmiş bir türbanı vardı. Ne güzel bir yüze ne de pürüzsüz bir cilde sahipti; ama yüz ifadesi tatlı ve sevimli, kocaman mavi gözleri de canlı ve sempatikti. Birçok ülkede ve üç farklı kıtada kadınlarla yaşadığım deneyimlerimde, bu kadar saf ve hassas görünümlü bir yüze hiç rastlamadım. Sherlock Holmes’un onun için çıkardığı sandalyeye otururken dudaklarının ve ellerinin titrediğini fark etmemek mümkün değildi. İçten içe ızdırap çektiği her hâlinden belliydi.

“Size geldim, Bay Holmes…” dedi. “Çünkü patronum Bayan Cecil Forrester’ın ufak bir ailevi sorununu çözmekte yardımcı olmuştunuz. İyi niyetinizden ve becerilerinizden çok etkilenmişti.”

“Bayan Cecil Forrester…” diye tekrar etti Holmes hatırlamaya çalışarak. “Sanıyorum ona ufak bir yardımım dokunmuştu. Hatırladığım kadarıyla çok basit bir davaydı.”

“O öyle düşünmüyor ancak benimki çok basit bir dava değil. İçinde bulunduğum durumdan daha tuhaf ve izah edilemez bir şeyi hayal bile edemiyorum.”

Holmes ellerini ovuşturdu, gözlerinin parladığını fark ettim. İyice konsantre olmuş vaziyette sandalyesinden eğilip keskin, şahin bakışlı kadına baktı.

“Anlatın.” dedi ciddi bir ses tonuyla.

Orada bulunduğum için kendimi huzursuz hissettim.

“İzninizle ben gideyim.” dedim ayağa kalkarak.

Genç kadın beni durdurmak için eldivenli elini kaldırdığında çok şaşırdım.

“Arkadaşınız…” dedi. “Burada kalırsa benim için takdiri imkânsız bir hizmette bulunacaktır.”

Tekrar sandalyeme oturdum.

“Kısacası…” diye devam etti. “Durum şöyle… Babam Hindistan’daki bir alayda subaydı. Ben çok küçükken beni eve geri yollamış. Annem ölmüştü ve İngiltere’de hiç akrabam yoktu. Bu nedenle Edinburgh’da rahat bir yatılı okula yerleştirildim ve on yedi yaşına kadar orada kaldım. 1878 yılında, alayının komutanı olan babam, bir yıllık izin alarak eve döndü. Londra’dan bana telgraf çekerek sağ salim geldiğini ve hemen kendisinin yanına gitmemi istediğini yazmıştı. Langham Otelinde kaldığını söyledi. Hatırlıyorum; mesajı sevgi doluydu. Londra’ya ulaşır ulaşmaz doğru Langham’e gittim. Bana, babamın orada kaldığını ancak bir gece önce çıkıp henüz geri dönmediğini söylediler. Bütün gün ondan haber bekledim. O gece otel yöneticisinin tavsiyesiyle polisi aradım ve ertesi sabah bütün gazetelere ilan verdim. Araştırmalarımızdan hiçbir sonuç alamadık ve o günden beri talihsiz babamdan haber yok. Eve ne umutlarla geldi, biraz huzur, biraz rahatlık istedi ama onun yerine…”

Elini boğazına götürerek cümlesini tamamlayamadan hıçkırıklara boğuldu.

“Ne zaman oldu?” diye sordu Holmes, not defterini açarak.

“3 Aralık 1878’de kayboldu; yaklaşık on yıl önce.”

“Peki ya bavulları?”

“Onlar otelde kaldı. İçinde ipucu niteliğinde olan hiçbir şey yoktu: biraz giyim eşyası, birkaç kitap ve Andaman Adaları’ndan bir sürü eşya… Babam oradaki mahkûmlardan sorumlu subaylardan biriydi.”

“Şehirde arkadaşı var mıydı?”

“Sadece bir tanesini tanıyorum: Binbaşı Sholto. Babamın alayından, Otuz Dördüncü Bombay Piyade Taburu’ndan. Binbaşı daha önceden emekli olmuş ve Yukarı Norwood’da yaşamaya başlamıştı. Tabii onunla hemen irtibata geçtik ama babamın İngiltere’de olduğunu bile bilmiyordu.”

“Tuhaf bir dava.” dedi Holmes.

“Daha size en tuhaf yanını anlatmadım. Yaklaşık altı yıl önce -aslında tam olarak 4 Mayıs 1882’de- ‘The Times’ gazetesine bir ilan verilmiş. İlanda Bayan Mary Morstan’ın, yani benim adresimin arandığı ve ortaya çıkmamın kendi yararıma olacağı yazıyordu. Altında ne bir isim ne de bir adres vardı. Ben işte o günlerde Bayan Cecil Forrester’ın evinde mürebbiye olarak çalışmaya başlamıştım. Onun tavsiyesiyle adresimi yayımladım. Aynı gün içinde bana postayla küçük bir karton kutu geldi. İçinden çok büyük ve parlak bir inci çıktı. Yazılı hiçbir şey yoktu. O zamandan beri her yıl aynı tarihte, bir kutu içinde benzer bir inci gönderilir. Ama gönderen hakkında hiçbir ipucu bulamadık. Bir uzman, bu incilerin nadir bulunduğunu ve çok kıymetli olduklarını söyledi. Ne kadar güzel olduklarını kendiniz de görebilirsiniz.”

Konuşurken basık bir kutu açtı ve hayatımda gördüğüm en nadide altı inciyi gösterdi.

“Anlattıklarınız çok ilginç.” dedi Sherlock Holmes. “Başka bir şey hatırlıyor musunuz?”

“Aslında bugün bir şey oldu. Bu nedenle size geldim. Bu sabah bu mektubu aldım. Herhâlde kendiniz okumak istersiniz.”

“Teşekkür ederim.” dedi Holmes. “Zarfı da alayım lütfen. Posta damgası Londra, S. W. Tarih 7 Eylül. Hımm! Adamın parmak izi var köşede, herhâlde postacınındır. Kaliteli kâğıt. Zarfların tanesi altı peni. Kırtasiye konusunda seçici. Adres yok.

Bu gece saat yedide Lyceum Tiyatrosunun sağındaki üçüncü sütunda ol. Eğer çekiniyorsan iki arkadaşını getirebilirsin. Sana haksızlık edilmiş ve artık adaleti bulacaksın. Sakın polis çağırma! Eğer çağırırsan her şey boşa gider.

Meçhul arkadaşın!

Bu gerçekten oldukça gizemli. Ne yapmayı düşünüyorsunuz, Bayan Morstan?”

“Ben de size bunu sormak için geldim.”

“O zaman gitmeliyiz. Siz ve ben, evet… Dr. Watson da gelmeli. Haberciniz iki arkadaş diyor. Bizim daha önceden birlikte çalışmışlığımız var.”

“Gelir mi acaba?” diye sordu. Sesi ve yüz ifadesiyle rica ettiği her hâlinden belliydi.

“Onur duyarım ve mutlu olurum.” dedim hararetle. “Umarım bir yardımım dokunur.”

“İkiniz de çok iyisiniz.” dedi kadın. “Yalnız başıma bir hayat sürüyorum ve benimle gelmesini rica edebileceğim bir arkadaşım yok. Saat altıda gelirsem sizin için uygun olur mu?”

“Uygun ama saat altıyı geçirmeyin lütfen!” dedi Holmes. “Bir nokta daha var. Bu el yazısıyla inci kutusunun gönderildiği paketin üzerinde bulunan adresin yazısı aynı mı?”

“Yanımdalar.” dedi ve yarım düzine kağıt çıkarttı.

“Örnek bir müşterisiniz. Doğru sezgilere sahipsiniz. Şimdi bakalım.” Adres kâğıtlarını masaya serip her birini hızla gözden geçirdi. “Mektup dışında diğerleri sahte el yazısıyla yazılmış.” dedi. “Ancak yazar hakkında hiç şüphe yok. Bak ‘e’ harfini bastırarak yazmış sondaki ‘s’ harfinin kıvrımı da dikkat çekici. Kesinlikle aynı kişi tarafından yazılmış. Sizi boşuna ümitlendirmek istemiyorum Bayan Morstan ama bu el yazısıyla babanızınki arasında benzerlik var mı?”

“Daha ilgisiz bir şey olamazdı.”

“Öyle diyeceğinizi biliyordum. O zaman saat altı gibi sizi bekleyeceğiz. İzin verirseniz kâğıtlar bende kalsın. O saate kadar biraz daha göz atabilirim. Şimdi saat üç buçuk. Au revoir, Bayan Morstan!”

Au revoir!” dedi ziyaretçimiz ikimize candan bir şekilde bakarak. Sonra da inci kutusunu gizlediği yere tekrar koyup hızla uzaklaştı.

Pencerenin kenarına gidip gri türbanı ve beyaz tüyü küçücük bir nokta olana kadar onu arkasından izledim.

“Ne kadar çekici bir kadın!” diye bağırdım arkadaşıma dönerek.

Piposunu tekrar yakmış hâlde, yarı kapalı gözlerinin arasından “Öyle mi?” dedi. “Hiç fark etmedim!”

“Sen gerçekten bir otomatsın, bir hesap makinesi!” diye bağırdım. “Bazen senin insani olmayan yanlarını görebiliyorum.”

Hafifçe gülümsedi.

“En önemli şey…” dedi. “Yargılarken kişisel özellikleri ön planda tutmamaktır. Benim için bir müşteri, sadece problem içindeki faktördür. Duygusal özellikler uslamlamaya muhaliftir. İnan bana, tanıdığım en çarpıcı kadın, sigortadan para alabilmek için üç küçük çocuğu zehirledi. Kadın asıldı. Buna karşın tanıdığım en çirkin adam bir hayırseverdir ve Londra fakirlerine yaklaşık çeyrek milyon harcamıştır.”

“Ama bu davada…”

“Asla ayrımcılık yapmam. Ayrımcılık bu kuralı çürütür. Daha önce hiç el yazısı karakterleri üzerinde çalıştın mı? Bu adamın yazısına ne diyorsun?”

“Okunabilir, normal bir yazı.” diye cevap verdim. “İş alışkanlıkları ve güçlü karakteri olan bir adam.”

Holmes kafasını salladı.

“Şu uzun harflere bak!” dedi. “Normalden kısa yazmış. Bu ‘d’ harfi ‘a’ olabilir ve bu ‘l’ de ‘ı’ olabilir. Karakter sahibi adamlar, ne kadar okunaklı yazarlarsa yazsınlar uzun harfleri farklılık gösterir. K harfinde tereddüt ve büyük harflerinde öz güven var. Şimdi çıkıyorum. Uğramam gereken birkaç yer var. Şu kitabı öneriyorum; yazılmış en dikkate değer kitaplardan biri. Winwood Reade’in ‘İnsan Şehitliği’. Bir saate kadar dönerim.”

Elimde kitapla pencerenin yanına oturdum ama düşüncelerim yazarın spekülasyonlarından çok daha uzaklardaydı. Aklım en son gelen ziyaretçimizdeydi; gülüşleri, derin ses tonu, hayatındaki gizemi… Babası kaybolduğunda on yediyse şimdi yirmi yedilerinde olmalıydı. Gençlikteki utangaçlığın kaybolduğu ve kişinin daha deneyimli olduğu tatlı bir yaş. Oturdum, düşüncelere daldım. Sonra da tehlikeli şeyler aklıma gelince masama koşup sinirle patoloji konusundaki son kitabıma daldım. Ben kimdim? Sakat bacağı olan bir ordu cerrahı ve ondan daha sakat bir banka hesabı olan biriydim. Böyle şeyleri nasıl düşünebilirdim? O sadece bir faktördü, daha fazlası olamazdı. Eğer karanlık bir gelecek beni bekliyorsa onunla erkekçe yüzleşmem gerekirdi. Onu hayal gücünün aldatıcı yanlarıyla parlak hâle getirmenin bir anlamı yoktu.

3. BÖLÜM

Çözüm Arayışı

Holmes geri döndüğünde saat beş buçuktu. Candan, hevesli ve neşeli görüntüsü, depresif hâliyle yer değiştirmişti sanki.

“Bu olayda çok büyük bir gizem yok.” dedi ona hazırladığım çayı alırken. “Önümüze serilen gerçeklerin tek bir açıklaması var.”

“Ne! Şimdiden çözdün mü olayı?”

“Yani o kadar da abartmayalım. Sadece anlamlı bir şeyler buldum; ama gerçekten çok anlamlı… Henüz ayrıntılar üzerinde durmadım. ‘The Times’ın dosyalarını incelerken Yukarı Norwood’da yaşayan, eski Otuz Dördüncü Bombay Piyade Taburu’ndan Binbaşı Sholto’nun 28 Nisan 1882’de öldüğünü öğrendim.”

“Ben pek zeki değilimdir Holmes, bunun ne anlama geldiğini pek anlamadım.”

“Anlamadın mı? Beni şaşırtıyorsun. O zaman olaya bir de şu açıdan bak. Yüzbaşı Morstan ortadan kayboluyor. Londra’da ziyaret edebileceği tek kişi Binbaşı Sholto’dur. Binbaşı Sholto ise onun Londra’da olduğunu bile bilmediğini söylüyor. Dört yıl sonra Sholto ölüyor. Onun ölümünden bir hafta sonra Yüzbaşı Morstan’ın kızı çok değerli bir hediye alıyor ve bu her yıl tekrarlanıyor. Bütün bunların sonrasında da onun haksızlığa uğradığını anlatan bir mektup alıyor. Babasından yoksun bırakılmaktan başka ne gibi bir haksızlığa uğradı ki? Bu hediyeler neden Sholto’nun ölümünden sonra gelmeye başladı? Sholto’nun mirasçıları, bu esrarengiz olayla ilgili bir şeyler biliyor ve durumu telafi etmek istiyor olmasınlar? Senin gerçeklerle örtüşecek alternatif bir fikrin var mı?”