banner banner banner
Hacı Murat
Hacı Murat
Оценить:
 Рейтинг: 0

Hacı Murat


Rüzgâr orman yönünde esiyordu ve sadece vadinin eğimi görünmekle kalmıyor, aynı zamanda karşı taraf da açıkça görünüyordu. Poltoratskiy hatta ulaştığında, güneş sisin arkasından çıkmıştı; vadinin diğer tarafında, daha seyrek bir ormanın eteklerinde, çeyrek mil uzaklıkta birkaç atlı görünüyordu. Bunlar Hacı Murat’ın peşine düşen ve onun Ruslarla karşılaşmasını görmek isteyen Çeçenlerdi. İçlerinden biri hatta ateş etmiş, karşı taraftan birkaç asker ona karşılık vermişti.

Çeçenler geri çekilmiş, ateş kesilmişti ancak Poltoratskiy ile bölüğü geldiğinde yine de ateş edilmesi emrini verdi. Bu sözle birlikte, keskin nişancılar dizisinin tamamı boyunca, tüfeklerin aralıksız, neşeli, heyecan verici çıtırtıları duyuldu; hemen ardından da ince bir duman şeridi narince etrafa yayıldı.

Ortaya çıkan şenlikten memnun olan askerler, hızla tüfeklerini doldurarak art arda ateş ettiler. Görünüşe göre Çeçenler de onların bu neşeli eğlencelerine ayak uydurmuşlardı, onlar da birbiri ardına ileri sıçrayarak askerlere birkaç el ateş ettiler. Bu atışlardan biri, bir askeri yaraladı. Bir gece önce pusuya yatmış olan Avdeyev’di bu asker. Yoldaşları ona yaklaştıklarında yüzüstü yatıyordu, yaralı karnını iki eliyle tutuyor ve ritmik bir hareketle sallanarak, hafifçe inliyordu. Avdeyev, Poltoratskiy’in bölüğünden bir askerdi, bir grup askerin toplandığını gören Poltoratskiy onlara doğru yürüdü.

“Ne oldu evlat? Vuruldun mu?” dedi Poltoratskiy. “Nerene isabet aldın?”

Avdeyev buna cevap vermedi.

Avdeyev’in yanında bulunan bir asker, “Tam silahımı dolduruyordum ki bir anda bir ses duydum.” diye anlatıyordu. “Sonra bir baktım, bizimki tüfeğini düşürmüş.”

“Cık, cık, cık!” diye dilini şaklattı Poltoratskiy. “Çok acıyor mu Avdeyev?”

“Acımıyor ama yürümemi engelliyor, ayağa kalkamıyorum. Şimdi bir damla votka olsa ne iyi olurdu!”

Biraz votka -ya da Kafkasya’daki askerler tarafından içilen ispirto-hemen temin edildi ve sert bir şekilde kaşlarını çatan Panov, ciddi bir ifadeyle Avdeyev’e bir kapak içinde ispirtoyu sundu. Avdeyev birkaç yudum alıp kapağı hemen eliyle itti.

“Yok, içim bunu kaldırmıyor, al sen iç!” dedi.

Panov, ispirtonun kalanını bir dikişte içti. Avdeyev yeniden doğrulmaya çalıştı ama yine çöktü. Hemen yere bir kaput sererek onu üzerine yatırdılar.

Astsubay, Poltoratskiy’e: “Komutanım, Albay geliyor.” diye haber verdi.

“Tamam. Buraları siz düzenleyin.” dedi Poltoratskiy ve kırbacını şaklatarak Vorontsov’u karşılamak için atını dörtnala sürdü. Vorontsov safkan bir İngiliz atına biniyordu ve ona alay yaveri, bir Kazak ve bir Çeçen tercüman eşlik ediyordu.

“Burada neler oluyor?” diye sordu Vorontsov.

“Çetelerden biri bizim avcı takımımıza saldırdı.” diye cevapladı Poltoratskiy.

“Aman hadi oradan, sizin yüzünüzden olmuştur!”

Poltoratskiy gülümseyerek, “Hayır Prens, biz değildik.” dedi. “İlk olarak onlar başlattı.”

“Bir askerin yaralandığını duydum!”

“Evet, çok yazık oldu. O iyi bir asker.”

“Yarası ciddi mi?”

“Sanırım, karnından isabet aldı.”

“Peki, şimdi nereye gittiğimi biliyor musunuz?” diye sordu Vorontsov.

“Bilmiyorum, efendim.”

“Tahmin edemiyor musun?”

“Hayır.”

“Hacı Murat geliyor, birazdan onunla görüşeceğiz.”

“Doğru mu duydum?”

Vorontsov, yüzünde oluşan memnuniyet gülümsemesini güçlükle bastırarak, “Dün elçisi bana geldi. Birkaç dakika içinde Şalinskiy düzlüğünde beni bekliyor olacak. Keskin nişancıları düzlüğe yerleştirin ve sonra gelip bana katılın.”

“Emredersiniz.” dedi Poltoratskiy, elini kalpağına götürerek ve birliğine geri döndü. Keskin nişancıları çayırlığın sağına yönlendirdi ve Astsubay’a sol tarafa da aynısını yapmasını emretti. Yaralı Avdeyev, bu arada bazı askerler tarafından kaleye geri götürülmüştü.

Poltoratskiy, Vorontsov’un yanına dönmek için yola koyulduğunda, arkasından kendisine yetişmekte olan birkaç atlıyı fark etti. Önde beyaz yeleli bir atın üzerinde, çerkezkasını ve kalpağını giymiş, altın süslemeli silahını kuşanmış, heybetli bir adam vardı. Bu adam Hacı Murat’tı. Poltoratskiy’e yaklaştı ve ona Tatarca bir şeyler söyledi. Kaşlarını kaldıran Poltoratskiy, anlamadığını göstermek için kollarıyla bir hareket yaptı ve gülümsedi. Hacı Murat da ona gülümseyerek karşılık verdi ve bu çocuksu, saf, gerçek anlamda iyi yürekliliği gösteren gülümseme Poltoratskiy’i şaşırttı. Poltoratskiy, korkunç dağ şefinin böyle görüneceğini hiç tahmin etmemişti. Suratsız, sert yüzlü bir adam görmeyi ummuştu ve şimdi karşısında gülümsemesi öylesine nazik, hayat dolu bir insan vardı ki Poltoratskiy kendini eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi hissetmişti. Ondaki en belirgin özellik, birbirinden ayrık, kara kaşlarının altından sakince, dikkatle bakan ve diğerlerinin gözlerini delip geçen gözleriydi, sanki karşısındakinin içini okuyabiliyordu.

Hacı Murat’ın ekibi, o gece Prens Vorontsov’u görmeye gelen Han Mahoma’nın da aralarında bulunduğu beş kişiden oluşuyordu. Al yanaklı, yuvarlak yüzlü, siyah kirpiksiz gözleri ve ışıltılı ifadesiyle, yaşam sevinciyle dolu bir adamdı.

Hemen yanında, kaşları birleşik, tıknaz, kıllı bir adam olan Avar Hanefi vardı. Hacı Murat’ın tüm mülkünden sorumluydu ve ağzına kadar doldurulmuş heybeleri taşıyan bir atı tutuyordu. Onun ekibinde özellikle iki adam çok dikkat çekiciydi. Kadın kadar ince belli, geniş omuzlu, kumral, sakalı henüz çıkmaya başlamış, koyun gözlü, yakışıklı bir erkek olan Eldar bunlardan biriydi. Diğeri ise bir gözü kör, kaşı ve kirpiği olmayan; yüzünde burnundan başlayan bir yara izi ile kızıla çalan sakalı bulunan müridi, Çeçen Hamzalo idi.

Poltoratskiy, yolda beliren Vorontsov’u işaret etti. Hacı Murat atını ona doğru sürdü, sağ elini kalbinin üzerine koyarak Tatarca bir şeyler söyledi ve durdu. Çeçen tercüman onun söylediklerini tercüme etti.

“ ‘Kendimi Rus Çarı’nın korumasına teslim ediyorum.’ diyor.” ‘Ona hizmet etmek istiyorum. Bunu uzun zaman önce yapmak istiyordum ama Şamil izin vermedi.’ ”

Vorontsov, tercümanın ne dediğini duyduktan sonra, deri eldivenli elini Hacı Murat’a uzattı. Hacı Murat, bir an tereddütle ona baktıktan sonra tekrar bir şeyler söyleyerek onunla tokalaşırken önce tercümana, ardından Vorontsov’a baktı.

“Serdar’ın oğlu olduğun için senden başkasına teslim olmak istemediğini söylüyor ve sana çok saygı duyuyor.”

Vorontsov teşekkür etmek için başını eğdi. Hacı Murat çevresindekileri göstererek bir şeyler daha söyledi.

“Diyor ki bunlar onun müritleri, onun gibi Ruslara hizmet edeceklermiş.”

Vorontsov o tarafa dönerek onları da başıyla selamladı. Neşeli, kara gözlü, kirpiksiz Çeçen Han Mahoma da başını salladı, Vorontsov’a kendi dilinde bir şeyler söyledi; muhtemelen komik şeylerdi çünkü kıllı Avar, beyaz dişlerini göstererek sırıttı. Ama kızıl saçlı Hamzalo’nun tek kırmızı gözü sadece bir anlığına Vorontsov’a bakmakla yetindi, ardından yine atının kulaklarına odaklandı. Vorontsov ve Hacı Murat maiyetleriyle birlikte kaleye geri döndüklerinde, askerler gruplar hâlinde toplanmış, hatlardan ayrılarak kendi aralarında konuşuyorlardı:

“O lanet olası adam ne çok cana kıymış! Ve şimdi onu kim bilir nasıl baş tacı edecekler!”

“Başka ne olacaktı ki! O, Şamil’in sağkoluydu; artık çok daha kıymetli olur!”

“Yine de inkâr yok! Yiğit bir adam o, yaman bir asker!”

“Şu kızıl saçlıya bakın! Tıpkı bir yaban hayvanı gibi gözlerini kısarak sinsice bakıyor!”

“Öf! Sadece itin biri o!”

Özellikle kızıl saçlı hepsinin ilgisini çekmişti. Kafile odun kesilen yerden geçtiği sırada, yolun yakınında bulunan askerlerin tümü Hacı Murat ve adamlarını daha yakından görmek için öne doğru atıldılar. Subaylardan biri hemen onlara çıkıştı ancak Vorontsov, “Bırakın eski dostlarına bir baksınlar.” dedi.

“Bunun kim olduğunu biliyor musun?” diye ekledi, en yakındaki askere dönerek ve kelimeleri İngiliz aksanıyla yavaş yavaş söyleyerek.

“Hayır, komutanım.”

“Hacı Murat. Onun adını duydunuz mu?”

“Nasıl duymam komutanım? Ona kaç sefer dayak attık!”

“Evet ama oldukça çok dayağını da yediniz.”