banner banner banner
Hacı Murat
Hacı Murat
Оценить:
 Рейтинг: 0

Hacı Murat


“Canımı filan geç! Gelen bir casus muydu?”

“Her ne pahasına olursa olsun bunu size söyleyemem.”

“Söyleyemez misiniz? Öyleyse ben size söylerim!”

“Siz mi?”

“Hacı Murat’tı, değil mi?” dedi, birkaç gündür görüşmelerden haberdar olan ve Hacı Murat’ın kocasını görmeye geldiğini düşünen Marya Vasilyevna. Vorontsov bunu tam olarak inkâr edemezdi, gelen gerçekten de bir casustu. Gelenin bir casus olduğunu öğrenmesi Marya Vasilyevna’yı hayal kırıklığına uğratmıştı ancak casus, Hacı Murat’ın ertesi gün orman tarafından geleceğinin haberini ulaştırmıştı. Kalenin monoton yaşamında böyle bir olayın yaşanacak olması genç çifti tedirgin etmekten ziyade âdeta sevindirmiş, Vorontsov’un babasının da bunu duyunca ne kadar memnun kalacağını aralarında konuştuktan sonra, saat üçe doğru yatmışlardı.

IV

Şamil’in onu yakalamak için gönderdiği adamlardan kaçarak geçirdiği üç uykusuz geceden sonra Hacı Murat, Sado ona iyi geceler dileyip kerpiç evden çıkar çıkmaz uykuya daldı.

Başını eline dayamış, giyinik hâlde ve tetikte uyuyor, dirseği ev sahibinin kendisi için ayarladığı kırmızı kuş tüyü minderlere gömülüyordu. Biraz uzakta, duvarın yanında da Eldar uyuyordu. Sırtüstü yatmış; güçlü, genç uzuvları öyle bir uzanmıştı ki üzerine dikili siyah fişekliğiyle beyaz çerkezkasının içindeki kabarık göğsü, yastıktan düşen yeni tıraşlı, maviye çalan kafasından daha yüksekte duruyordu. Tıpkı çocuklarınkini andıran şişkin üst dudağı sanki bir şeyler içiyormuş gibi büzülerek kabarıyordu. Hacı Murat gibi Eldar da giyinik hâlde, kemerinde tabancası ve hançeriyle tetikte uyuyordu. Ocaktaki çalı çırpının ateşi geçmek üzereydi ve duvarda asılı kandilin ölü ışığında oda tam anlamıyla bir loşluk içerisindeydi.

Gece yarısından hemen sonra misafir odasının zemini gıcırdadı ve Hacı Murat elini tabancasına koyarak aniden ayağa kalktı. Sado, toprak zemine usulca basarak içeri girdi.

“Ne oluyor?” diye sordu Hacı Murat, sanki hiç uyumamış gibi.

“Bir sıkıntı var.” diye cevapladı Sado, onun önüne çömelerek. “Bir kadın senin buraya geldiğini pencereden görmüş ve kocasına söylemiş, şimdi bütün avul senin geldiğini biliyor. Bir komşu az önce karıma ihtiyarların camide toplandıklarını ve seni yakalamak istediklerini haber verdi.”

“O zaman hemen gitmeliyim!” dedi Hacı Murat.

“Atlar hazır.” dedi Sado ve hızla dışarı çıktı.

“Eldar!” diye fısıldadı Hacı Murat. Adını ve hepsinden öte efendisinin sesini duyan Eldar ayağa fırladı, kalpağını düzeltti. Hacı Murat önce silahlarını sonra da yamçısını giyindi. Eldar da aynısını yaptı ve ikisi de sessizce kerpiç evden, sundurmanın altına çıktılar. Kara gözlü çocuk atlarını getirdi. Dışarıda, sert toprak üzerinde toynakların takırtısını duyan biri, komşu evin kapısından kafasını çıkardı ve bir adam tahta pabuçlarını takırdatarak tepeden camiye doğru koştu.

Ay yoktu ama karanlıkta sanki sundurmanın ana hatları görülebilsin diye yıldızlar kapkara gökyüzünde ışıl ışıl parlıyordu, köyün üst kısmındaki minareleri ile cami, diğer binaların üzerinden yükseliyordu. Camiden uğultulu sesler geliyordu.

Hızla silahını alan Hacı Murat, ayağını dar üzengiye soktu; sessizce, âdeta belirsiz bir hareketle vücudunu atın üzerine aktararak, eyerin yüksek minderine oturdu.

“Allah sizden razı olsun!” dedi Sado’ya doğru bakarak, sağ ayağı içgüdüsel olarak üzengiyi hissederken ve atını tutan çocuğa, bırakması gerektiğinin bir işareti olarak kamçısıyla hafifçe dokundu.

Çocuk kenara çekildi ve at, sanki ne yapması gerektiğini biliyormuş gibi, çevik adımlarla patikadan doğrudan ana yola yöneldi. Eldar da hemen arkasından dörtnala onu takip ediyordu. Koyun postu giymiş Sado, ellerini hızla sallayarak dar ara sokağın bir tarafından diğer tarafına geçerek peşlerinden koşuyordu. Avulun sokakla buluştuğu yerde, yolun karşı tarafında ilerleyen hareketli bir gölge göründü, sonra bir diğeri belirdi.

“Dur… Kimsin sen? Kıpırdama!” diye bağırdı bir ses ve birkaç adam yolu kapattı.

Hacı Murat durmak yerine belinden tabancasını çıkardı ve hızını artırarak atını yolu kapatanların üzerine doğru sürdü. Yoldakiler bir anda dağıldılar ve Hacı Murat etrafına bile bakmadan atını dörtnala bayır aşağı koşturdu. Eldar onu hızlı bir tırısla takip ediyordu. Arkalarından iki el ateş açıldı ancak vızıldayan iki kurşun ne Hacı Murat’a ne de Eldar’a isabet etti. Hacı Murat aynı hızla at sürmeye devam etti ama üç yüz metre kadar gittikten sonra nefesi kesilmeye başlayan atını durdurdu ve etrafı dinlemeye koyuldu. Karşıdan, aşağıdan hızlı akan suyun şırıltısı duyulabiliyordu. Arkalarında bıraktıkları avuldan sanki birbirlerine cevap veriyorlarmış gibi öten horozların sesi işitiliyordu. Bu seslerin üzerinde arkasından yaklaşan nal sesleriyle konuşmaları duydu.

***

Hacı Murat atını mahmuzladı ve aynı hızda sürmeye devam etti. Arkasındakiler dörtnala koştuklarından kısa sürede onu yakalamışlardı. Bunlar, Şamil’in gözüne girmek için Hacı Murat’ı tutuklamaya ya da en azından onu alıkoyuyormuş gibi göstermeye karar vermiş, yirmi kadar atlıydı. Karanlıkta görülebilecek kadar yaklaştıklarında Hacı Murat durdu, dizginini bıraktı ve sol elinin alışkın bir hareketiyle kılıfı çözüp sağ eliyle silahını çıkardı. Eldar da aynısını yaptı.

“Ne istiyorsunuz?” diye haykırdı Hacı Murat. “Beni almaya mı geldiniz? Haydi, alın beni öyleyse!” dedi ve tüfeğini doğrulttu.

Avullular durdu ve Hacı Murat elinde tüfekle vadiye inmeye koyuldu. Atlılar onu takip ettiler ama daha fazla yaklaşmadılar. Ancak Hacı Murat vadinin diğer tarafına geçtiğinde, adamlar ona seslenerek kendilerini dinlemesini istediler. Cevap olarak Hacı Murat tüfeğini ateşledi ve atını dörtnala koşturdu. Onu dizginlediğinde takipçileri artık sesleri işitilemeyecek kadar geride kalmıştı ve horozların ötüşü de artık duyulmuyordu; sadece ormandaki suyun şırıltısı artık daha belirgin geliyor ve arada sırada bir baykuşun çığlığı işitiliyordu. Karanlık bir duvar gibi yükselen orman artık çok yakın görünüyordu. Bu, müritlerinin onu beklediği ormandı.

Oraya vardığında Hacı Murat durakladı, ciğerlerine bolca hava çekerek bir ıslık çaldı ve sonra sessizce dinledi. Bir sonraki dakika ormandan gelen benzer bir ıslık sesiyle kendisine karşılık verildi. Hacı Murat yoldan saparak ormandan içeri girdi. Yüz adım kadar ilerlediğinde ağaçların gövdeleri arasında yanan bir ateşi, çevresinde oturan bazı adamların gölgelerini ve ateşin ışığıyla yarı aydınlanmış eyerli, nalları köstekli bir atı gördü. Dört adam ateşin etrafında oturuyorlardı. İçlerinden biri hızla ayağa kalktı, Hacı Murat’ın yanına gelerek atının dizginine ve üzengisine sarıldı. Bu, Hacı Murat’ın ev işlerini onun adına yürüten manevi kardeşiydi.

Hacı Murat atından inerek, “Ateşi söndürün.” dedi. Adamlar odunları dağıttılar, yanan çalıları ayaklarıyla ezdiler.

“Bata geldi mi buraya?” diye sordu Hacı Murat, yere serilmiş bir yamçıya doğru ilerleyerek.

“Evet, uzun zaman önce, Han Mahoma ile gittiler.”

“Ne tarafa gittiler?”

Hanefi, Hacı Murat’ın geldiği yönün tersini işaret ederek, “Bu taraftan.” diye cevapladı.

“Pekâlâ.” dedi Hacı Murat ve tüfeğini omuzundan indirerek doldurmaya başladı.

“Dikkatli olmalıyız, peşimdeler.” dedi ateşi söndüren bir adama.

Konuştuğu bu adam, Çeçen Hamzalo’ydu. Hamzalo, yere serili yamçının üstünde, kılıfında duran tüfeğini aldı, sessizce düzlüğün kenarına, Hacı Murat’ın oturduğu yere gitti.

Eldar atından inince Hacı Murat’ın atını da aldı ve iki atın başını yukarı kaldırıp iki ayrı ağaca bağladı. Sonra Hamzalo’nun yaptığı gibi tüfeğini omuzladı ve düzlüğün diğer tarafına gitti. Ateş sönmüş, orman artık eskisi gibi kendi karanlığının içine gömülmüştü ama gökyüzünde yıldızlar hâlâ parlıyordu. Gözlerini yıldızlara kaldıran Hacı Murat, Büyükayı, Küçükayı ve Kuzey Yıldızı’na bakarak gece yarısının çoktan geçtiğini, sabah namazı vaktinin geldiğini hesapladı. Hanefi’den bir ibrik istedi (Hiçbir zaman heybesinde bir tane taşımayı ihmal etmezdi.) ve yamçısını alarak suya gitti. Ayakkabılarını çıkarıp abdestini alan Hacı Murat, çıplak ayakla yamçının üzerine çıktı ve baldırlarının üzerine çömeldi; önce parmaklarını kulaklarına koyup gözlerini kapattıktan sonra güneye döndü ve her zamanki gibi namaz dualarını okumaya başladı.

İbadetini bitirdikten sonra yerine geri döndü ve yamçının üzerine oturarak dirseklerini dizlerine dayadı, başını eğip derin düşüncelere daldı. Hacı Murat’ın her zaman için kaderine sarsılmaz bir güveni vardı. Herhangi bir şeyi planlarken her zaman başarıya ulaşacağına önceden inanırdı ve bu yüzden de kader ona hep gülerdi. Gerçekten de çok nadiren karşılaştığı bazı aksaklıklar dışında, fırtınalı savaşçılık hayatı her daim yolunda gitmişti, bu sefer de öyle olacağını ümit ediyordu.

Vorontsov’un emrine vereceği orduyla Şamil’e nasıl yürüyeceğini, onu esir alıp intikamını nasıl alacağını, Rus Çarı’nın onu nasıl ödüllendireceğini ve sadece Avarları değil, kendisine boyun eğecek olan tüm Çeçen halkını nasıl yeniden yöneteceğini hayal ediyordu; bu düşüncelerle farkında olmadan uykuya daldı.

Rüyasında, kendisinin ve cesur müritlerinin ilahiler söylediğini, “Dağılın, Hacı Murat geliyor!” naralarıyla Şamil’e nasıl saldırdığını, onu ve karılarını nasıl yakaladıklarını, hepsini nasıl birlikte tutsak aldığını görüyor; tam bu sırada sanki o kadınların çığlıklarını bile duyabiliyordu. Birden uyandı. Rüyasında okunan “La ilahe illallah!” naraları, Şamil’in eşlerinin feryatları, onu uyandıran çakal ulumalarından başka bir şey değildi.

Hacı Murat başını kaldırdı, doğuda çoktan aydınlanmaya başlayan ağaçların gövdeleri arasından görülen gökyüzüne baktı ve kendisinden biraz uzakta oturan bir müridine Han Mahoma’yı sordu. Han Mahoma’nın henüz dönmediğini duyunca tekrar başını göğsüne bıraktı ve uykuya daldı.

Bata ile olan görevinden dönen Han Mahoma’nın neşeli sesi uyandırdı onu bu sefer. Han Mahoma hemen Hacı Murat’ın yanına oturdu ve ona askerlerin kendilerini nasıl karşıladıklarını, Prens’e nasıl götürdüklerini ve Prens’in kendisiyle nasıl konuştuğunu, Rusların Miçik Deresi’nin karşı yamacında Şalinskiy düzlüğünde odun kırdıkları yerde bu sabah onlarla nasıl buluşmaya söz verdiğini teker teker anlattı. Bata, kendi ayrıntılarını eklemek için dostunun sözünü keserek onun anlattıklarını tamamlıyordu.

Hacı Murat özellikle Vorontsov’un Rusların yanına gitme teklifine hangi sözcüklerle cevap verdiğini sordu. Han Mahoma ve Bata bir ağızdan, Prens’in Hacı Murat’ı misafir olarak kabul etmeye, onun iyiliği için çalışmaya ve öyle davranmaya söz verdiğini söylediler. Sonra Hacı Murat onlara yol hakkında sorular sordu ve Han Mahoma ona yolu iyi bildiğini, onu doğrudan oraya götüreceğini garanti edince Hacı Murat biraz para çıkardı ve Bata’ya vadedilen üç rubleyi verdi. Adamlarına heybeden altın işlemeli silahlarıyla, sarığını çıkarmalarını; müritlerine de Rusların arasına girdiklerinde iyi görünmeleri için kendilerine çekidüzen vermelerini söyledi. Onlar silahlarını, koşum takımlarını, atlarını temizlerken yıldızlar çoktan kayboldu, hava iyice aydınlandı ve sabahın öncüsü serin bir rüzgâr esmeye başladı.

V

Sabahın erken saatlerinde, hava henüz karanlıkken, Poltoratskiy tarafından komuta edilen ve baltalar taşıyan iki bölük, Şahgirin Kapısı’nın altı mil ötesine yürüdüler ve gün ağarınca odunları kesmek için harekete geçen bir dizi avcı, ormanın içine yayıldılar. Saat sekize doğru, tatlı bir biçimde tıslayarak çatırdayan ateşten yükselen nemli yeşil dalların kokulu dumanına karışan sis, yavaş yavaş kalkmaya başladı ve o zamana kadar beş adım öteyi görmemiş ancak birbirlerini duymuş olan oduncular, şimdi kesilen ağaçların yığıldığı orman yolunu iyice seçebiliyorlardı.

Güneş, dağılmaya başlayan sis bulutunun ardında kâh kocaman bir çanak gibi kimi zaman bir benek hâlinde görünüyor kimi zaman da tamamen kayboluyordu. Yolun biraz ilerisinde subaylar, davulların üstünde oturmuş bekleşiyorlardı.

Açıklıkta, yoldan biraz uzakta oturan bu kişiler; Poltoratskiy, Astsubay Tihonov, üçüncü bölüğün iki subayı, muhafızların eski bir subayı ve Poltoratskiy’in düello yüzünden rütbesi geri alınmış, askerî okuldan bir arkadaşı olan Baron Freze idi. Davulların çevresine yiyecek kâğıtları, sigara izmaritleri ve boş şişeler saçılmıştı. Subaylar kahvaltı esnasında biraz votka içmiş, sonrasında İngiliz birası içmeye devam etmişlerdi. Davulcu üçüncü şişesini açıyordu. Poltoratskiy, yeterince uyumamış olmasına rağmen kendisini askerleri ve yoldaşları arasında, tehlike ihtimali olan bir yerde bulunduğu zamanlarda hissettiği o tuhaf, kaygısız neşe içerisinde hissediyordu.

Subaylar, General Sleptsov’un ölümünü konuşuyorlardı. En çok da dağlıları kılıçtan geçiren yiğit subayın kabadayılığı üzerinde duruyorlardı.

Hiçbiri bu ölümde bir yaşamın en önemli anını, bir sona ermişliği görmüyordu; aksine aralarındaki en deneyimli subaylar bile o zamanki Kafkas savaşlarında, başka yerlerde olduğu gibi, hiçbir zaman hayallerde yaratılan ya da efsane gibi anlatılan kılıç savaşlarının gerçekleşmediğini bilirlerdi, böylesine göğüs göğüse meydana gelen savaşlarda sadece kaçanlar kılıçtan geçirilirdi. Bununla birlikte subaylar yine de bu türden savaş hayallerini çok gurur verici bir durum olarak gördüklerinden, bu onlara güven ve neşe veriyordu. Davulların üzerinde kimi büyük bir gururla böbürlenerek kimi ise sakin oturmuş vaziyette sigarasını tüttürüyor, birasını içiyor, arkadaşlarıyla şakalaşıyordu; Sleptsov’un başına geldiği gibi her an onlara yetişebilecek olan ölüm hakkında endişelenmiyor, hatta bu düşünceyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Ve tam da konuşmalarının ortasında, âdeta ölümün ben buradayım demesini andıran bir tınıyla, yolun solundan bir tüfek atışının hoş, heyecan verici sesini duydular. Sisli havada ateşlenen mermi uçtu ve bir ağaca saplandı.

“Maşallah!” diye neşeyle haykırdı Poltoratskiy. “Bizim hattımız iyi çalışıyor. Şansın açık olsun, Kostya.” dedi ve Freze’ye dönerek: “Haydi, bölüğünün başına geç bakalım. Hattı desteklemek için tüm bölüğe liderlik edeceğim, haydi keyifle geçecek bir savaşa hazırlanalım ve bunun için gerekli raporu hazırlayalım.” dedi.

Freze, ayağa fırlayarak bölüğün bulunduğu sisli noktaya doğru hızlı adımlarla yürüdü.

Poltoratskiy, küçük birliğini yürüyüş düzenine geçirerek ateş açılan yere doğru yönlendirdi.

İleri karakollar, ormanın eteklerinde, bir vadinin çıplak inen yamacının önünde duruyordu.