Книга İlk Aşk - читать онлайн бесплатно, автор Иван Сергеевич Тургенев. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
İlk Aşk
İlk Aşk
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

İlk Aşk

Görüşürlerken hazır bulunmadım. Fakat annemin sofrada babama Prenses Zasekin’in kendisinde pek bayağı bir kadın izlenimi bıraktığını; hakkında Prens Sergey’e şefaat etmesi için bitmez tükenmez yalvarmalarıyla canını sıktığını; sayısız davaları, çirkin para işleri olduğunu; büyük bir entrikacıya benzediğini anlattı. Bununla beraber kendisini “kızıyla birlikte” ertesi gün için yemeğe davet ettiğini, çünkü ne de olsa bir komşu ve bir asalet unvanına sahip bulunduğunu söyledi.

“Kızıyla birlikte” sözünü duyar duymaz burnumu tabağımın içine indirmişim.

Babam, karşılık olarak bu kadının kim olduğunu hatırladığını; epeydir ölmüş olan Prens Zasekin’i gençliğinde tanıdığını, yüksek terbiyeli, fakat boş ve hafif bir adam olduğunu; meclislerde, mahfillerde “Parisli” lakabıyla şöhret bulduğunu, çünkü Paris’te uzun müddet kaldığını, pek zengin olduğu hâlde bütün servetini oyunda kaybettiğini, sonra bilinemez bir sebeple, belki de paraya tamah ederek -babam bu cümleyi söylerken dudaklarında soğuk bir tebessüm dolaştı- zengince bir küçük memurun kızıyla evlendiğini ve ondan sonra da kendisini hava oyunlarına kaptırarak büsbütün mahvolduğunu anlattı.

Annem, “Bari kadın bizden para istemeye kalkmasaydı!” dedi.

Babam, cevap verdi: “Bilakis, isteyeceğine şüphe yok. Fransızca biliyor mu?”

“Berbat bir hâlde…”

“Onun ehemmiyeti yok. ‘Kızını da çağırdım.’ diyordun. Onun için ‘Pek güzel, pek zeki, iyi tahsil görmüş.’ derler.”

“Öyleyse annesine benzemiyor demektir.”

“Ne de babasına. Çünkü babası tahsil görmüş olmakla beraber aptalın biri idi.”

Annem içini çekti ve düşünceye daldı. Babam, sustu. Bunlar konuşulurken ben büyük bir sıkıntı geçirdim.

Yemekten sonra, tüfeksiz olarak bahçeye çıktım. Kendi kendime Zasekin’in bahçesi tarafına yaklaşmamaya karar verdim; fakat yenemediğim bir kuvvet, beni gene o tarafa çekti ve bu hiç de beyhude olmadı.

Çite yaklaşır yaklaşmaz Zinayda’yı gördüm. Bu sefer yalnızdı. Elinde bir kitap, yavaş yavaş yolda dolaşıyordu. Beni sezmemişti.

Az daha kendisini kaçırıyordum; hemen aklımı başıma topladım, öksürdüm.

Başını çevirdi, fakat durmadı. Değirmi hasır şapkasının geniş mavi kurdelesini eliyle iterek baktı, hafifçe gülümsedi; sonra gözlerini tekrar elindeki kitaba çevirdi.

Şapkamı çıkardım, bir müddet yerimde saydıktan sonra hüzünle ayrıldım.

Kendi kendime, “Kim bilir neden?” dedim ve Fransızca olarak ilave ettim: “Que suis – je pour elle?” (“Onun gözünde neyim ki?”)

Arkamdan bir ayak sesi duydum ve bunu tanıdım. Babam seri ve hafif yürüyüşüyle yanıma geldi, sordu:

“O prensesin kızı mı?”

“Evet.”

“Demek tanıyorsun?”

“Bu sabah annesinin yanında gördüm.”

Durdu ve döndü. Zinayda’nın geçtiği yere gelince onu büyük bir nezaketle selamladı.

O da karşılık verdi; fakat yüzünde bir hayret ifadesi vardı; kitabı indirdi. Babamı gözleriyle takip ettiğini seziyordum.

Giyinişi gayet sade olmakla beraber daima zarif olan babamda kendine has büyük bir kibarlık vardı. Ancak o anda olduğu kadar hiçbir vakit onu boyu böyle taşmış, şapkası büklüm büklüm saçlarının üzerine daha cazip bir hâlde oturtulmuş olarak görmemiştim.

Zinayda’ya doğru yürüyecektim; fakat o bana dikkat bile etmeyerek gene kitabını kaldırdı ve uzaklaştı.

VI

O gün, bütün gece ve ertesi sabah gamlı bir rehavet içinde idim. Çalışmak istediğim hâlde bir türlü çalışamadığımı hâlâ hatırlarım…

Satırlar ve sayfalar, bana artık bir şey söylemiyorlardı; ısrar neticesi okumuş, hiçbir şey anlamamıştım. Şu cümleyi on kere tekrarladım: “Jül Sezar savaşlarında cesaretiyle sivrilirdi…” Kelimelerin bile manasını kavrayamıyordum. Kaldırıp kitabı fırlattım.

Yemekten evvel yeniden pomatlar sürdüm, iyi kravatımı taktım, yeni esvaplarımı giydim.

Annem, “Bu esvap da ne oluyor? Sen daha fakülte talebesi değilsin. İmtihanlarında geçip geçemeyeceğini de Allah bilir. Hem öbür esvapların yapılalı daha ne oldu? Neden onları giymeyesin?” dedi.

Ümitsiz, bitkin bir hâlde, “Davet var!” dedim.

“Aklını kaçırma! Onların nesi davetli?”

İtaatten başka çare yoktu. Esvabımı değiştirdim; fakat kravatı çıkarmadım.

Prenses, kızıyla yemekten yarım saat evvel geldiler.

Prenses, dünden tanıdığım yeşil robunun üstüne bir sarı şal atmış, başına da ateş rengi kurdelelerle süslenmiş eski moda bir bere geçirmişti.

Başlangıcı borç senetlerinden bahsederek yaptı, inledi, parasızlığından şikâyetler etti, yalandan ağlar gibi oldu ve işi tamamıyla teklifsizliğe vurdu. Enfiyesini gürültülerle çekiyor, oturduğu koltuğun üzerinde kaynaşıp duruyordu. Prensesliğine dair hâlinde zerre kadar bir emare yoktu.

Zinayda, bilakis pek ağır, âdeta mağrur duruyordu. Simasında azamet belirmiş gibiydi. Soğuk ve hareketsizdi. Bir derecede ki, bunun tanıdığım kız olup olmadığında şüphe edebilirdim.

Bu yeni hâli de ayrı bir güzellik teşkil etmekle beraber şu durumunda o tatlı bakışlardan ve tebessümden eser yoktu. Gök mavisi çizgili ince şaldan hafif bir rop giyinmişti; saçları, İngiliz modasına uygun olarak büklümler hâlinde yanaklarının iki tarafından dökülüyordu.

Giyinişi, çehresinin soğuk ifadesiyle çok mütenasip düşüyordu. Babam, sofrada onun yanına oturmuştu. Kendine has sakin ve zarif bir nezaketle ona hizmette özen gösteriyor ve bazen yüzüne bakıyordu. Kızın da ara sıra ona baktığı oluyordu. Fakat bu bakışlar çok garipti…

Fransızca konuşuluyordu; Zinayda’nın telaffuzundaki mükemmeliyetin dikkati çekmemesi mümkün değildi.

Prenses, yemekten evvel olduğu gibi yemekte de alabildiğine gidiyor, yemekleri bol bol methediyor ve methettikçe sözünün doğruluğunu fiilen de ispat etmek üzere yiyordu. Bu hâliyle annemi sıktığı belliydi.

Annem, kendisine gamlı bir nazlılıkla cevap veriyordu.

Fakat annem Zinayda’dan da hoşlanmamıştı. Ertesi gün kendisinden bahsederken, “Kibir kumkuması! Kibri acaba işçi kızı suratına mı? Nesine?” dedi.

Babam cevap verdi: “Galiba sen işçi kızı görmemişsin!”

“Hamdolsun görmedim!”

“Evet, hamdolsun. Fakat o hâlde, görmediğin bir şeye nasıl benzetirsin?”

Zinayda, sofrada bana hiç bakmadı. Prenses, yemekten az sonra vedalaştı. Babam, kendisini kapıya kadar uğurladı.

Kısa ceketimle ben de oradaydım ve bir idam mahkûmu gibi yere bakıyordum. Zinayda’nın bana karşı aldığı tavır, beni bitirmişti. Ancak yanımdan geçerken yavaş, lakin açık bir tarzda ve onda tatmış olduğum muhabbet ve cazibe ile “Akşam sekizde bize geliniz. Anladınız mı? Mutlaka geliniz.” demesi üzerine, hayret ve minnetimden kollarım açıldı; o, ben göz açıp kapayıncaya kadar başına beyaz örtüsünü geçirerek çıkmıştı.

VII

Giyinmiş, kuşanmış, saçlarım taranmış, parlatılmış, kâküllerim alnımın üzerine dökülmüş olarak, saat tam sekizde prenseslerin kapısından girdim. İhtiyar uşak yüzüme donuk donuk baktı ve kanepesinden kalkmakta bir acele göstermedi.

Salondan şen sesler, kahkahalar aksediyordu. Kapıyı açtım ve hayretle geriledim.

Odanın ortasında, Zinayda bir sandalyenin üzerinde ayakta idi. Elinde bir erkek şapkası tutuyordu. Sandalyenin etrafında beş delikanlı kaynaşıyordu. Onlar, ellerini şapkanın içine sokmaya çabalıyorlar, kız da şapkayı bir taraftan öbür tarafa kuvvetle kaçırıyordu.

Beni görünce bağırdı: “Durun, durun! Bir oyuncu daha geliyor… Ona da bir kâğıt vermeli…”

Sandalyeden kuş gibi indi ve ceketimin kolundan tutarak, “Girsenize.” dedi. “Orada ne duruyorsunuz? Efendiler, müsaadenizle takdim ediyorum: Komşumuzun oğlu Mösyö Vladimir.”

Aynı zamanda davetlilerini bana birer birer göstererek, “Kont Malevski, Doktor Luşin, Şair Maydanov, Yüzbaşı Nirmatski ve geçen gün de görmüş olduğunuz Süvari Mülazımı Belovzorov. Birbirinizi sevmenizi, anlaşmanızı rica ederim.” dedi.

O kadar ürkeklik duymuştum ki, kimseye selam bile veremedim.

Doktor Luşin dediği esmer delikanlının beni bahçede fena hâlde mahcup eden genç olduğunu fark ettim, ondan ve süvariden başkasını yeni görüyordum.

Zinayda emretti: “Kont, hadi, Mösyö Vladimir’in ismini de bir kâğıda yazınız.”

Gayet şık giyinmiş, siyah manidar gözlü, uzun burunlu, minik ağzının üstü ince bıyıklarla süslü, nahif, çok parlak bir esmer güzeli olan kont, bir Lehli şivesiyle “Fakat bu haksızlık olur. Efendi, bizimle hiç fan oynamadı.” dedi.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Pavyon: Bir kuruluşun, bir kurumun, bir bahçe içindeki yapılarından her biri. (e.n.)

2

Mübahi: Övünen, iftiharda bulunan. (e.n.)

3

İnhina: Eğilme, eğrilme, kavislenme, yay biçimine girme. (e.n.)

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:

Полная версия книги

Всего 10 форматов