Книга Kayıp Kuşlar Sahili - читать онлайн бесплатно, автор Emin Göncüoğlu
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kayıp Kuşlar Sahili
Kayıp Kuşlar Sahili
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kayıp Kuşlar Sahili

Emin Göncüoğlu

Kayıp Kuşlar Sahili

Hep destekleyen Şehnaz’a sevgiyle…


BİRİNCİ BÖLÜM

Üstü makilerle kaplı yeşil ve kayalık tepe, uzun ve yüksek bir yay çizerek ötelerdeki vadinin başında son buluyordu. Tepenin eteklerine yayılmış geniş muz, portakal ve greyfurt bahçeleri şimdilerde burada, yani bu küçük köyde yaşayanların en önemli geçim kaynağıydı.

Yemyeşil bahçelerin batısına kümelenmiş, alt katı ahır veya depo olarak kullanılan çoğu iki katlı köy evlerinin önünden ince uzun siyah bir ip gibi geçen kara yolu ta ötelerde bahçelerin derinlerinde gözden kayboluyordu.

Kara yolunun meyve bahçeleri ile bezeli beri tarafında bu bölgenin insanları, diğer yanında yani deniz tarafında çoğu büyük şehirlerden ve soğuk, Kuzey Batı Avrupa ülkelerinden gelen ve bir kısmı devamlı kalan insanlar yaşıyordu. Köylülerin barındıkları evler ne kadar basit ve mütevazı ise, asfaltın diğer yakasında yaşayan yazlıkçıların ve yabancıların evleri de o kadar albenili ve şatafatlıydı.

Düzenli, tertipli çiçeklerin, ağaçların, yemyeşil çimenliklerin süslediği önlerde gösterişli villaların arkalarında da dört, beş katlı apartmanların bulunduğu siteler yan yana dizilmiş sahil boyunca göz alabildiğince uzanıyorlardı.

Sahille sitelerin arasına sıkışmış upuzun yürüyüş yolu, gerilerden gelip ileride çam ağaçlarının arasından küçük koyu dolanıp, iri kayaların üstünden atlayarak gözden kayboluyordu.

Çoğu zaman hırçın dalgaların dövdüğü esintisi hiç eksik olmayan iri kayaların oluşturduğu burnun gerisindeki Zeytinli Koy, parıltılı turkuaz renkli görkemli denizin tersine, rengini çevresindeki yüksek çam ağaçlarından aldığı koyu yeşil hâliyle her zamanki gibi kendisini seyreden insanlara mutluluk veriyor ve çok huzurlu görünüyordu.

Erken suya girmeyi seven sekiz, on kişinin ve demirlemiş yedi, sekiz motorlu küçük teknenin dışında deniz bomboştu. Evlerin önlerinde, çimenlerin arasına yayılmış, ağaçların gölgelediği kenarlarını çiçeklerin süslediği sevimli yürüyüş yollarında henüz kimseler yoktu. Geniş güneşliklerin ve ağaçların altındaki şezlonglar, onların yanındaki plastik sehpalar dağınık hâlleri ile bir önceki günün izlerini taşıyorlardı.

Hava nemliydi ve az da olsa sabah serinliği vardı. Uzun kumsallı sahilin gerisinden, renk renk çiçeklerin ve yeşil yapraklı ağaçların üstünden Zeytinli Koy’a baktım. Uyku mahmuru yorgun gözlerimi, turkuaz renkli denizin üstünde, ince, uzun; on beş, yirmi santim yüksekliğinde beliren yumuşak dalgaların ve beyaz köpüklerinin sahilde eriyip yok olmasında dinlendirirken, bulunduğum balkona arkadaki asfalt yoldan geçen taşıtların ve sahilde eriyip kaybolan dalgaların sesleri geliyordu.

Yandaki sitenin ayağı şortlu, başı hasır şapkalı, çakır gözlü, yanık tenli görevlisi Cezmi göründü ve eline aldığı uzun sarı hortumla bahçede ne var ne yok sulamaya başladı. Arada bir elindeki hortumu çimenlerin üstüne atarak, yerden kaldırdığı bir şeyleri en yakınındaki çöp kovasının içine attıktan sonra çiçeklerin, çimenlerin, lükstürümlerin, ağaçların diplerini sulamaya devam ediyordu.

Yaşlı bir kadın tasmasının kayışından tuttuğu sevimli beyaz bir köpekle yürüyüş yolunda ağır adımlarla ilerliyordu. İnsanların yalnızlığını köpeklerle paylaşması ne acı! Sonra onların peşinden orta yaşlı bir kadınla bir erkek göründüler. Yürürken arada bir duruyorlar, konuşmalarına öyle devam edip tekrar yürümeye başlıyorlardı.

Balkonda durmaktan sıkıldım ve içeri girdim. Salondaki kitaplığın önüne geldim, kitaplara baktım. Bazılarını çıkarıp sayfalarını karıştırıp tekrar yerine koydum. Kitaplığın köşesinde, oğlum Reha’nın karısı Naşide ile evlenmeden önce, yeni evliyken ve daha sonra çeşitli yerlerde çekilmiş fotoğraflardan oluşan bir köşe yapmıştı Esma. İçimden taşan bir hüzünle onlara baktım… Şimdi fotoğraf çektirmiyorlar artık, bunlar da eskiler… Mutsuz olduklarını biliyorum fakat elimden hiçbir şey gelmiyor ki.

Can sıkıntısıyla salondaki pencere camının önüne geldim. Yan sitenin bahçıvanı Cezmi elindeki tırmıkla çimenlerin üstünü iyice tarıyor, bir köşeye biriktirdiği çer çöp yaprak ne varsa iki avucuyla iyice desteledikten sonra götürüp çöp kutusuna atıyordu. Bizim sitenin bahçıvanı, bekçisi, her şeyi Nazmi henüz etrafta görünmüyordu. Nazmi biraz tembel biraz geveze olsa da site sakinleri onun sempatik, cana yakın tavırlarına yıllardır alıştıkları için yönetici Hayri Bey’in zaman zaman sinirlenip onu işten çıkarma teşebbüslerine karşı koyarak buna izin vermiyorlardı.

Göz kamaştırıcı ışıklarını denizin geniş yüzeyinde boylu boyunca parlatan güneş, ufuk çizgisinden biraz daha uzaklaşarak yükselmişti. Güneşin parlaklığına ve ısısına daha fazla dayanamayarak pencerenin önünden ayrıldım. Fakat ne yapacağıma bir türlü karar veremeyip salonun ortasında öylece bekliyordum. Bir süre arkamdan vuran güneşin oluşturduğu önümdeki gölgeme baktım. Kafamı kaşıdım, gölgemde kafasını kaşıdı. Ellerimi belime dayayıp başımı sağa sola çevirerek etrafı seyrettim. Ben ne yaparsam gölgem de aynısını yapıyordu. Ben hareketsiz durduğum için şimdi hareketsiz duran gölgeme bakıp, hayatın aslında anlayamadığımız fakat onlara alıştığımız için, anladığımızı zannettiğimiz bir sürü tuhaf şeyle dolu olduğunu düşündüm ve gölgemle birlikte mutfağa yürüdüm. O kayboldu ben buzdolabının kapısını açtım. Meyve bölümünden irice bir şeftali çıkarıp dilimleyip yedim. Mutfağın penceresinden görünen arkadaki evleri, uzaktaki köyün gerisinde kalan ve üstü makilerle kaplı tepenin bir kısmını eğilerek seyrettim.

Mutfağın küçük balkonuna çıktım, dışarıdaki çam ve iyot kokulu, nemli, temiz havayı derin derin içime çekince başım döndü. Düşmekten korktuğum için balkonun korkuluk demirlerine tutundum. Bir süre öylece bekleyip eski hâlime döndükten sonra evin içindeki sessizliğe daldım. İnce koridoru yürüyerek yatak odasına yöneldim. Bir süre kapıda durdum. Karımı, yani Esma’yı izledim. O kadar derin uyuyordu ki, odaya girişimi, sessizce yanına uzanışımı, bir süre beyaz tavanı seyredip birbiriyle ilgili, ilgisiz bir sürü şey düşündükten sonra yanından kalkışımı hiç fark etmedi bile.

Artık hayat onu daha fazla telaşlandırıyordu. Fakat buna çare bulmanın imkânı var mıydı? Hem tek sebep bu da değildi. Oğlumuz Reha’daki huzursuzluktu. Reha eski Reha değildi; çok değişmişti… Şimdi bütün enerjisini Reha’yı düşünerek yok ediyor, kendi kendini yiyip duruyordu. Odadan çıkmadan yüzüne baktım, gergin bir ifadeyle uyuyordu. Ona bakmak beni de geriyordu. En iyisi denize gidip yüzmek biraz olsun kötü düşüncelerin etkisinden kurtulabilirsem rahatlamaktı.

Banyoya girdim askıdan mayomu alıp giydim. Deniz havlumu alarak aşağıya indim. Site görevlimiz Nazmi ile karşılaştım. Çöp kovalarını boşaltmakla uğraşıyordu. Selamlaştıktan sonra havlumu bir şezlongun üzerine bıraktım ve Orhan’ın sahile terk edilmiş, römorkuyla birlikte çürümeye yüz tutmuş kayığının yanından sahile inip denizin kenarına geldim. Kumsal yumuşak, su ılık, deniz parıltısıyla göz kamaştırıyordu.

Ayaklarıma çarpan küçük dalgaların üstünden geçerek, berrak suyun içinde sağa sola doğru hızla yüzen küçük balık gruplarını izledim. Su bedenimi ipeksi yumuşaklığı ile omuzlarıma kadar sarınca, dönüp sahilden ne kadar uzaklaştığıma baktım. Elinde çöp kovaları ile gidip gelen Nazmi’yi ve evimi seyrettim.

Küçük balıklar sanki beni takip ediyormuş gibi etrafımda dolanıp durmaya, fırsat bulunca da orama burama, parmak uçlarıma ufak ısırıklar atıp beni gıdıklamaya çalışıyorlardı.

Başımı suya batırdım ve suyun uyarıcı serinliğini vücudumun her yanında hissettim. Sonra dışarı çıkardığım başımdan süzülen suları elimle sildim. Dudaklarımın kenarlarındaki tuzun tadını aldım. Açıklara doğru bir süre yüzdüm. Fakat sahilden epeyce uzaklaştığımı düşünerek endişelenip yüzmeye başladığım noktaya geri dönerek sahili izlemeye devam ettim.

Yürüyüş yolundaki çam ağaçlarından birinin gölgesinde başındaki tablasıyla dinlenen, on beş, on altı yaşlarındaki simitçi çocuğa baktım. Sonra simitçi çocuk simit isteyenler için sitelerin bahçelerine girip çıkarak epeyce uzaklaştı ve Zeytinli Koy da gözden kayboldu.

Benim gibi erkenci, iki orta yaşlı kadın başlarındaki güneş şapkaları ile konuşarak denize girdiler ve yavaş yüzerek bir hayli açıldılar. Gerçi bizim burada deniz sığ olduğundan çok açılsanız bile ayağınızın yerle teması kesilmediği için yorulsanız da dinlenme imkânınız oluyordu. Fakat bunu bilmeme rağmen ben sahilden çok uzaklaşmıyor, uzaklaşanları da anlayamıyordum. Benim için denizin hiçbir hâline güven olmazdı çünkü.

Nazmi bahçedeki işini bitirmiş olacak ki elindeki uzun saplı süpürgeyle sitenin önündeki yürüyüş yolunu süpürdü. Ardından eliyle alnını sildikten sonra nefeslenip sahile indi ve süpürgeyle kumların üstünü düzeltti. İnsanların gece geç saatlere kadar sağa sola savurdukları boş bira, kola, soda, su şişelerini, cips poşetlerini, sigara kutularını, naylon torbalarını tek tek toplayıp götürüp çöp kutusuna attı.

Etrafımda dolanan küçük yavru balıklar fırsat buldukça orama burama, ısırıklar atmaya devam ediyorlardı. Suya dalınca hepsi hızla uzaklaştılar yanımdan. Gözlerimle kumsalı taradım bir müddet. Güneş ışıklarının aydınlattığı deniz tabanında içi boş salyangoz ve midye kabuğu görerek alıp mayomun fermuarlı cebine koydum. Esma, saçma bulsa da denizden çıkardığım bu kabukları evde cam kavanozlarda biriktiriyordum. Bazen ölmüş yengeç ve denizyıldızına da rastladığım oluyordu ve Esma ise bunlardan hiç haz etmediğini yüzünü buruşturarak belli ediyordu.

Bugün bu kadar deniz yeterdi. Yavaş yavaş, suyun teskin eden, tedavi eden etkisini tenimde duyarak dışarı çıktım. Havlumun yanına gelip kurulandım. Daha ne yapacağıma karar vermemişken Nazmi çıkageldi sahilden.

“Asım Bey günaydın.” dedi ben elimdeki havlu ile ıslak saçlarımı ve yüzümü kurularken.

“Günaydın Nazmi, her yanı yine çok kirletmişler anlaşılan.” dedim. Nazmi sanki bu sözlerimle onu kayırıyormuşum gibi bana yanaşıp elindeki süpürgenin uzun sapını çevirerek,

“Ya bunlarda insanlık kalmamış inanın, yediniz içtiniz bari götürüp çöpe atın değil mi ya? Yani biz de insan evladıyız valla canım çıkıyor temizlemekten.” dedi.

Onun söylediklerine karşılık versem çenesi açıldığı için hiç susmaz, işler de öylesine kala kalırdı. En iyisi konuşmamaktı. Yoksul yüzüne ve güneş yanığı tenine bakmakla yetindim. Fakat o,

“Esma Hanım inmedi mi?” diye bırakmadı.

“Geç uyudu, televizyondaki film uzun sürünce uyanamadı.” dedim.

“Şu denizde dev dalganın batırdığı gemiyle ilgili film mi?”

“Evet, o işte…’’dedim ilgisizce.

Nazmi’nin güneş yanığı yüzünde şaşırmış gibi ifade belirdi ve gözlerini yüzüme dikerek

“Çok heyecanlıydı be ya!’’

“Bilmem ben pek sevmem o tür şeyleri. Bağırıp çağırmalar, inlemeler… Bizi mutsuz edecek zaten bir sürü şey var!”

“Ya bu yalandan Asım Bey, vakit geçirmek için be ya.”

“Vakit geçirmenin başka yolu yok mu? İnsanlar felaketleri izlemekten nasıl zevk alıyorlar anlamıyorum. Neyse bana müsaade güneş iyice yükselmeden biraz sahilde yürüyüp geleyim.” dedim ve Nazmi’nin daha başka bir şey söylemesine fırsat vermeden havlumu sırtıma örtüp, terliklerimi elime alarak kumsala indim. Gereksiz yere gerilmiştim.

İKİNCİ BÖLÜM

Kıyıdan denizin içine doğru beş, altı metre kadar uzanan ve aralarında yengeçler yuva yaptığı için Yengeç Kayalığı denen yerin yanından geçtim. Denize inenler ve sahil boyunca yürüyenler fazlalaşmıştı. Az açıklarda demirlemiş sürat motorları gövdelerine çarpan küçük dalgaların etkisiyle sallanıp duruyorlardı.

Bu saatte yürüyüşe çıkanların, denize girenlerin tamamı orta yaşlı veya daha üstüydüler. Böyle davranmalarında, son zamanlarda iyice moda olan spor yapmanın sağlık üzerindeki olumlu etkisine dair sözlerdi sanırım.

Birkaç site ötedeki küçük bakkaldan öteberi, gazete, ekmek almış dönen iki, üç tanıdıkla karşılaşıp selamlaştık. Güneş sağ yanımdan, deniz tarafından vuruyordu ve artan sıcağın etkisiyle yürüyüşümü zorlaştırıyordu. Yürüdüğüm sahil arkamda kalan Zeytinli Koy’dan itibaren uzun bir çizgi gibi ilerleyerek, uzaklardaki küçük kasabaya doğru uzanarak gözden kayboluyordu. Değişik boyutlardaki, kenarları vuran dalgalar tarafından yuvarlaklaştırılmış, renk renk çakıl taşlarını seyrederek yürümeye devam ettim. Kuma gömülmüş sarımtırak renkteki bir taşı eğilip alınca aslında kalp şeklinde olmadığını kuma gömüldüğü için öyle göründüğünü fark ettim; hayal kırıklığına uğrayıp suyun içine fırlattım.

Şezlongda güneşlenen, birbirinden konuşmadan uyuyormuş gibi uzanmış bir çiftin yanından geçtim. Adam dinç görünmesine rağmen yanında yüzüstü yatan kadının her tarafı kırışmış ve çatlamıştı. Kadınlar yaşlanınca daha bir kötü oluyorlar ve bakılmaz hâle geliyorlar. Boynumdan ve koltuk altlarımdan ter damlalarının süzülüşünü hissedebiliyordum. Yoruldum iyice. Daha rahat yürüyebilmek için terliklerimi ayaklarıma geçirip kumsaldan yürüyüş yoluna çıktım.

Mayomun deniz kabuğu koymadığım diğer cebimi kontrol ettim. Evin anahtarı ve biraz bozukluk vardı. Neyse ki bakkal dükkânı artık çok uzakta değildi. Buraya kadar gelmişken ekmek, gazete bir de içmek için küçük su alır, az dinlenir öyle dönerim diye düşündüm.

Esma uyanmıştır, gölge olan mutfağın balkonundan çevreyi seyrediyordur. Sabahları bunu yapmayı sever çünkü. Nihayet bakkala ulaşabildim. Tek yer olunca önü de içi gibi kalabalıktı. Yorulmuştum, bu sıcakta o kadar yolu nasıl dönerim diye yılgınlığa kapılıyordum. Dışarıdaki camın önünde, dönerli, telden gazetelikteki gazetelerin görünen manşetlerine baktım. Tamamında “Ankara Ulus’ta bir alışveriş merkezinde patlayan bomba ortalığı savaş alanına çevirdi.” tarzında korkunç fotoğraflar eşliğinde haberler vardı.

Gazete almaktan vazgeçip sadece bir somun bir de küçük su alıp çıktım. İç parçalayıcı, ürkütücü fotoğraflar moralimi bozmuştu. Bir çam ağacının gölgesine sığınıp, aldığım soğuk suyun birazını içtim biraz da başıma döktüm serinlemek için. İyi ki de almadım gazeteyi yoksa Esma’nın çenesi kapanmazdı artık. O benden daha çok etkileniyor böyle haberlerden. Televizyon söyleyip geçiyor gazete öyle değil her saat gözünün önünde. İçimi sıkıntı bastı, etrafımı kederle seyrettim. Dünyada rahatlık yoktu doğrusu.

Çam ağacının gölgesinden çıkıp epeyce yürüdüm, yorulunca üstünde özel bir okulun isminin yazılı olduğu bankta oturup dinlendim. Mucizevi bir şekilde denizin üstünde parlayan güneş ışıklarına, açıklara doğru usta bir yüzücü gibi kulaç atan birisine, sabah sükûnetini kaybedip şimdi dalgaları sahile daha sert vuran denize, henüz insansız boş şezlonglara, bahçelere, içindeki ağaç ve çiçeklere tek tek ısrarla baktım. Etrafı yorgun gövdemin içinden değil, eski bir aracın kirli camından izliyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Algıladığım bütün görüntüler geçmişte yaşadığım tatlı tatsız bir sürü şeyin düşüncesi ile birbirine karışınca kendimi daha bitkin hissettim.

Oturduğum yerde güneş daha çok yakıyordu. Kalktım eve doğru yürümeye devam ettim. Emekli Öğretmen Rauf Bey’le karşılaşınca durup ayaküstü bir iki laf ettik. Tansiyonun yakasını bırakmadığını ilaç kullanmasına, hem de sabah akşam kullanmasına rağmen bu illetin yine de vücudunun bir yerini bir gün vuracağını kaygıyla anlattı. Gönlünü hoş etmek için birtakım sözler söylediysem de pek etkili olmadı. Yüzündeki yaşlı yorgun ve mutsuz ifadeyle ayrıldı gitti yanımdan. Onun mutsuz, karamsar hâli bana da bulaşmıştı.

Denizin yüzeyinde güneş ışıklarının yaptığı parıltılı gösteri artarak devam ediyordu. Şortlu, askılı penyeli, kulaklarındaki kulaklıklardan müzik dinlediği anlaşılan iki güzel genç kız geçti hızlı bir yürüyüşle yanımdan dünyaya meydan okurcasına; gençlik güzel şeydi. Fakat zaman bir süre sonra birçok şeyi elimizden aldığı gibi onu da elimizden alıyordu! Onların arkasından orta yaşlı, kilolu bir hanım ve diğerleri geçti…

Sağ yanımda, önlerindeki bakımlı bahçelerin gerisinde yan yana sıralanmış sitelere ait villaların, daha arkadaki apartmanların, gün doğuşuna bakan yüzleri insanın gözlerini alacak kadar aydınlık, balkonlarının tamamı ise insansızdı.

Gençler, çocuklar geç uyuyup geç uyandıkları için henüz ortalık hareketsizdi. Etrafta sadece, iyotla karışık çiçeklerin nemli kokusu, dalgaların kumsalda erirken çıkardığı sesler ve çevredeki ağaçların dalları arasına gizlenmiş böceklerin, kuşların cıvıltıları duyuluyordu.

Daha henüz Yengeç Kayalığı’na yetişememiştim bile, fakat terden ıslanan havlum sanki sırtıma yapışmıştı. Oraya varınca kendimi eve ulaşmış gibi hissediyor rahatlıyordum. Küçük plastik şişede kalan son bir damla suyu da içip, boşalan şişeyi yol kenarlarındaki küçük çöp kovalarından birine atarak yoluma devam ettim.

Sol yanımdan vuran güneş boynumun ve kulağımın o tarafını acımasızca yakıyordu. Neyse ki sitemizin bahçesine girdim. Şezlonglarda sere serpe güneşlenen üç genç kadınla iki adam gördüm. Misafir olmalılar, tanıyamadım çünkü. Nazmi’yi arayan gözlerim onu bulamadı. Yine de Allah bilir ama bence bir ağacın gölgesine girmiş fosur fosur sigara içiyordur. Aman bana ne canım ne yaparsa yapsın, sitenin bakanı var edeni var değil mi?

Apartmanın sesiz merdivenlerini tırmanırken, mozaik basamaklarda yıllardır değişmeden duran ve tuhaf bir şekilde her birini, tanıdığım bir nesneye veya canlıya benzettiğim lekelere bakarak yukarı çıktım. Daire kapımızın önüne geldiğim zaman kendimi daha yorgun ve tedirgin hissettiğimi fark ettim.

Kapıyı gürültü etmeden sessizce kapattım. Ekmeği mutfaktaki masanın üstüne bıraktım. Havlu sırtımda kuruduğu için götürüp banyoya astım. Bacak aram, tuzdan birazcık yanıyordu. Pişik mi oldum ne? Uzunca bir duş aldım, iyice ak düşmüş ve seyrelmiş saçlarımı aynada bir güzel taradım. Güneş yanığı tenime baktım hoşuma gitti.

Yatak odasına yöneldim. Esma içeride yoktu. Onu mutfak balkonunda somurtmuş çevreyi seyrederken buldum.

“Günaydın.” dedim.

Saçları özensiz, yüzünün rengi soluk, sarı sabahlığının eteklerini nedense azıcık yukarı çekerek, kısık gözlerle Zeytinli Koy’u seyrederken insanı mutsuz eden bir sesle,

“Merhaba.” dedi.

“Acıkmadın mı?” dedim.

Umursamaz bir edayla,

“Hayır.” dedi.

“Benim midem kazınıyor, çay koyayım mı?” dedim. İlgisizce,

“Sen bilirsin.” dedi.

“Denize inmiyor musun?”

“Canım istemiyor.”

“İyi gelir, açılırsın.”

“Gazete aldın mı?”

“Ekmek aldım sadece.”

“Neden?”

Bir süre susup ne diyeceğimi tasarladım.

“Çok kötü haberler vardı da…”

Yüzüme dik dik bakarak sinirlice,

“Sen gazete almayınca kötü haberler yok mu oluyor ki?” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim, telaşlandım. Sonra,

“Bize ne canım her gün yüzlerce olay oluyor. Bir de bunu mu dert edineceğim kendime?” dedi hiç ummadığım bir şekilde.

Fakat sesindeki sitem sözlerindeki umursamaz ifade canımı sıkmıştı. O iç sıkıntısıyla sen, seni doğrudan ilgilendirmeyen şeyleri ne zaman kendine tasa edip üzüldün, diye içimden geçirdim öfkeyle. Ne düşündüğümü anlamış gibi dönüp yüzüme manalı manalı baktı. Bu bakışlardan ürktüm ve,

“Neyse ben çayı koyayım da.” dedim ondan kaçmak istercesine. Sesini çıkarmadı. İlişki kurmaktaki isteksizliğini ilk gördüğümde fark etmiştim.

Demliğe su koyup ocağın üstüne oturttuktan sonra buzdolabından vişne reçeliyle siyah zeytini ve örük peynirini çıkarıp masanın üstüne koydum. Üst dolaptaki bardaklara yönelirken, kahvaltıyı rahat ve huzurlu yapalım diye balkona doğru yumuşakça seslendim.

“Uyumadan önce gerilim filmleri seyretmeyin, diyor ruh hekimleri.” dedim. Sesime ses gelmeyince ekmeği dilimleyip öylece bıraktıktan sonra ön balkona çıktım. Bahçede Nazmi, birileri ile konuşuyordu. Alımlı iki kadın yanlarından geçip sahile indiler.

Esma biraz önce nasıl bıraktıysam hâlâ öyle pörsümüş gibi oturuyor, çevreyi amaçsız, boş gözlerle seyrediyordu. Vaktin ilerlemesiyle yandaki dairelerin balkonlarına girip çıkmalar başlamıştı. Kimisi tembel adımlarla kahvaltı masalarının kurulmasına yardım ederken, diğerleri ya oturuyor ya da ayakta dikilip çevreyi gözlüyorlardı.

Geniş, beyaz bir bulut denizin ortasından mavi gökyüzüne doğru topak topak uzanmış, güneş ışıklarının altında mucizevi bir görüntü oluşturarak ışıl ışıl parlıyordu. Esma ile bir süre konuşmadan çevreyi birlikte izledik. Sonra fokurdayan demliğin başına geldim ve çayı atıp demlemeye bıraktım. Ön balkona gittim. Bahçede gözlerimle Nazmi’yi aradım fakat göremedim. Balkon demirlerine yaslanarak sahile doğru yeni inenlere, denizde yüzenlere, salınan motorlara, Zeytinli Koy’a ve onun daha ötelerindeki ufuk çizgisine, orada hayal meyal görünen fakat büyük olduğu anlaşılan bir gemiye baktım.

Çay demlenmiş olmalıydı. İçeri dönüp bardakları doldurup Esma’ya gelmesi için seslendim. Onu beklerken vişne reçeli ile zeytinin yerini değiştirdim. O vişne reçelini, ben zeytini daha çok sevdiğimiz için vişne reçelini ona, zeytin tabağını bana yakın koydum; örük peynirini her ikimiz de sevdiğimiz için ortaya. Bal çıkarmayı unutmuşum, çayımıza şeker yerine bal koyuyoruz. Küçük kavanozdaki çam balını dolaptan alıp masaya bıraktım. Ve bir çay bardağı alıp bal koyarak karıştırırken Esma’nın balkon kapısından gireceği yöne baktım. Gelen olmayınca mutfak penceresinden görünen gökyüzünü seyre daldım. Zihnim nedense çocukluğuma, dedemle ve ninemle yaşadığım hatıralara kaydı. Sonra Esma girdi içeri, geçti oturdu karşıma. Çayına bal koyarken,

“Deniz çok güzel.” dedim. “Sırf bir şeyler söylemek için. O ise yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi değiştirmeden,

“Aman canım, her zamanki deniz işte!’’ dedi.

“Sıkıldıysan kasabaya inelim.’’ dedim.

“Orada bir şey mi var sanki?” dedi.

“Sinemaya gideriz…”

“Bu sıcakta uyuyanları seyretmek için mi?”

“Okuyacak kitap kalmadı, kitapçılara uğrar yeni çıkan bir şey var mı bakarız.”

“Hep aynı lakırdılar, yeni bir söz söyleyen yok.”

“İlaçlarım bitti bitecek…”

“Sıkıldın sanırım. Ben gelmek istemiyorum. Sen git bazı eksikler var dönüşte onları da alırsın.”

“Gelseydin değişiklik olurdu. Bana da arkadaşlık ederdin.”

“Nazik Hanım çağırdı, öğleden sonra bahçede toplanacağız. Herkes bir şey yapıp getirecek.”

“Sen ne yapacaksın?”

“Patatesli börek.”

“İyi.”

“Bazı isteklerim var yazıp vereyim unutursun şimdi.”

“Tamam, yaz ver. Sağlık karnemi gördün mü?”

“Bilmem, nereye koyduysan oradadır. Ne ile gideceksin?”

“Dolmuşla, benzin fiyatları uçtu gidiyor araba kalsın.”

“Petrolü olan ülkeler parayı ne yapıyorlar, bilmiyorum ki.”

“Batılı ülkelerden mülk alıyorlar bolca, afiyetle yiyorlar.’’ dedim.

“Hah Batı… Kendilerini dünyanın aklı zanneden, kendilerine medeni fakat diğerlerine karşı vahşi ve acımasız, masum olmayan, küstah insanlar topluluğu.”

“İnsanoğlu masum değil.”

“Onlar hiç değil, üstelik çok zalimler.”

“Güçlü olan her zaman zalim değil mi? Masum gibi görünenler zayıf olduklarından. Esasen güçlüyken iyi olmak önemli, zayıfa elini uzatmak önemli. Bu kadar maddileşmiş bir dünyada güçlülerin iyi olmasını gerektirecek nedenleri yok.” dedim, durdum. Sonra,

“Gözyaşı zulüm hiç eksik olmadı yeryüzünde.” dedim.

“En çok gözyaşını Batılılar akıttı, ağlattı. Siyah beyaz hiç fark etmedi onlar için, toprakların altında üstünde ne varsa çaldılar, çırptılar!”

Esma öfkeden titrer gibi konuşuyordu. Bu tür sohbetleri ara sıra yapardık ama bu kadar kızgınca değildi…

“Çok asabisin bu sabah.” dedim. Aslında bunun nedenini hem o hem de ben iyi biliyorduk. Esas söylemek istediği bunlardan başkaydı, içindeki kızgınlığı başka tarafa yönelterek hem kendinden hem de ruhunu bir kezzap gibi yakan Reha’nın hayatında olup bitenlerden kaçıyordu. Hiç sakinleşmemiş bir edayla yüzüme baktı ve,

“Neyse, sen gitmiyor musun?’’ dedi, kendinden emin olmayan ve sanki her şeye küsmüş titrek bir sesle.

“Birazdan çıkarım.” dedim.

“Getireceklerini bir kâğıda yazacaktım.” dedi kendi kendine söylenerek

“Unutmam ama sen yine de yaz.” dedim.

“Geçen defa yazmadım diye istediklerimin yarısını getirmedin.”

Esma içindeki mutsuzluğu yüzünde iyice belirginleştirerek masadan kalkarken ben çatalın ucuyla önümdeki tabağın içindeki siyah zeytin taneleri ile oynamaya devam ettim. Gayesizce bir süre ön balkonda çevreyi seyrettikten sonra yatak odasına gidip giyindim. Sağlık karnemi şortlarımdan birinin arka cebinde bulunca sevindim. Kimliğimi, cebimdeki parayı, banka kartını kontrol ettim.

Koridora çıktığımda Esma’nın beni dış kapının arkasında somurtmuş, elinde küçük bir kâğıtla beklediğini gördüm. Onun o hâli içimi acıttı. Oysa yeni evlendiğimizde ne kadar parlak, canlı ve neşeli bir yüzü vardı. O zaman en küçük şeyden olumlu, mutlu olunacak bir şey çıkarır hem kendisini hem de beni sevindirirdi. Ya şimdi, dünyaları versen umurunda değil…