İvan Turgenyev
İlk Aşk
İLK AŞK
Davetliler gideli çok olmuştu. Vakit gece yarısını geçmiş, saat yarımı vurmuştu. Salonda yalnız ev sahibi ile iki dostu N. ve P. kalmışlardı.
Ev sahibi zile bastı, sofrada kalanların götürülmesini emretti.
Koltuk sandalyesine daha iyi gömülerek ve bir sigara yakarak “Kararımız karar.” dedi. “Her birimiz ilk aşkını anlatacak. N., evvela siz başlayacaksınız!”
Tıknaz, kumral, yüzü biraz kabarık olan N., ev sahibine baktıktan sonra gözlerini tavana dikerek cevap verdi:
“Benim ilk aşkım yoktur; ben doğrudan doğruya ikinciden başladım.”
“O nasıl olur?”
“Çok sade; ilk defa olarak gayet zarif, genç bir kızı sevdiğim zaman on sekiz yaşımda idim; fakat onu güya bu işte tecrübe geçiriyormuşum gibi sevdim; ondan sonra sevdiklerimi nasıl sevmişsem, onu da öyle sade bir hâlde sevdim. Hakikat şudur ki, ben ilk ve son defa olarak altı yaşımda iken mürebbiyemin âşığı olmuşumdur. Kabul edersiniz ki, bu da pek eskimiş ve münasebetlerimizin teferruatı zihnimden silinmiştir. Bunları hatırlayabilseydim de kimseyi alakadar edemezdi.”
Ev sahibi, karşılık verdi:
“Şu hâlde ne yapacağız? Benim de ilk aşkıma dair anlatacak fevkaladelikler yok. Bizim hanımı tanıyıncaya kadar bir aşk macerası geçirmedim; onunla ise işimiz tıkırında gitti. Babalarımız bizi çok eskiden nişanlamışlardı. Birbirimizin hoşuna gitmiştik; çok geçmeden de evlendik. İşte bizim aşkımızın tarihi, bu üç cümleye tamamen sığmıştır. İtiraf ederim ki, bu ilk aşkı anlattırmak meselesini ortaya atarken, kerameti sizlerden, nasıl tabir edeyim, ihtiyar değil, fakat büsbütün de genç olmayan bekârlardan bekliyordum. Ümit, P., size kalıyor. Belki sizden meraklı bir şeyler dinleriz.”
Kır düşmüş siyah saçlı, kırklık bir zat olan P. biraz tereddütle cevap verdi:
“Evet, benim ilk aşkım, alelade bir dairede kalmamıştır.”
İki dost, birden heyecanla karşılık verdiler:
“Âlâ! Lütfediniz…”
“Fakat ben düzgün ve güzel konuşan bir adam değilim. Ağızdan anlatmam kuru ve güdük düşer. Yahut teferruata boğulur, karıştırabilirim. Müsaade ediniz de neleri hatırlayabilirsem yazıp okuyayım.”
Arkadaşları, buna evvela razı olmadılar. Fakat o, mukavemet etti ve on beş gün sonra buluştukları zaman sözünü tutmuştu.
Biz, şu arkadaşlar arasında okunan kâğıtların suretini neşrediyoruz:
I
O zaman on altı yaşımda idim; 1833 senesi yazı idi. Moskova’da annemin babamın yanında yaşıyordum. Kaluga surları civarında bir köşk tutmuşlardı.
Fakülteye girmek için hazırlanıyordum. Fakat acele etmeden, şöyle böyle çalışıyordum.
Hürriyetime kimse dokunmuyordu; hele Fransız mürebbimden ayrıldıktan sonra keyfim ne isterse onu yapıyordum. Zaten mürebbim Rusya’ya nasıl olup da düştüğü fikrine bir türlü alışamamış, yüzünde daimî hiddetle her gün yatakta bir yandan öbür yana dönüp durmuştu.
Babam, hakkımda lakayıtça bir iltifat gösterir, annem başka bir çocuğu olmadığı hâlde gene benimle pek az meşgul olur, ömrünü bambaşka endişeler içinde geçirirdi.
Henüz genç ve çok yakışıklı olan babam, annemi menfaat, hesap neticesi almış. Annem, babamdan on yaş büyüktü. Annemin hayatı, aşağı yukarı gam ve keder içinde geçiyordu: Daima muzdarip, daima kıskanç, daima sinirli idi. Fakat bunlardan babamın huzurunda eser gösteremez, babamdan çok korkardı. Babam, soğuk ve ihtiyatlı bir hâlde hep ilgisiz dururdu. O derece zarif, o kadar sakin, kararlı ve kibirli bir adam ömrümde daha görmedim.
Sayfiyede o sene geçirdiğim ilk haftaları asla unutamam. Havalar çok güzel gidiyordu; mayısın dokuzunda taşınmıştık. Bazen bahçemizde, bazen de surun dışında gezinirdim. Yanımda seçme kitaplar bulunurdu; fakat çok kere bunlar açılmazdı; ezberimde olan şiirleri kendi kendime yüksek sesle okumayı tercih ederdim.
İçimde bütün kanım kaynıyor, ruhum şairane hislerle dolup taşıyordu.
Ne olduğunu akıl erdirip belirleyemeksizin bir şeyler bekliyor, korkuyor, hayret ediyor ve hep uyanık, gözlerim bir meçhul bekleyerek yaşıyordum.
Dağ kırlangıçlarının gün doğarken kulelerin etrafını tavafları türünden, hayallerim bazı tasvirler etrafında aralıksız dönüp dolaşıyordu…
İkide bir dalgınlaşıyor, mahzun oluyor, hatta ağlıyordum. Musikâr bir manzumenin yahut bir akşam güzelliğinin tesiri altında, üzerime çöken bu dalgınlık ve gözyaşlarından ilkbaharda sevimli bir çiçek açılır gibi, verimli bir gençlik hayatının sıcak ve tatlı hisleri doğuyordu.
Bana mahsus küçük bir binek atı vardı; eyerini, yularını ben takar, üzerine atlayınca dörtnala sürerek uzaklara, çok uzaklara kadar açılır, kendimi yarışa çıkmış mükemmel bir süvari sanırdım.
Esen rüzgârlar, kulaklarımda efsunlar bırakarak geçerdi. Yüzümü gökyüzüne kaldırır; güneş ışıklarını, parlak maviliği açık duran ruhuma doldururdum.
Hatırlarım ki o zamanlar bir kadın timsalini, bir aşk hayalini kafamda hiçbir zaman belirli hatlarla tamamen çizemez, böyle bir şeyi kucaklayamazdım; bu böyle olmakla beraber gene istisnasız, her düşüncemin, her duygumun arkasında kısmen bilinçli ve iffetli, kısmen ifadeye gelmez derecede uçacak gibi hafif dumanlı bir şey saklanırdı.
O duygu ve o meçhulü beklemek iptilası bütün varlığımı sarar, hayatın özü mahiyetinde bütün damarlarımı ayrı ayrı dolaşır, kanımın her zerresine kaynaşırdı. Tesadüf istedi ki bu iptila ve ümit günün birinde gerçekleşsin.
Köşkümüz, sütunlarla süslü ahşap fakat çok endamlı bir bina idi; iki tarafında alçarak iki de pavyonu1 vardı. Sol taraftaki pavyon, boyalı kâğıt fabrikası olarak kullanılıyordu.
Ara sıra oraya gider, saçları perişan, üstleri harap, yüzleri şişkin, vücutları cılız on kadar haşarı çocuğun içeride, manivelaların üzerine sıçrayıp bitap vücutlarıyla ite ite tazyik makinelerini yürüterek kâğıtlara birtakım resim nakşedişlerini seyrederdim.
Sağdaki pavyon boş ve kiralıktı.
Bir gün, 9 Mayıs’tan tam üç hafta sonra, bu pavyonun pencere kanatları açıldı, birtakım kadın simaları göründü. Orayı herhangi bir aile tutmuş, yerleşmiş demek oluyordu.
Annem, yemekte, uşaktan komşuların kim olduğunu sordu ve Prenses Zasekin ismini duydu. Önce az çok hürmetle “Ya, prenses!” dedi. Fakat bir saniye geçmeden ilk duygusunu düzeltti ve bir sonuca bağladı:
“Galiba parasız pulsuz bir prenses…”
Uşak, yemek tabağını uzatırken, büyük bir saygıyla aydınlattı:
“Bütün eşyaları üç araba ile geldi. Binek arabaları yok, eşyaları adi.”
Annem, düşüncesini söyledi:
“Evet, fakat böyleleri daima dürüst olurlar.”
Babam anneme soğuk soğuk baktı, bir şey söylemedi.
Gerçekten Prenses Zasekin pek zengin olmamalıydı. Tuttuğu pavyon o kadar eski, küçük ve tavanları öyle basık idi ki hâli vakti yerinde olan bir aile, mümkün değil orada oturmaya rıza gösteremezdi.
Ben, o sırada bunlara pek dikkat etmedim. Prenses unvanı da üzerimde bir tesir yapmıyordu.
O zaman Schiller’in daha yeni okuduğum Haydutlar’ının nüfuzu altında idim.
II
Her akşam bahçemizde dolaşıp karga aramayı âdet etmiştim. Bu fazla ihtiyatlı, kemirici ve kötü kuşlara karşı bir kin besliyordum.
O bahsettiğim gün, her zamanki gibi bahçeye çıkmıştım. Kargalar galiba beni tanımışlardı, daha uzaktan bağrışıyorlardı. Bütün yolları teftiş ettikten sonra, bizim yerlerimizi sağdaki köşkün ince, uzun bir parçadan ibaret bahçesinden ayıran alçarak çite tesadüfen yaklaşmış bulundum. Başım öne eğik olarak yürüyordum.
Birden şen şakrak birtakım sesler duydum. Çitin üzerinden baktım ve olduğum yerde mıhlanmış gibi kaldım.
Ancak birkaç adım ötede seyrek fidanlarla çevrilmiş âdeta açık bir yerde bir peri kızı duruyordu. Sırtında çizgili, pembe renkli bir esvap, başında beyaz bir örtü vardı.
Etrafında dört genç kaynaşıyor ve sıra ile kızın alnına, çok kere çocukların elinde dolaşan ismini bilmediğim, sert bir cisme vurulunca gürültü ile patlayan birtakım çiçek yapraklarını vuruyorlardı.
Gençler, bu oyuna kendilerini o kadar candan ve öyle can feda bir hâlde vermişlerdi ve genç kızın hâlinde tavrında o derece cazip, hâkim, işveli bir kuvvet vardı ki az daha kendimi tutamayarak haz ve hayretten bağıracaktım.
O nurani alına benim parmaklarımın da böylece dokunabilmeleri için hayatta çok şey verirdim.
Tüfeğim otların üstüne düştü; her şeyi unuttum.
Şu hoş, müstesna vücudu, onun can alıcı boynunu, güzel ellerini, beyaz bir örtü altında hafifçe dağılmış olan saçlarını, yarı kapalı ateşli gözlerini, uzun kirpiklerini ve üzerinde bu kirpiklerin gölgeleri düşmüş taze yanaklarını gözlerimle yer gibi seyrediyordum.
Ta yanı başımda peyda olan bir ses işitildi:
“Delikanlı! Delikanlı! Yabancı genç kızlara bu kadar dikkatle bakmak yasaktır!..”
Titredim. Taş kesilmiş gibi oldum. Yanı başımda, çitin öbür tarafında siyah saçları kısa kesilmiş bir adam durmuş, alaycı bir hâlde bana bakıyordu. Aynı dakikada genç kız bize doğru döndü. Hareketli, canlı bir yüzde kara bir nur saçan iri gözlerinin önünde kalmıştım; bu necip yüzde ansızın bir tebessüm parladı, donmuş birer beyaz nur hâlinde olan dişlerini gördüm; kaşları, yukarı doğru tatlı bir şekilde çekilmişti.
Kıpkırmızı olmuştum. Birden tüfeğimi kavradım ve arkamdan hoşnutlukla akseden kahkahalardan kaçarak odama atıldım.
Yüzüm ellerimin içinde idi.
Kalbim, göğsümde çatlayacakmış gibi atıyordu. Son derece utanmış olmakla beraber büyük bir saadet de duyuyordum. İçimde ismini hiç işitmediğim ve hatta kendini bilmediğim bir heyecan dalgalanıyordu…
Dinlenip sükûn bulduktan sonra saçlarımı düzelttim, esvaplarımı fırçaladım, çaya indim. Genç kızın hayali hep gözlerimin önünde idi. Artık kalbim o kadar kuvvetle atmıyor; tatlı bir baskı altındaymış gibi sıkılıyordu.
Babam birden sordu:
“Nen var? Karga vurdun mu?”
Az kaldı her şeyi anlatacaktım, kendimi nasılsa tutabildim. Ve içimden güldüm.
Gece yatarken sebebini hiç bilmediğim hâlde odamda dolaştım, saçlarıma pomat sürdüm, düzelttim. Yatağa öyle girdim. Bütün gece derin bir uyku uyudum. Güneş doğarken bir an içinde uyandım, başımı kaldırıp etrafıma vect ve hayranlıkla baktıktan sonra başımı yastığa yeniden koyup uyudum.
III
Ne yapmalı? Ne yapmalı da şunlarla tanışmalı, görüşmeli?
Uyandığım zaman ilk düşüncem bu oldu. Daha sabah çayından evvel bahçeye indim; fakat çite doğru yaklaşamadım, kimseleri göremedim.
Çaydan sonra, sokağa çıkınca komşumuzun evinin önünden birçok defa geçtim ve pencerelerine uzaktan gizli gizli baktım. Bir an, onun yüzünün perdenin arkasında olduğunu zannettim. Utandım, çabucak kaçtım. Bununla beraber surların eteklerine kadar uzanan kum ovası üzerinde maksatsız, hedefsiz dolaşırken düşündüm ki ne olursa olsun, onunla münasebet tesis etmek lazımdır…
Fakat nasıl?
Nasıl? Mesele buradaydı!
Bir gün evvelki tesadüfümüzü en küçük teferruatına kadar zihnimden geçirdim. Bilmem neden o sahneden gözlerimin önüne en kolay, en tabii ve en sık olarak gelen manzara onun simasında şahit olduğum tebessümdü.
Ben böyle kıvrana kıvrana türlü türlü projeler yaparken talih benim hesabıma çalışmıştı.
Ben yokken anneme komşumuzdan bir mektup gelmişti. Bu, kül rengi bir kâğıt üzerine yazılmış… Zarfın üstü kara, yalnız postanelerde ve bayağı şarap şişelerinin kapanmasında kullanılan pek adi bir mühür mumu ile kapatılmıştı. İmlalar yanlış, ifade düşük, yazı bozuktu. Bu mektupta prenses, annemden himaye rica ediyordu. İfadesine nazaran, kendisinin ve çocuklarının talihi ellerinde olan zevatla annem pek ahbaptı ve prensesin çok mühim davaları onlar vasıtasıyla halledilebilirdi.
“Asil bir kadının asil bir kadına müracaatı şeklinde size iltica ediyorum ve böyle bir fırsattan istifade ile mesut bulunuyorum.” diyor, sözlerini annemi ziyaret edebilmek üzere müsaade ricasıyla bitiriyordu.
Annemi bunalmış bir hâlde buldum. Babam evde yoktu; annemin fikir soracağı kimseler yoktu; asil kadına, özellikle bir prensese cevap vermemek imkânsızdı. Fakat neler söylemesi lazım geleceğini bir türlü kestiremiyordu.
Fransızca olarak yazmayı münasebetsiz buluyordu. Rusça imlaya gelince, bunda annem de kuvvetli değildi; bunu takdir ediyor ve çekiniyordu.
Beni görünce sevindi ve hemen prensese gitmemi, zatı asilanelerine faydalı olmaya her zaman hazır olduğunu, saat birde gelip görüşebileceğini söylememi emretti.
En gizli emellerimin bu kadar beklenmeyen bir şekilde ve bu derece çabuk gerçekleşmesi beni aynı zamanda hem sevindirdi hem korkuttu. Heyecanımı anneme göstermedim; odama çıkıp yeni kravatımı taktım, yeni ceketimi giydim. Ev içinde ayrı kısa bir ceket ve artık hoşuma gitmemeye başlamış olan devrik yaka kullanıyordum.
IV
Pavyonun bütün vücudum gayriihtiyari titreyerek girdiğim dar ve iyi temizlenmemiş kapısında karşıma kır saçlı bir uşak çıktı. Esmer rengi bakıra çalıyordu. Donuk gözleri çok ufak, alnı ve şakakları bir misli daha görülmemiş şekilde çizgilerle dolu idi.
Elinde bir tabak, tabağın içinde etleri dökük bir ringa balığı iskeleti vardı. Sokak kapısına gelmek için açtığı kapıyı ayağıyla kapayarak sordu:
“Ne istiyorsunuz?”
“Prenses Zasekin evlerinde midirler?”
Bu sırada, kapının ötesinden bir ses geldi; uşak bana arkasını döndü. Esvabının ne derece harap, berbat bir şey olduğunu, ceketinin, -o da paslı- tek bir düğmesi bulunduğunu gördüm. Elindeki tabağı yere bırakarak odaya girdi.
Aynı kadın sesi sordu:
“Şekere gittin mi?”
Uşak bir şeyler mırıldandı. Sual devam etti: “Biri mi geldi? Ya, komşuların oğlu mu? Peki al.”
Uşak geldi, tabağı kaldırarak karşıma dikildi, “Salona buyurunuz!” dedi.
Çarçabuk ceketime çekidüzen vererek salon diye gösterilen oracıktaki odaya girdim.
Bu, küçük ve temiz bir oda idi; fakirane eşya ile şöyle böyle bezenmiş bir yer. Pencerenin yanında bir kolu kırık bir koltukta çirkin, eski, yeşil bir rop giyinmiş, boynuna yünden alacalı bir atkı atmış ellilik bir kadın oturuyordu.
Ufak siyah gözleri beni delip geçecek sandım. İlerleyip selam verdim:
“Madam Prenses Zasekin’e hitap şerefiyle mi mübahi2 bulunuyorum?”
“Ben Prenses Zasekin’im. Ya siz? Mösyö P…’nin oğlu musunuz?”
“Evet size annem tarafından geldim.”
“Buyurunuz. Vonifati! Vonifati! Anahtarlarım nerede? Gördün mü?”
Prensese annemin cevabını bildirdim. İri kırmızı parmaklarıyla cama vurarak dinledi.
Bitirdiğim zaman, gözlerini yeniden üzerime dikti.
“Peki, elbette giderim… Ne kadar da gençsiniz! Müsaadenizle, kaç yaşında olduğunuzu sorabilir miyim?”
Biraz kekeleyerek cevap verdim:
“On altı!”
Prenses, cebinden kirlenmiş bir kâğıt çıkardı. Üzerinde ince ince yazılar vardı. Kâğıdı burnuna kadar götürüp inceledikten sonra yerinden birden kımıldanarak “İyi bir yaş!” dedi ve devam etti:
“Rica ederim, rahat oturunuz. Merasim olmasın. Bizim hayatımız o kadar sadedir ki…”
Prensesin tamamıyla ilgisizliğe uğramış bütün şahsiyetine iğrenme ile baktıktan sonra zihnimden sade değil, lüzumundan fazla basit olduğu fikri geçti.
O dakika salonun başka bir kapısı şiddetle açıldı ve kapının eşiğinde bir gün evvel bahçede gördüğüm güzellik perisi genç kız göründü. Eliyle bir hareket yaptı ve yüzünden bir tebessüm parıltısı uçtu.
Prenses, kızı dirseğiyle göstererek bana, “Kızım!” dedi.
Kıza dönerek, “Zinoçka, efendi, komşumuz Mösyö P…’nin oğlu. Küçük isminizi sorabilir miyim efendim?”
Heyecandan sesimi alçaltarak ve yerimden kalkarak “Vladimir!” dedim.
“Babanız tarafından?”
“Petroviç.”
“Ya!.. Polis erkânından bir zat bilirim ki, onun adı da böyledir. Vonifati! Vonifati! Anahtarları arama, cebimdelermiş.”
Genç kız bana aynı tebessümle bakıyordu; gözleri yarı öne inik ve başı azıcık yan tarafa eğikti.
Kız, “Ben Mösyö Vladimir’i daha evvel görmüştüm.” dedi. Billuri sesinin latif dalgaları bütün vücudumu can katıcı bir hava hâlinde dolaştı.
Sordu: “Size böyle hitap etmeme müsaade eder misiniz?”
“Aman efendim!” dedim.
Prenses “Efendiyi daha evvel nerede gördün?” dedi.
Kız, cevap vermedi. Temiz, berrak bakışlı gözlerini üzerimden ayırmayarak sordu: “Şu dakika acele bir işiniz var mı?”
“Hiçbir işim yok.”
“Yünden çile yapıyorum. Bana yardım ederseniz odama gidelim…”
Başıyla da ayrıca davet ederek salondan çıktı. Ben de peşine takıldım.
Girdiğimiz odada eşya düzgün, süslü ve zevke yakındı. Öyleyken hakikat aranırsa, artık etrafı dikkatle görecek hâlde değildim. Beni aptal bir hâle sokacak derecede içimden bir şeyler taşıyordu. Âdeta rüya görüyor gibi idim.
Genç kız oturdu, eline bir kırmızı yün çilesi aldı, bana da önünde bir sandalye gösterdi. Yünü dikkatle açtı, ellerimin üstüne koydu. Bunları bir kelime söylemeyerek yaptı. Yavaş yavaş hareket ediyordu.
Aynı can alıcı tebessüm, hafif bir şekilde aralık dudaklarında bir çiçek hâlinde duruyordu. Hemen sık sık yarı kapalı duran gözlerini açarak içimi güneş ışığı ve hararete gark ettiği dakikalar yüzü baştan başa değişiyor, ansızın bir renk ve nur kaynağı hâlini alıyordu.
Biraz sonra sordu: “Mösyö Vladimir, dün benim hakkımda ne fikirde bulundunuz? Belki de iyi bir fikir edinmediniz?”
“Ben mi prenses? Öyle hiçbir şey düşünmedim. Mümkün mü?”
“Dinleyiniz. Daha tanışmıyoruz. Çok tuhafımdır. Bana mutlaka hakikatin söylenmesini isterim. Daha on altı yaşında olduğunuzu öğrendim. Ben yirmi birimdeyim. Yani yaşım sizinkinden çok daha fazla. Şu hâlde bana daima doğruyu söylemeye ve itaat etmeye mecbursunuz. Hem bana baksanıza! Neden yüzüme bakmıyorsunuz?”
Daha ziyade şaşırdım. Bununla beraber gözlerimi kaldırdım, baktım. Bu sefer tasvipkâr bir hâlde gülümsedi. Tatlı ve yavaş bir sesle “Bana bakınız, bakınız!” dedi. “Bakışınız hoşuma gidiyor. Yüzünüz tatlı. Anlıyorum ki dost olacağız.”
Yaramaz bir tavırla ilave etti: “Peki, nasıl, ben de sizin hoşunuza gidiyor muyum?”
“Prenses!” dedim ve az daha başlıyordum. Sözümü önleyerek “Evvela, bana yalnız Zinayda diye hitap ediniz.” dedi. “Sonra çocukların, gençlerin demek istedim, âdetlerine uyup, hissettiklerinizi benden saklamaya kalkmayınız. Bu dileğim büyüklere ait bir haktır. Şimdi söyleyiniz bakayım, hoşunuza gidiyorum, değil mi?”
Kalbini bu kadar açık göstermesi iyi olmakla beraber, ben bundan erkeklik gururumun biraz incindiğini duydum. Ona, karşısında bir çocuk bulunmadığını ispat etmek arzusuna kapıldım. Ve ciddi bir tavır takınarak tepeden inme bir tarzda cevap verdim:
“Evet, çok hoşuma gidiyorsunuz Zinayda Aleksandrovna, bunu sizden saklayamam.”
Müstehzi bir tavırla yavaşça başını silkti ve birden, “Sizin bir mürebbiniz var, değil mi?” dedi.
“Hayır.” dedim. “Çok zaman oluyor ki, artık mürebbim yoktur.”
Yalan söylüyordum. Başımın belası olan Fransız’dan kurtulalı daha bir ay ancak geçmişti.
“Evet, görüyorum ki büyümüşsünüz…”
Hafifçe parmaklarımın üzerine vurdu, “Ellerinizi iyi tutunuz!” dedi ve azimle yumak yapmaya koyuldu. Gözlerini kaldırmamasından istifade ederek evvela kaçamak tarzında, daha sonra daha büyük bir cüretle onu gözden geçirmeye başladım. Siması, bir gün evvel gördüğümden daha taze, daha rengin, daha cazipti. Her hâlinde büyük bir incelik ve derin bir zekâ görünüyordu.
Arkası, beyaz bir storla örtülü olan pencereye dönüktü. Güneşin ışığı, kumaştan geçerek giriyor, yaldızlı kumral saçlarını, bakir boynunu, inhinaları3 göz alan omuzlarını, sihir dolu olan göğsünü tatlı bir nura gark ediyordu.
Bakıyordum; baktıkça kıymeti artıyor, meyil ve alakam taşıyordu; kendisini sanki çoktan beri tanıyor, seviyordum.
Onu görmeden evvel hiç yaşamamış, hiçbir şey görmemiş gibiydim.
Donuk renkli bir rop giymişti. Önünde bir önlük vardı. O robun ve önlüğün her kıvrımını ayrı ayrı öpmek isterdim. Potinlerinin ucu etekliğinin altından uzanıyordu. O potinlerin üstüne de atılmak isterdim. Düşündüm: İşte, onun huzurunda bulunuyordum. Bu, ne saadetti!..
Onun tarafından çocuk olarak görülmek felaketinden ödüm kopmasaydı vect ve heyecandan yerimden sıçrayacaktım; kendimi zorla tuttum ve ağzına leziz bir şey dokundurulmuş bir çocuk gibi hazzımdan oturduğum yerde bacaklarımın sallandığını gördüm.
Denizde bir balık gibi yerimden memnundum ve bütün bir asır bıraksalar, gene yerimden kalkmaz, bu odadan çıkmazdım.
Göz kapaklarını tatlı bir şekilde kaldırdı, durgun gözlerinin yeniden fırtınalar hazırladığını gördüm. Yavaş bir sesle gene gülümseyerek ve gene parmağıyla tehdit ederek, “O ne kadar bakmak öyle!..” dedi. Ben kızardım, içimden Her şeyi anlıyor, her şeyi görüyor. Zaten nasıl anlamasın, nasıl görmesin? diyordum.
Yanımızdaki odadan ansızın bir ses, bir kılıç şakırtısı geldi. Salondan prenses bağırıyordu: “Zinayda, Belovzorov sana bir kedi yavrusu getirdi.”
Kız, “Kedi yavrusu!” diye bir çığlık kopararak yerinden fırladı, yumağı dizlerimin üstüne atarak koştu.
Ben de kalktım; yumağı, çileyi pencerenin kenarına bırakarak salona girdim ve hayret içinde kaldım. Odanın ortasında yere serilmiş, kollarını bacaklarını uzatmış benekli bir kedi yatıyordu. Zinayda, kedinin önünde diz çökmüş, hayvanın küçük burnunu tutup tutup bırakıyordu. Ötede, prensesin yanında oturduğu iki pencere arasında, duvarı kapatmış bir hâlde sarışın, gül yanaklı, gözleri şakaklarına doğru çekik, dev cüsseli dinç bir süvari, keyifli keyifli oturuyordu.
Zinayda, “Ne tuhaf!” diyordu. “Gözleri yeşil! Kulakları ne kadar büyük! Teşekkür ederim, lütfettiniz!”
Bu süvari bir gün evvel bahçede gördüklerimden biri idi. O da beni tanıyarak hafif bir güldü ve kalkıp mahmuzlarını birbirine çarparak, kılıcının halkalarını oynatarak kıza askerce bir eğilme ile selam verdi.
“Dün, benekli ve büyük kulaklı bir kedi istediğinizi tenezzül ederek söylediniz. Ben de buldum… Her sözünüz emir, her emriniz kanun kuvvetindedir.” dedi, kızın karşısında bir daha eğildi…
Kedi, miyavladı ve parkeyi kokladı. Zinayda, “Karnı aç!” dedi ve “Vonifati, Sonya! Süt getiriniz!” diye seslendi.
Sırtında sararmış bir esvap, boynunda rengi atmış bir atkı ile hizmetçi kadın elinde süt dolu bir kâse tutarak geldi; kabı hayvanın önüne koydu.
Kedi, titredi ve yalanmaya başladı. Zinayda, başını âdeta yerlere kadar indirerek ve hayvanın burnunun altına doğru bakarak, “Aman, gül gibi bir dili var. Tıpkı gül!” diye seviniyordu.
Kedi, iyice doyup çekilince gene uzandı, horuldamaya ve sataştıkça gözlerini açıp kapayarak Dokunmayın, keyfim yerinde! der gibi vaziyetler almaya başladı. Pençelerini açıp kapayarak cilveler yapıyordu.
Zinayda kalktı, hizmetçiye lakayıt bir tavırla kediyi işaret ederek “Götür!” dedi. Süvari, bütün dişlerini gösteren bir tebessümle ve yeni üniformasının pürüzsüz bir şekilde yapıştığı bedeninin bütün hareketleriyle “Bu hediyem güzel minik elinizi vermeye değmez mi?”
dedi. Kız, “Hatta iki elimi birden veririm!” dedi ve iki elini de uzattı. Delikanlı bu elleri öperken, kız, onun omuzları üzerinden bana bakıyordu. Ben, olduğum yerde put gibi kalmıştım. Ne yapacağımı, bir şey söylemek mi yoksa susmak mı lazım geldiğini belirleyemiyordum.
Açık bırakılmış kapının arasından bizim uşaklardan Fedor’un rüzgâr gibi gelişini seçtim. Bana işaretler veriyordu. Mekanik bir şekilde ona doğru yürüdüm: “Ne istiyorsun?”
Hafif bir sesle “Sizi anneniz aratıyor. Kendisine bir cevap getirmediğinize öfkelendi.” dedi.
“Ben buraya geleli ne kadar oluyor ki?”
“Bir saatten fazla!”
“Bir saatten fazla mı?” dedim ve salona dönerek vedaya başladım.
Zinayda, gene süvarinin omzundan bakarak, “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. Ona “Dönmeye mecburum.” ve annesine “Şu hâlde bize teşrif edeceğinizi bildireceğim!” dedim.
“Evet yavrum!”
Prenses bunu söylerken enfiye kutusundan aldığı enfiyeyi büyük bir gürültü ile çekti; gözlerinde yaş, boğazında hıçkırıkla karışık bir öksürük olduğu hâlde, tekrarladı: “Evet, yavrum!”
Yeniden selamladım. Velev bir saniye daha kalmak için farkında olmadan her fırsattan istifade ediyordum. Daha pek toy bir genç, arkasından bakıldığını bildiği zaman nasıl bir rahatsızlık duyarsa öyle bir rahatsızlıkla ökçelerimin üzerinde dönerek odadan çıktım.
Zinayda gülerek arkamdan bağırıyordu: “Mösyö Vladimir, kararımızı unutmayınız. Bizi görmeye geleceksiniz!”
Yolda, “Neden böyle hep gülüyor?” diyordum. Fedor, hâlimi tasvip etmez bir tavırla fakat bir şey söylemeksizin arkamdan geliyordu.
Evde annem âdeta tekdir etti ve prensesin yanında bu kadar uzun zaman kalmama şaştığını saklamadı. Bir kelime söylemeyerek odama çekildim. Üzerime birden bir keder çöktü. Ağlamamak için kendimi zorluyordum.
Süvariyi kıskanıyordum!
V
Prenses, vaadi üzere ziyarete geldi ve annemin hoşuna gitmedi.