Charles Dickens
Yaşam Savaşı
Charles Dickens, 7 Şubat 1812 tarihinde İngiltere’nin Portsmouth şehrinde doğdu. Asıl adı Charles John Huffam Dickens’dır. İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni olan yazar Victoria Devri’nin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda içlerinde Tolstoy’dan George Orwell’e kadar pek çok yazarın bulunduğu edebî dehalar ve eleştirmenler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri ile dünya çapında tanındı.
Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.
BİRİNCİ BÖLÜM
Bir zamanlar, ne zaman olduğunun pek bir önemi yok, kudretli İngiltere zamanlarında, nerede olduğunun önemi yok, çetin bir savaş sürdürülüyordu. Bu savaş, çimlerin yeşil olduğu uzun bir yaz gecesinde gerçekleşiyordu. Yüce Tanrı’nın elleriyle çiy damlalarına hoş kokulu kadehler olsunlar diye yarattığı pek çok kır çiçeği, o gün yapraklarının kanla minelendiğini ve yavaşça yitip gittiklerini hissetti. Narin rengini zararsız yaprak ve otlardan alan pek çok böcek, o gün ölen adamlarca yeniden renklendirildi ve normalde seçmeyecekleri yollardan korkuyla kaçıştı. Boyanmış kelebek, kan damlalarını kanatlarının ucuyla havaya serpti. Irmak kırmızı renkte aktı. Ayaklar altına alınmış yer, adamların ayak izleri ve atların toynak izlerinin içinde toplanan kasvetli birikintiler yüzünden, batan güneşin altında parlayan bir bataklığa dönüştü âdeta.
Tanrı bizi, uzaktaki tepenin ardından yavaşça göğe yükselirken, görüntüsü ağaçların yapraklarıyla yumuşayan ve bulanıklaşan ayın gözüne çarpan o sahneyi, bir zamanlar yüzleri analarına dönük, onların göğsünde yatan ve keyifle dinlenen yüzlerin yerlerde ölü yattığı o sahneyi görmekten alıkoysun. Tanrı bizi, bütün bir günün emeği ve sonra da ölümü ile ızdırabının olduğu o sahnenin üstünden uçup giden lanetli rüzgâr tarafından fısıldanan sırları duymaktan alıkoysun! O mücadelenin izleri silinene kadar kaç gece ay savaş meydanını aydınlattı, kaç yıldız aşağıya bakarak yas tuttu ve dünyanın her yerinden gelen kaç rüzgâr oraların üstünde esti kim bilir?
Uzun süre pusuda bekleyip gizlendiler ancak çok az şeyin içinde devamlılıklarını sürdürebildiler çünkü insanların vahşi tutkularından çok daha üstün olan tabiat, kısa süre içinde sükûnetini yeniden kazandı ve bir zamanlar masumken olduğu gibi yine o savaş meydanına bakıp gülümsedi. Tarla kuşları üstünde şakıyor, kırlangıçlar yükseliyor, inişe geçiyor, uçuşuyordu. Uçan bulutların gölgeleri birbirlerinin ardı sıra ilerliyor; çimlerin, mısır ve turp tarlalarının, ormanın, ağaçların arasında yuvalanmış komşu kasabanın kilise çanı ve çatısının üstünden geçiyor, kırmızı gün batımının artık gözden kaybolmaya başladığı parlak ufka varıyorlardı. Mahsuller ekiliyor, bu mahsuller büyüyor ve toplanıyordu. Kızıla dönen ırmak, bir su değirmenini çeviriyordu. Saban süren adamlar ıslık çalıyorlardı.
Çapa ve ot yolma işleriyle uğraşan çiftçiler sessiz gruplar hâlinde çalışıyorlardı. Koyunlar ve öküzler otluyordu. Oğlan çocukları kuşları korkutmak için tarlalarda neşeyle bağırıp çağırıyorlardı. Ufak evlerin bacalarından duman yükseliyor, Şabat çanları huzurla çalıyordu. Yaşlılar yaşıyor ve ölüyordu. Tarlanın ürkek canlıları ve kırlardaki, bahçelerdeki sıradan çiçekler alın yazıları gereğince büyüyor ve soluyordu. Bunların hepsi de büyük mücadele sırasında binlercesinin yitip gittiği o vahşi ve kanlı savaş meydanında gerçekleşiyordu.
Ama ilk başta büyümekte olan mısırda, insanların üzüntüyle baktıkları yeşil, derin yamalar vardı. Bunlar seneler içinde tekrar belirdi ve insanlar bu bereketli yamaların ardında toprağı zenginleştiren şeyin, birbirinden hiçbir ayrımı olmadan toprak altında yatan onlarca erkek ve atın kalıntısı olduğunu biliyorlardı. Seneler boyunca buraları süren çiftçiler, oraları yer bellemiş kocaman kurtlardan ürktüler ve seneler boyunca topladıkları hasada Savaş Hasadı adını verip bir kenara ayırdılar; kimse elinde kalan Savaş Hasadı yığınının ne zaman biteceğini öngöremedi. Uzun yıllar boyunca her taşın altından savaşın bir izi çıktı. Uzun yıllar boyunca savaş meydanında ölümcül mücadelelerin verildiği noktalarda yaralı ağaçlar, kırık çitler ve duvar parçalarıyla tek bir ayrık otunun dahi büyümediği çıplak alanlar görüldü. Uzun süre boyunca tek bir kız, ölüm arazisinden alınmış en güzel çiçeği bile saçına ya da göğsüne takmadı ve bundan uzun seneler sonra bile orada yetişen yemişlerin onları toplayan kişilerin elinde leke yapacağına inanıldı.
Ancak zamanın akışında, mevsimler gibi çatışmanın kalıntıları da aynı yaz bulutları gibi yok oldu; bir süre sonra yalnızca şömine başında akla gelen ve her sene azalarak yok olan kocakarı hikâyelerine dönüşmeden önce, civardaki kişilerin akıllarında yer eden izlere dönüştüler. Uzun süre dokunulmadan duran kır çiçekleri ve yemişlerin olduğu yerlerde bahçeler yapıldı, evler yükseldi ve çocuklar evcilik oynadı. Yaralı ağaçlar zaten çoktan Noel odununa dönüştürülmüş, cayır cayır yanan ateşlerde yakılmışlardı. Koyu yeşil yamalar artık yerin altında yatanların zihinlerinden daha belirgin değildi. Arada sırada tırpana paslı bir metal parçası takıldığı oluyordu ama bunların ne tür bir amaca hizmet ettiğini anlamak zordu ve bulanlar da yalnızca merak etmekle kalıp ortaya teori atmakla yetiniyorlardı.
Kilisede asılı, çizikler içinde ufak bir zırh ve miğfere bebekken hayranlıkla bakmış olan kişi bile artık yaşlı bir adamdı ve zırhı, kilise duvarından ayırt etmekte zorlanacak kadar kördü. Eğer bu arazinin üstünde katledilmiş olanlar bir anlığına zamansız ölümlerinin yatağı olan o noktaya düştükleri şekilde canlanabilmiş olsalar, yüzlerce yaralı ve solgun asker bu yuvaların kapı ve pencerelerinden içeri bakar, bu sessiz evlerin ocaklarından yükselir, ahır bölmelerinde ve ambarlarda istiflenirler, beşikteki bebek ile anasının arasına girer, ırmakla birlikte akar, değirmende döner durur, meyveliği doldurur, çayır çimeni ezer ve erzak depolarına ölmekte olan adamları yığarlardı. Binlerce, hem de binlercesinin büyük mücadelede öldüğü savaş meydanı o kadar değişmişti ki. Belki de ballıbabalarla dolu bir ön bahçesi olan eski taş evin yanındaki meyvelik kadar hiçbir yer değişmemişti. Burada aydınlık bir sonbahar sabahında, yarım düzine çiftçi kadın merdivenlerin üstünde durup elma toplarken ve ara sıra aşağıda olanlara bakıp neşeyi paylaşmak için dururken müzik sesleri ve kahkahalar eşliğinde iki kız neşeyle bahçede dans ediyordu. Bu hoş, canlı ve doğal bir sahneydi. Gün güzeldi, etraf sakindi; hiçbir derdi ve tasası olmayan bu iki kız, kalplerinden taşan mutluluk ve özgürlükle dans ediyorlardı.
Eğer görünmez olsaydık, bana kalırsa -ki bu benim kişisel fikrimdir ve umarım benimle hemfikir olursunuz- şimdi olduğumuzdan çok daha mutlu ve şimdi olduğumuzdan çok daha keyifli yarenler olurduk. Bu kızların dans edişini izlemek çok keyifliydi. Merdivenlerin üstünde elma toplayanlar dışında tek bir izleyicileri yoktu. Kızlar onlara keyif verdikleri için mutlulardı ama asıl kendilerini keyiflendirmek için dans ediyorlardı (ya da en azından biz böyle olduğunu düşünüyoruz).
Onlar nasıl dans etmekten geri duramıyorlarsa insan da onlara hayran olmaktan geri duramıyordu. Nasıl da dans ediyorlardı!
Opera dansçısı gibi değillerdi ama. Hiç de değil. Madame Anybody’nin öğrencileri gibi de dans etmiyorlardı. Hem de hiç. Bu salon dansı da değildi, saray dansı hiç değildi, hatta köylü dansı bile değildi. Ne yeni stil ne eski stil ne Fransız stili, ne İngiliz stiliydi. Gerçi kazara bir miktar epey özgür ve şen olan İspanyol dansına benzediği söylenebilir. Bana söylenilene göre bu dans, çalpara eşliğinde içten geldiğince yapılıyormuş. Kızlar meyve ağaçlarının arasında birbirlerini nazikçe döndüre döndüre dans ederlerken bu çevik hareketlerinin etkisi âdeta suda büyüyen bir halka gibi etrafa yayılıyor gibi görünüyordu. Uçuşan saçları ve havalanan etekleri, ayaklarının altındaki esnek çimen, sabah havasıyla hışırdayan ağaç dalları, parlak yapraklar ve yumuşak yeşil zemine yansıttıkları benekli gölgeler, araziyi yalayarak geçen ve uzaktaki değirmeni döndüren heyecanlı, tatlı, ılık rüzgâr, kızlar, adam ve bayırın dibinde duran, sanki dünyanın sınırındaki son varlıklar gibi görünen saban ekibi arasındaki her şey de âdeta dans ediyor gibiydi.
Sonunda kız kardeşlerden genç olanı nefessiz kalarak ve neşeli kahkahalar arasında dinlenmek için kendini banka attı. Diğeri de yakınındaki ağaca yaslandı. Avare keman ve arp sanki özgünlükleriyle övünüyor gibi müziği zirvede kestiler ama işin aslı dansa uyum sağlamak için o kadar hızlı çalmışlardı ki yarım dakika daha devam edemezlerdi. Merdivenlerinin tepesinde elma toplayanlar mırıltılar eşliğinde bir alkış tutturdular ve anın motivasyonuyla kaldıkları yerden arı gibi çalışmaya devam ettiler.
Belki de öncesine göre daha da şevkle çalışmaya başladılar çünkü Doktor Jeddler bizzat -bilmeniz gereken şey buranın Doktor Jeddler’ın evi ve dans edenlerin de Doktor Jeddler’ın kızları olduğudur- neler olduğunu ve daha kahvaltı bile edilmemişken arazisinde kimin müzik çaldığını görmek için hışımla dışarı çıkmıştı. Zira Doktor Jeddler harika bir filozof olsa da müzikle pek arası yoktu.
“Bugün müzik ve dans ha!” dedi Doktor, olduğu yerde mıhlanarak. “Ben bugünden ürküyorlar sanıyordum. Âdeta çelişkiler dünyası. Hele size ne demeli Grace ve Marion?” diye ekledi yüksek sesle. “Dünya bu sabah çığrından mı çıktı?”
“Biraz keyiflen baba, olmaz mı?” diye cevapladı küçük olan kızı Marion, babasının yanına gidip doğrudan yüzüne bakarak. “Bugün bazılarımızın doğum günü.”
“Doğum günü mü çiçeğim?” diye cevapladı Doktor. “Her gün birilerinin doğum günüdür, sen bunu bilmiyor musun? Kaç kişinin sırada olduğunu bilmiyor musun? Ha! Ha! Ha! Bu konuyu ciddiye almak imkânsız. Yaşam denilen bu abes ve saçma işe her saniye yeni birileri dâhil oluyor.”
“Hayır, baba!”
“Tabii ki senden bahsetmiyorum, sen artık kadın oldun neredeyse.” dedi Doktor. “Bu arada.” dedi ve yüzünün yakınındaki güzel yüze baktı. “Sanıyorum bugün senin doğum günün o zaman.”
“Hayır! Bunu gerçekten söylemiş olamazsın baba!” dedi şirin kızı, öpücük beklentisiyle dudaklarını uzatarak.
“Al! Alacağın bir tek sevgim kaldı.” dedi Doktor, kızına bir öpücük vererek. “Yeni bir gün denilen şu fikir de mutluluk olsun. Bunun gibi saçma bir kavrama mutluluk dilemek artık ne kadar mantıklıysa.” dedi Doktor kendi kendine. “Ben de az değilim. Ha! Ha! Ha!”
Doktor Jeddler, daha önce de belirttiğim gibi muhteşem bir filozoftu ve felsefesinin temelini, dünyaya her şey âdeta bir eşek şakasıymış, herhangi aklı başında birinin ciddiye alamayacağı kadar saçmaymış gibi bakması; inanç sistemini ise kısa sürede anlayacağınız üzere, üzerinde yaşadığı savaş meydanı oluşturuyordu.
“Tamam da müzik nereden geliyordu?” diye sordu Doktor. “At hırsızlarından geliyordur kimden olacak. Peki, halk ozanı kimdi?”
“Müziği Alfred ayarladı.” dedi kızı Grace, yarım saat önce kardeşinin o taze güzelliğine olan hayranlığı nedeniyle kendi elleriyle yaptığı ve dans sonunda dağılan çiçekten tacını düzelterek.
“Ah! Demek müziği Alfred ayarladı, öyle mi?”
“Evet. Kasabaya gelirken bakmış, müzik de kasabadan çıkıyor. Adamlar yürüyerek seyahat ediyorlarmış ve dün gece buralarda dinlenmişler. Bugün de Marion’ın doğum günü olduğundan ve Alfred de bunun Marion’ın hoşuna gideceğini düşündüğünden onları bana ithafen yazmış, eğer benim için de uygunsa Marion’a serenat yapmaya geldiklerini belirten bir notla buraya göndermiş.”
“Aman aman.” dedi Doktor, umursamadan. “Hep de senin fikrini soruyor.”
“Benim fikrim de olumlu olduğu için.” dedi Grace, iyi niyetle ve bir anlığına süslediği saçlarından dolayı gurur duyarak. “Ve Marion da neşeli olduğu, dans etmeye başladığı için ben de ona katıldım ve nefessiz kalana kadar Alfred’in müziğiyle dans ettik. Müzik de Alfred tarafından ayarlandığı için bize daha bile neşeli geldi. Öyle değil mi Marioncığım?”
“Ah, bilmiyorum Grace. Alfred’den bahsetmene gıcık oluyorum.”
“Âşığından bahsetmeme mi gıcık oluyorsun!”
“Onun adını duymayı o kadar da istemediğimden eminim.” dedi kararlı güzellik, elindeki çiçeklerden bazılarının yapraklarını koparıp yere atarken. “Neredeyse onun adını duymaktan bıkkınlık geldi. Benim âşığım olmasına gelince de…”
“Hişşş! Bir kalpten bahsederken böyle hafife alma, özellikle de o kalp sana aitse, Marion.” diye bağırdı ablası. “Şakayla karışık bile olsa. Dünyada Alfred’inki kadar saf bir kalp daha yoktur!”
“Hayır! Hayır!” dedi Marion, kaşlarını umursamaz bir düşünce ifadesiyle kaldırarak. “Belki de yoktur. Ama bunun çok da ahım şahım bir özellik olduğunu sanmıyorum. Ben, ben onun içten olmasını falan istemiyorum. Ondan böyle bir şey istemedim. Onun benden beklentisi… Ama Grace, canım, neden ondan bahsediyoruz ki şimdi!”
Yetişme çağındaki kardeşlerin birbirine sarılmış, ağaçların arasında keyifle değil de ciddiyetle ancak yine de sevgiden ödün vermeden sohbet eden hâllerini görmek çok hoştu. Küçük olan kız kardeşin gözlerinin yaşlarla dolması, çok hararetli ve derin bir konunun söylediği şeyin inadıyla harmanlanıp ve acı verici bir hâl almasını izlemek ise tuhaftı doğrusu. Aralarındaki fark -yani yaş anlamında olan fark- dört seneyi geçmezdi. Ama Grace, iki kardeşin başında bir anne olmadığından (Doktor’un eşi rahmetliydi) kardeşine karşı nazik ilgisi ve ona karşı kendini adamışlığıyla olduğundan çok daha yaşlı görünüyor ve tabiatı gereği kardeşiyle şımarıkça rekabetlere girmekten ya da onunla birlikte çocuk olmaktan çok uzak, yaş farklarının açıklayabileceğinden çok daha fazlasını göstererek yalnızca gerçek sevgi ve anlayışıyla varlığını sürdüren biri hâline gelmişti. Böyle bir analık hissi, gölgeler altında bile kalbi sıcacık yapıyor ve bu yüce varlığı melekler katına yükseltiyordu!
Onlara bakan ve konuşmalarının niyetini işiten Doktor’un konu hakkındaki fikri başta sınırlıydı. Gençlerin hoşlanılan ve sevilen şeylerin saçmalığına rağmen heyecan duymaları ve bu tür sırdaşlıklar sırasında ciddi bir konudan bahsedilebileceğine dair inançları hiç şaşmazdı, hiç!
Ama yine de Grace’in yuvasına düşkün, kendinden vazgeçmiş özellikleri, onun nazik ve çekingen iyi huyluluğunun yanında fazlasıyla sebat edip ve cesur olması babasına göre, daha küçük ve daha güzel olan çocuğuyla onun arasında büyük bir tezat oluşturuyordu. Adam büyük kızına acıyordu. Aslında yaşam bu kadar gülünç bir iş olduğu için ikisine de acıyordu. Doktor, çocuklarına ciddi bir konuda mı plan yapıyorlar diye sormayı aklının ucundan bile geçiremezdi ama sonuçta o bir filozoftu.
Doğası gereği nazik ve cömert bir adam olan Doktor, tesadüfen bazen nazik ve cömert adamların ayağına takılan, altını süprüntüye dönüştürmek ve değerli şeyi değersizleştirmek gibi ölümcül bir özelliği olan Felsefe Taşı’na (simyacıların aradığı nesnelerden çok daha kolay keşfedilen) rastlamıştı.
“Britain!” diye bağırdı doktor. “Britain! Hey!”
Şaşılası derecede keyifsiz ve memnuniyetsiz bir yüze sahip olan ufak bir adam evden çıktı ve bu çağrıya pek de heyecanlı olmayacak şekilde: “Söyleyin bakalım!” diye cevap verdi.
“Kahvaltı masası nerede?” diye sordu Doktor.
“Evin içinde.” diye cevapladı Britain.
“Dün sana söylenildiği gibi dışarı çıkarmayacak mısın?” dedi Doktor. “Beyefendilerin geldiğini bilmiyor musun? Bu sabah araba gelmeden halledilmesi gereken işlerimiz olduğunu? Bunun çok özel bir durum olduğunu?”
“Kadınlar elmaları toplamayı bitirene kadar bir şey yapamazdım ama Doktor Jeddler, öyle değil mi?” dedi Britain, sesi kurduğu mantıkla doğru orantılı olarak sonunda epey yükselerek.
“Ee, hâlâ bitirmediler mi?” diye cevap verdi Doktor, saatine bakıp el çırparak.
“Haydi! Acele edin! Clemency nerede?”
“Buradayım efendim.” dedi, merdivenin tepesinden aceleyle inen ve epey sakar görünen ayakların sahibi bir ses. “Her şey tamam. Kızlar, haydi toparlanın. Yarım dakika içinde her şey hazır olacak efendim.”
Kadın bununla birlikte, tam da söylediği üzere birine açıklanmaya çalışılsa kelimelerin bulunamayacağı bir tavır takınarak acele etmeye başladı.
Otuzlu yaşlardaydı. Tombulca ve neşeli bir yüzü olsa da hatlarındaki gerginlik, ifadesine komik bir hava katıyordu. Ancak, yürüyüşünün ve tavrının olağanüstü sadeliği, dünyadaki herhangi bir yüzün yerini alabilirdi. Âdeta iki sol bacağa ve başkasının kollarına sahipti; tüm bu uzuvlar tek bir noktadan çıkıyor ve harekete geçtiklerinde tümüyle yanlış pozisyonlar alıyorlardı, desek az kalır. Bu varoluş şeklinden müthiş derecede memnundu; etliye sütlüye karışmayıp kol ve bacaklarını oldukları gibi kabul ediyor, onlar nasıl istiyorlarsa öyle hareket etmelerine izin veriyordu dersek onun bu ılımlılığının hakkını vermiş oluruz. Mavi çorap, pek çok renkten oluşan basma kumaş ve parayla alınabilecek en korkunç desene sahip elbisesi ile beyaz önlüğü de kendi özgür iradesi olan ayakkabılarının önemli bir parçasıydı ve o da ayaklarının gittiği yöne gitmek istemiyordu. Hep kısa kollu giyiyordu ve gurur duyduğu, herkese göstermek için şekilden şekle girdiği dirsekleri şu ya da bu nedenden dolayı daima sıyrıklarla doluydu. Kafasına ufak bir başlık kondurmuştu ama bu başlık o türden nesnelerin normalde bulundukları yerde konumlanmamıştı. Yine de baştan aşağı, kılık kıyafeti darmadağın olsa da pirüpaktı. Vicdanını temiz ve derli toplu tutma isteği insan içinde nasıl göründüğüne dair bir endişeyle de yansıyordu. Bu biraz ürkütücü bir sonuca sebep olarak kendini ahşap bir tutacakla -bu kıyafetinin bir parçasıydı ve teknik adı korse balinasıydı- düzeltmesine sebep oluyor ve sanki bu nesne kıyafetlerinin tarafını tutuyormuşçasına her şey simetrik bir hâl alana kadar onunla güreşmesiyle sonuçlanıyordu.
İşte şekil ve şemaili böyle olan kişi, adı muhtemelen Clementa’dan türemiş olan (ancak neredeyse çocukluğundan beri bakımını üstlendiği kör ve yaşlı annesi öldüğü, onun dışında da başka bir akrabası kalmadığı için kimse işin aslını bilmiyordu) Clemency Newcome’dı. Şimdi masayı kurmaya girişmişti. Ara ara masanın başında çıplak ve kırmızı kollarını kavuşturmuş hâlde çaprazdaki elleriyle bereli dirseklerini ovalayarak durup, masaya lazım olan bir başka şeyi akıl ediyor, bir koşu gidip onu getiriyordu.
“İşte misafirimiz iki avukat, efendim!” dedi Clemency, öyle çok da keyifli olmayan bir ses tonuyla.
“Aha!” diye bağırdı Doktor, misafirleri karşılamak için kapıya yönelirken. “Günaydın, günaydın. Grace, canım! İşte Avukat Beyler, Snitchey ve Craggs. Alfred nerede?”
“Şüphesiz hemen gelecektir baba.” dedi Grace. “Bu sabahki yolculuğu için yapması gereken o kadar çok hazırlık vardı ki sabahladı. İyi günler beyler.”
“Hanımlar!” dedi Mr. Snitchey. “Benim ve Craggs’in adına iyi günler.” dedi eğilerek. “İyi günler küçük hanım.” dedi Marion’a. “Elinizi öpeyim.” dedi ve dediğini yaptı. “Ve size iyi dileklerimi iletiyorum; bu hayırlı, güzel günde.” Normal şartlarda başkalarına iyi dilekler iletecek birine benzemediğinden bu dilekleri içten miydi değil miydi bilinmez.
“Ha ha ha!” diye güldü Doktor, elleri ceplerinde düşüncelere dalmış hâlde. “Bir musibet bin nasihatten iyidir!”
“Eminim ki.” dedi Mr. Snitchey, küçük mavi iş çantasını masanın bacağına dayayarak. “Bu hanımefendiye yönelik dilekleri hiçbir koşul altında kısa kesmek istemezsiniz, Doktor Jeddler.”
“Hayır.” dedi Doktor. “Tanrı korusun! Umarım musibet falan görmez, başına hep gülünecek şeyler gelir ve Fransız zekâsıyla ‘Oyun bitti, artık perdeyi çekebilirsiniz.’ diyecek kadar da yaşar.”
“Fransız zekâsı.” dedi Mr. Snitchey, mavi çantaya sert bir bakış atarak. “Çok da geçerli değildir Doktor Jeddler, hele sizin felsefeniz tamamen geçersizdir. Siz yine ona çok da bel bağlamayın, size hep söylediğim gibi. Hayatta ciddi bir şey yok ha! Kanunlara ne diyorsunuz peki?”
“Saçmalık.” dedi Doktor.
“Hiç kanunlara işiniz düştü mü peki?” diye sordu Mr. Snitchey, mavi çantasına bakarak.
“Asla.” diye cevapladı Doktor.
“Eğer bir gün düşerse…” dedi Mr. Snitchey. “Belki de fikriniz değişir.”
Snitchey tarafından temsil ediliyor gibi görünen ve kendine ait bilinçli en ufak ayrı bir bireyselliği olmayan Craggs, bu noktada kendince bir yorumda bulundu. Bu Snitchey’nin etkisinde kalmadığı tek fikri yansıtan bir yorumdu ama bunu da yaşamış önemli adamlardan esinlenerek düşünmüştü.
“Bana kalırsa çok basite indirgendi.” dedi Mr. Craggs.
“Kanunlar mı?” dedi Doktor.
“Evet.” dedi Mr. Craggs. “Her şey. Bana kalırsa her şey çok basite indirgendi bugünlerde. Bugünlerin günahı da bu bence. Eğer dünya bir saçmalıktan ibaretse ki öyle olmadığını söylemiyorum, başa çıkması çok zor bir saçmalık olmalı. Mümkün olduğu kadar zor bir mücadele olmalı beyefendi, olabildiğine. Amaç da bu zaten. Ama her şey artık çok basite indirgendi. Yaşamın kapılarını yağlıyoruz âdeta. Çünkü paslanmışlar. Yakında kapılar açılacak ama yumuşacık bir ses çıkaracaklar. Aslında menteşelerin gıcırdaması gerek efendim.”
Aynı bir kaya gibi gri ve beyaz kıyafetler giymiş soğuk, düz ve sert bir adam olan Mr. Craggs, bu fikri büyük bir ciddiyetle, sanki çakmak çakılmış gibi parıl parıl gözlerle sunarken kendi menteşeleri de gıcırdıyor gibiydi. Herkesin kendine ait bir krallığı vardı âdeta ve her biri bu karşıtlık muharebesinde kendi köşesini temsil ediyordu. Snitchey saksağan ya da kuzgun gibiydi -sadece o kadar parlak değildi- ve Doktor da baykuş gibiydi, ara sıra gagalamaya benzer bir fikir ortaya atıyor ama geride elle tutulur bir şey bırakmıyordu.
Bu sırada, yolculuk kıyafetleri içinde tez canlı ve yakışıklı görünümlü bir genç adam, peşinden gelen ve pek çok bavul ile paket sırtlanmış olan bir yükçüyle hızlı adımlarla, o güne yaraşır gösterişli bir edayla ve umut dolu bir ifadeyle (bu üçlü kaderin kız ve erkek kardeşleri gibi ya da gösterişsiz yapılan iyilikler gibi ya da ocak cinleri gibi el ele giderdi) meyveliğe girip Doktor’u selamladı.
“Hoş geldin, Alf.” dedi Doktor, neşeyle.
“Bu hayırlı günün hepimize yaraması dileğiyle Mr. Heathfield.” dedi Snitchey, epey eğilip selam vererek.
“Size de!” diye homurdandı yalnızca Craggs, kalın bir sesle.
“Aman nazar değmesin!” diye bağırdı Alfred bir anda. “Al işte bir, iki, üç, herkeste bir şom ağızlılık var. İyi ki bugün gördüğüm ilk kişi siz değilsiniz. Kötüye işaret olarak yorumlardım bunu. Ama neyse ki güzel, tatlı Grace’ti bugün karşıma ilk çıkan. O nedenle hepinize karşı geliyorum.”
“Aslına bakarsınız beyefendi, ilk bendim.” dedi Clemency Newcome. “O, gün doğmadan önce buralarda yürüyordu. Ben evdeydim.”
“Doğru! Clemency ilkti.” dedi Alfred. “O yüzden ben de Clemency ile size karşı geliyorum.”
“Ha, ha, ha! Kendi ve Craggs adına.” dedi Snitchey. “Ne karşı gelme ama!”
“Göründüğü kadar da değil belki de.” dedi Alfred, önce Doktor sonra da Snitchey ve Craggs’le tokalaşıp en sonunda gözlerini herkesin üstünde gezdirerek. “Şey nerede, Tanrı aşkına!” Jonathan Snitchey ve Thomas Craggs arasındaki ortaklığın yakınlığa dönüşmesine sebep olan bir korku yarattıktan sonra, kız kardeşlerin durdukları yere gidip işine öyle geldiği için önce Marion sonra da Grace’i selamladı.
Belki de konuyu değiştirmek için Doktor Jeddler birden kahvaltı masasına yöneldi ve hep birlikte masaya oturdular. Grace, Alfred ve kız kardeşini ekibin diğer üyesinden ayrı oturtmak için oturma düzenine öncülük etti. Snitchey ve Craggs, güvenlik adına aralarına koydukları mavi çantayla masanın zıt köşelerinde oturdular. Clemency garson olarak evcimen bir edayla masanın etrafında dört döndü ve üzgün ifadeli Britain daha küçük bir masada et ile pastırmayı kesmekten sorumlu başkan olarak görevinin başına geçti.