Книга Kayıp Kuşlar Sahili - читать онлайн бесплатно, автор Emin Göncüoğlu. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kayıp Kuşlar Sahili
Kayıp Kuşlar Sahili
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kayıp Kuşlar Sahili

Naşide üç gün önceki şiddetli tartışmamızdan sonra götürebileceklerini bir valize doldurup ayrıldı evden; keşke birlikte yaşadıklarımızı da götürebilseydi. Ailesinin yanına gitti. Bazen ev telefonundan yakın arkadaşları arıyor ne diyeceğimi bilemiyorum.

Yine yanlış yaptım. Bir türlü işe yoğunlaşamıyorum ki. Bu defaki gidişi daha öncekilere benzemiyordu. Zavallı annem tatilimizi geçirmemiz için bizi hâlâ yanlarına bekliyorlar, hiçbir şeyden habersiz.

İçerisinin havası çalışan klimalara rağmen sıcak ve boğucu… Yoksa öyle değil de ben mi daralıyorum? Boğazımı sıktığını zannettiğim kravatımı biraz gevşettim. Terlediğimi düşünerek elimin tersiyle alnımı sildim.

“Reha kardeşim ne öyle hindi gibi düşünüyorsun?”

Nazım’ın sesiyle dipsiz bir kuyudan dışarı çıkar gibi oldum. Uykudan yeni uyanmış biri gibi sersemdim. Çalıştığım bölüm çok uluslu, büyük, bilgisayar şirketinin Mecidiyeköy’deki genel müdürlük binasının beşinci katıydı.

Nazım hazırlanmış dışarı çıkmak için sabırsızlanıyordu. Ellerini masama dayamış benden bir tepki bekliyordu.

“Hindi gibi düşünür mü görünüyorum oradan?” dedim.

O, onun söyledikleri ile ilgisi olmayan, içimdeki gerilimin yansıdığı yüzümdeki sert ifadeye bakarken, sözlerinden alınmış olabileceğimi düşünmüş olmalı ki,

“Lafın gelişi söyledim yahu! Bu ne dalgınlık onu demek istemiştim. Hadi hadi uzun etme de seni bekliyorum kalk gidelim.”

“Sen git benim daha yapacak işim var.” dedim aksi bir tavırla. İçimi saran karaltılar azalmıyor, artıyordu.

Nazım her zamanki olgunluğu ve yumuşaklığı ile,

“Koca şirketin işini sen mi bitireceksin hı? Gün boyu boğuştuğumuz yetmedi mi? Bu gece bizim hanım da yok, bir arkadaşının doğum gününe gidecek istersen bir yerlere takılalım ne dersin?” dedi.

Nazım’ın kırmızı yanaklarına, ışıl ışıl parlayan canlı siyah gözlerine baktım. Otuz yaşındaki bir adamdan çok, küçük, sevimli bir afacan çocuğa benziyordu.

“Hiç keyfim yok!” dedim.

“Neden?”

“Bilmem, işte!”

Nazım bütün gün çalışmasına rağmen yine de ışıl ışıl parlayan gözlerini merakla gözlerime dikerek,

“Nasıl yani?” dedi.

“Boş ver!” dedim durdum. Fakat onun, hiçbir şey içermeyen bu cevabımdan tatmin olmadığı belliydi. Sonra,

“Huzursuzum!” diye ekledim.

“Meraklandım bak şimdi. Önemli bir sorun yoktur umarım!”

“Ben de bilmiyorum ki karmakarışık işte…”

“Mesai bitti bırak işi çıkalım, dertleşiriz biraz!”

“Benden sıkılırsın.”

“Bırak bu boş sözleri, gidip oturalım bir yerlere ağırlıklarımızı sohbet edip atalım, iyi gelir. Evi ara istersen!”

“Gerek yok, ev de yok zaten.” dedim.

Naşide’nin adını söylemeyişim Nazım’ın gözünden kaçmamıştı. Fakat belki de yeri olmadığı için üzerinde durmamış, öyle görünmüştü.

“Uzun etme de çıkalım bir an önce. Nereye gidiyoruz?”

“Nereye istersen.”

“Bana bırakma ne olursun. Tamam tamam gerilme, rahat ol biraz. Nevizade mi Pasaj’a mı?’’

“Sen bilirsin dedim ya!”

“Pasaj’a… Bitti!”

Masamı toparladıktan sonra Nazım’la birlikte aşağı inip dışarı çıktık.

Akşam henüz şehrin üstüne çöküyordu ve her taraftan insan seli akıyordu.

Nazım’a yalan değil doğruyu söylemiştim. Naşide üç gün önceki kavgadan sonra annesine telefon açtı, evde misin, diye babası da gelip götürdü onu.

Akşam rüzgârlarıyla çınar ağaçlarının dallarından her yana savrulan pamukçuklar havada uçuşup duruyorlardı. Gömleğimin yaka düğmesini açarak, kravatımı iyice gevşeterek yürüyordum Nazım’ın yanında.

Kaldırımlar, yol kenarları, gün yorgunu, evlerine gitmenin telaşına düşmüş insanlarla doluydu. Nazım’la yürürken doğru düzgün bir şeyler konuşmak bir yana kalabalıktan dolayı yan yana yürümekte bile zorluk çekiyorduk.

Dün akşam ararım dememe rağmen babamı arayamayışım iyi olmadı. Bir ara onlar ben aramayınca ararlar diye düşündümse de onlar da oralı olmadılar…

Zihnimin içindeki kargaşayla dış dünya arasındaki bağ, çoğunlukla kopuyor, kendi iç âlemime dalıyordum. Bu durumdan kısa bir an için bile olsa çıkmamaya yanımdan geçen bir aracın korna sesi, ya da Nazım’ın kolumu yumuşakça sıktıktan sonra tam olarak ne anlattığını dinlemediğim sözleri sebep oluyordu.

Bir ara Nazım’ın,

“İnanılır şey değil, bir boş taksi geçmedi hepsi dolu!” dediğini duydum ve dönüp ona baktım. Fakat sesimi çıkarmadım ve yanında sessizce yürümeye devam ettim.

Kaldırımda yürüdüğümüz caddenin bağlandığı çok daha büyük bir caddeye çıkınca,

“Karşıya geçelim.” dedi Nazım. Sesi gergin geliyordu.

Kalabalığın arasında acıkanlara simit satma telaşındaki simitçinin hızlı hareketlerine bakarken,

“Otobüs durağına mı?” dedim, düşüncelerini okumaya çalışırken.

“Evet, İstanbul’un hâli bu işte. Akşam olunca git bakalım bir yerden bir yere gidebilirsen!” dedi başkalarından da yüzlerce, binlerce kez duyduğu bu alışılmış sözleri söylemenin rahatlığını severek.

Peş peşe birbirlerini tepelemek istercesine homurdanan sayısız araç, Şişli yönünden gelip Zincirlikuyu istikametine doğru gitmek için sabırsızlanıyorlardı. Egzozlarından çıkan zehirli dumanlardan genzim yanıyordu.

Kestirme olsun diye ilerideki trafik ışıklarından değil araçların arasından, biraz da tehlikeli bir şekilde karşıya geçtik.

Toplu taşıma araçlarının içindeki insanlar bireyselliklerini yitirerek koca bir et yığınına dönmüş gibi görünüyorlardı. Taksim yönüne giden uzun, körüklü bir belediye otobüsü inleyerek kapılarını önümüzde açınca Nazım’la birlikte bu fırsatı kaçırmadık ve “Nereye geliyorsunuz!’’ der gibi kendimizi suçlu hissettiren bakışlar altında daldık et yığının içine…

Kapanmayan kapıların kapanması için yorgun fakat tehditkâr olan şoförün uyarıları, otobüsün içinin her yanını kaplamış koca et yığınını bir milim dahi olsa kımıldatmaya yetmeyince, kapılara asılanlar öfkeli sesler çıkararak aşağıya atlamaya başladılar da hareket edebildik.

Taksime ulaştığımızda ezilmiş sebzeler gibiydik. Fakat boğucu insan kokusundan kurtulup akşamın ferahlatıcı serinliği ile karşılaşmak iyi gelmişti.

Her zaman çok severek yürüdüğüm Taksim Meydanı’nı geçip İstiklal Caddesi’ndeki eğlenceli kalabalığın arasına karıştık. Meraklı turistlerin, heyecanlı öğrencilerin, birbirine sarılmış yürüyenlerin, ayyaşların, serserilerin arasında onlarla birlikte ilerleyerek Çiçek Pasajı’na ulaştık. İstiklal Caddesi’ne bakan yüksek, süslü, geniş kapısından içeri girince arkamızda kalan dünyayı unutuverdik.

Yağda yanmış mısır ununa karışarak burnumuza çarpan anason kokusu bizi hemen baştan çıkarmaya yetmişti.

Batılı ve Uzak Doğulu paralı turistler, zengin meze ve yiyeceklerle donattıkları masalarında bira veya rakılarını yudumlayıp şen kahkahalar atarken, bizimkiler ise alkole yatırdıkları zihinlerinin tatlı gevşekliği içinde koyu sohbete dalmışlardı ya da henüz acemiliklerini üzerlerinden atamadıkları için etraflarını şaşkınlıkla izliyorlardı. Yalnız olanlarsa her zaman olduğu gibi umursamaz ve boş boş bakıyorlardı.

Müşterinin hâlinden, dilinden anlayan konuşkan usta garsonlar kendi yerlerine bizi çekmek için hünerlerini göstermeye başladılarsa da Nazım bu akşam kendi bildiği meyhaneye götürdü beni.

Tabaklara değen çatal bıçak şakırtıları, insan konuşmalarının, kahkahalarının arasına karışarak yayılıyordu her tarafa. Midye tava, fasulye pilaki yemeyi canım çok çekti bir an. Nazım,

“Dışarısı daha iyi olmaz mı?” diye kendi kendine konuşsa da beni beklemeden nedense içeride cam kenarındaki masalardan birine kuruluverdi acelesi varmış gibi. Sonra yüzüme baktı herhangi bir itirazım var mı diye.

Ne itirazım olabilirdi ki, onun peşinden nereye olsa sürüklenebilirdim. Yılgındım, yorgundum… Dışımdaki dünyayı gittiğim bir sinemanın perdesinde izler gibiydim. Hem oradaydım hem değildim. İki farklı duyguyu iki farklı hayatı aynı anda yaşıyordum sanki.

Nazım’ın karşısına geçip otururken o, gözlerini dışarıdaki eğlenceli, konuşkan kalabalığın üstünde dolaştırdıktan sonra bakışlarını benden hiç ayırmadan,

“Hey iyi misin?” dedi.

Nazım’a şimdilik bir şey demeyerek her şeyi içime gömecektim. Hem ona ne desem ki? Kötüyüm, midem bulanıyor, başım ağrıyor, ruhum yerlerde sürünüyor, bu dünya ne rezil bir yer! Ben ne biçim bir adamım? Kendimden, yaptıklarımdan hiç hoşnut değilim! Bunları mı desem? Fakat konuşup rahatlamayacaksam boşuna mı geldim buraya?

“Yok bir şeyim!” dedim benim bile hoşlanmadığım bir sesle. Nazım kendinden, her şeyden memnun bir edayla,

“Neden huzursuzsun arkadaş? Dök içini rahatla, niçin sıkıyorsun kendini?” dedi.

Nazım sanki daha başka sözler söylemeye de hazırlık yapıyordu ki, yanımıza şişman, kırk, kırk beş yaşlarında gösteren, saçları tepesinde iyice seyrekleşmiş şef garson geldi.

“Hoş gelmişsiniz Nazım Bey, nasılsınız?” dedi.

“Hoş bulduk, sen nasılsın, mezeler iyi mi?”

“Çok iyi, yani her zamanki gibi.”

Nazım, yüzüme ne isteyelim der gibi bakıyordu. Ben içimdeki bataklığa gömülmüş oradan bir türlü çıkamıyordum. Sessiz kaldığımı gören şef garson,

“Ben meze tepsisini getireyim, siz oradan seçin. Ne içersiniz?” dedi.

Nazım yüzüme bakarak,

“Ellilik rakı…”

Pasaj’ın İstiklal Cadde’sine bakan ön kapısından girip, masaların ortasında kalan yolu aheste adımlarla geçerek yürüyen, yandan balık pazarına açılan kapıya doğru ilerleyen veya o yönden gelen insanlara baktım ilgisizce. Fakat hepsinin birbirine benzeyen veya benzemeyen hikâyeleri olmalıydı diye düşündüm, kendi düşüncelerimden kaçmak istercesine.

Nazım benim sessizliğimden sıkılmış gibi o kadar derin esnedi ki bir an başını masaya dayayıp uyuyacakmış hissine kapıldım. Gözlerinden gelen yaşları masanın kenarında duran peçetelikten aldığı peçetelerle iyice sildi.

“Yorgun musun?” dedim.

“Yo, aslında sayılmam, fakat gece geç yattım biraz, birden rehavet bastı.” dedi.

Şef garsonun getirdiği rakıya, yanında koyduğu buz kovasına, genç garsonun masaya doğru uzattığı meze tepsisine bakarken aklım Naşide’den bir türlü kopamıyordu. Yaşadığımız yorucu saçma sapan şeyler kare kare canlanıyordu zihnimin içinde ve ben buna bir türlü engel olamıyordum.

“Rakıya yakışır şeyler seçelim ha istersen!” dedi Nazım.

“Kavun güzelse bırak. Midye tavanız var mı?” dedim yoksul bir hayat yaşadığı her hâlinden belli, fakat işini yaparken kendinden epeyce emin olan şef garsona.

“Olmaz mı, hemen!” dedi rakı şişesinin kapağını açıp bardaklarımıza doldururken. Nazım,

“Patlıcan salatası, haydari, beyaz peynir, Arnavut ciğeri hepsini bırak.” dedi. Ama,

“Paçanga böreği çıktığında getirmeyi unutma!” diye eklemeyi de ihmal etmedi.

“Yemekleri sonra söyleyelim.” dedim.

“Neden olmasın kardeşim, yeter ki sen de!” dedi Nazım şaka yaparmış gibi.

Akşam gecenin içine doğru iyice sokuldukça, boş duran masalarda doluvermişti. Farklı meyhanelerden gelen ve alkolün coşturduğu şen şakrak kahkahalara karışan, keman ve ut eşliğinde topluca söylenen Türk sanat müziği şarkıları gecenin içinde çınlayıp duruyordu.

Nazım müziğin ve alkolün onu iyice etkisine alan sihirli yanıyla coşmuş, etrafımızda oturan insanlara gülücükler dağıtıp kadeh kaldırıyordu. Sonra bana doğru eğilerek sanki çok önemli bir sır verecekmiş gibi, yüzünü yüzüme iyice yaklaştırarak,

“Bak aziz kardeşim, bu dünyada dert etmeye değecek en ufak bir şey yok bilmelisin!” dedi.

Onun bu kadar kısa sürede sarhoş olmasını nedense zayıflığına bağlıyordum. Ben birkaç bardak devirmeme rağmen dipdiri oturuyor kendimi bir türlü bırakamıyordum.

“Haklısın!” dedim. Sarhoş olunca daha da çocuklaşan kızarmış yüzüne bakarak.

“Bin yıl mı yaşayacağız yahu?” dedikten sonra karşı masalardan birinde oturan ve arada bir cilveli kahkahalar atan genç ve gösterişli kadına gözlerini dikti. Bir süre onunla oyalandıktan sonra,

“Bak bir erkeğin yüzü gülmüyorsa ya parası yoktur ya da bir kadın canını sıkıyordur.” dedi.

Hiç sesimi çıkarmadım. Etraftan birbirine dolanarak gelen müzik sesleri kulaklarımı tırmalıyordu. Önümdeki patlıcan salatasından bir iki lokma yerken Nazım karşı masadaki kadına baygın bakışlar atmaya devam ediyordu. Sonra,

“Senin yüzün gülmediğine göre evde bir sorun yaşıyorsun demektir.” dedi.

Konuşkan, eğlenceli, coşkulu masaların çıkardığı sesler, gecenin içine karışıp dururken bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Aradığı yeri, yolu yitirmiş, oradan oraya savrulan bir seyyah gibiydim. Hep bekledim yarın başka ve iyi şeyler olacak diye ama olmadı; boşuna beklemişim. Yaşananlar hep can sıkıcı ve acı veren şeylerdi. Öyleyse günleri böyle geçirmenin ne anlamı vardı? Sonra,

“Öyle mi düşünüyorsun?” dedim. Güldü, bu dediklerime bir anlam verememiş gibi. Bardağında bekleyen son yudum rakıyı kafasına diktikten sonra,

“Kadınlar çocuk gibidir, hep sevilmeyi beklerler olmayınca küserler. Ellerindekini paylaşmasını bilmezler! Onları idare edecek, sabırlı davranacaksın.”

“Hayat çocuklara göre değil ve ayrıca ben hayatı anlamlandıramıyorum!” dedim. Nazım söylediklerimle pek ilgili değildi. O kafasında kurguladığı şeylere göre konuşmakta kararlıydı. Sonra,

“Çocuğunuz yok da ondan, aile olamıyorsunuz. Bak bize kuzular gibi geçiniyoruz. Çocuk bizi nasıl terbiye etti. İki yıldır evlisiniz hâlâ bekârlar gibi yaşıyorsunuz. Gerçi böyle yaşamasını isteyenler de çoğaldı ya…”dedi.

Şef garson ilk oturduğumuzda Nazım’ın özellikle istediği paçanga böreklerini getirmişti. Sıcak böreğin içindeki pastırmayı ağzımı yakma pahasına yedim. Nazım da böreğin ucundan bir parça kesip dikkatle yedikten sonra, mezelerle oyalandı ve sanki ne diyeceğimi bekler gibi yüzüme baktı.

“Ben birisinin yaşamına göre kendimi ayarlayamıyorum, anlıyor musun? Bunu anladım. Özgür olmalıyım, yalnız olmalıyım!”

“Biraz üstünden atlamayı denesen.”

“Hayır hayır hayal ettiğim şey bu değildi!”

“Acemilik günlerimizin hayallerini çok önemseme. Her yaşın ayrı bir değerler dünyası vardır.”

“Aslında suçlu aramıyorum, ben kendimden de memnun değilim!” dedim. Nazım söylediklerimden hiçbir şey anlamamış gibi yüzüme saf saf bakıyordu. Onun bu rahat tavrı canımı sıkıyordu. Yüzümü buruşturarak, önümdeki tabakta paçanga böreğinden kalan kırıntıları çatalımın ucuyla toplayıp yemeye çalıştım. Nazım bardağındaki rakıyı göstererek,

“Şu da olmasa hayat ne sevimsiz olurdu değil mi?”

“Doğru… Ben sana bir şey diyeyim mi Nazım?”

“De hadi, seni can kulağıyla dinliyorum!” dedi yüzünü yüzüme yaklaştırarak.

“Ben huysuz bir adamım biliyor musun?”

“Estağfurullah!”

“Yok yok öyle işte. İnsan kendini bilmez mi?”

“Ama haksızlık yapma kendine.”

“Ben yumuşak, uyumlu, kendisi ile barışık bir adam değilim. Bak kusurlarımı sayıyorum işte. Esas zor olan benim ve benimle yaşamak. Bunu itiraf ediyorum, evet, geçimsizim ben, çabuk öfkeleniyorum, belki de sözleri hep tersinden anlıyorum, hemen kırılıp küsüyorum, karşımdakini incitmek istiyorum, berbat bir adamım, belki de hastayım, sinir hastası! Yaşadığım, yaptığım hiçbir şeyden haz duymuyorum; bunun neden olduğunu tam olarak da çözmüş değilim.”

“Daha neler, duyan da seni tımarhaneye kapatmalı sanır.”

“Gittikçe deliriyorum galiba! Bak ellerimin nasıl titrediğini görüyor musun? Her şey, ama her şey ruhuma zarar veriyor. Ne düşünüyorum biliyor musun? Hayat hayal ettiğimden daha sıradan ve daha sıkıcı! Bir sonraki günü bekliyorum sabırsızlıkla, daha iyi şeyler olacak diye, ama olmuyor! Yaşıyorum ama ne için? Hayatıma bir anlam yükleyemiyorum. Beni ona bağlayan hiçbir şey yok!”

“Öyle deme be üstat, bak ne güzel eğleniyoruz işte!”

“Gerçekten mi? Ben bunu niye hissetmiyorum?”

“Vallahi kardeşim tam anlamadım ama şimdi sen bunalmışsın diye böyle konuşuyorsun, güzel günlerin olmadı mı hiç?”

“Güzellik, o da bir yanılsama mı, aldatıcı bir serap mı? Bütün olan biteni beynimizin nasıl algılayıp anladığı bizim ruh hâlimizi ortaya koyuyor. Beynimin içinde olumsuz ve boşuna yaşanacak bir dünya var; öyleyse bütün bunların ne anlamı var?”

Nazım üzülmüş gibi derin bir iç çekti, dışarıda çalınan çalgılar, söylenen şarkılar onu iyice duygusallaştırmış görünüyordu. Benim ne dediğimle artık hiç ilgili değildi. O alkolle zenginleşen, sisli, sırlı hayallerinin içinde kanatlanmış uçuyordu sanki.

Benim içimin katı, beton gibi sert hâli böyle bir hissi yaşamama asla müsaade etmiyordu.

“Bak şimdi hakikaten moralim bozulacak.” dedi birden. Epeyce sarhoş olmuşa benziyordu. Bense rakı kadehlerini içmiyor da sanki yere döküyordum. Nazım baygın bakışları ile çevreyi, karşı masadaki konuşkan kalabalığı, gösterişli genç kadını süzdükten sonra,

“Neden kendinize bir şans daha tanıyıp tatile çıkmayı düşünmüyorsunuz?” dedi bana çok anlamsız gelen sözlerle.

“Tatile çıksak ne olacak ki? Bu neyi değiştirecek ki? Bizimkiler durmadan çağırıyorlar ‘Ne zaman geleceksiniz?’ diye fakat yalnız gideceğim. Hazırlığımı yaptım cumartesi tek başıma gideceğim…”

Nazım’ın bu son söylediklerimden bir şey anladığını pek zannetmiyordum. Yanına gelen şef garsona ızgara köfte siparişi vererek yedi. Çevreye olan ilgisi vakit geçtikçe azalıyordu. Benim canım istemediği için bir şey isteyip yemedim. Sıkılmıştım.

“Yarın mesai var kalkalım istersen.” dedim. O, önündekilerden bir şeyler atıştırırken “olur” manasında başını salladı.

“Sen olmasaydın bu geceyi daha kötü geçirecektim.”

Hafifçe tebessüm ederek yüzüme baktı.

“Böyle düşünmene sevindim.”

“Hesabı isteyelim.”

“Yine Alman usulü ödeyeceğiz.”

“Her zaman nasılsa öyle.”

Şef garsonun getirdiği hesabı ortaklaşa ödedikten sonra arkamızda eğlenceli kocaman bir sarhoşlar kalabalığı bırakarak, İstiklal Caddesi’nin parlak ışıkları altında yürüyen insanların arasına karışıp evlerimize ulaşmanın telaşına düştük.

ALTINCI BÖLÜM

Ablam iki sene önce meme kanserinden ölünce biz Reha ile evlenme hazırlıkları yapıyorduk. Dert ortağım sayılırdı, iyimserdi, hep olumlu bir yan bulurdu yaşadığımız zorlukların içinden; o da gidince Reha ile yaşadığımız son iki yılın zorlu duygusal yükünü annem ile babam omuzlamaya başladı.

Erkek kardeşim Can çok uzaklarda, Amerika’da, bilgisayar programcılığı okudu. Bir şirkette veri tabanı uzmanı olarak çalışıyor. Ana sınıfı öğretmeni Güney Koreli bir kızla evlendi, iki yaşında bir kızları var ve şimdilik onlardan iyi haberler geliyor.

Ablamın öldüğü zaman hepimiz için çok zor bir dönemdi. Şimdi iyi mi? Neyse ki işim ve param var ve hayat karşısında daha güçlüyüm. Zor olduğunun farkındayım ama hayata karşı tek başıma karşı koyabilirim, bunu göze alabilirim.

Biliyorum annem ablam öldükten sonra çok değişti, hayatın güçlükleri karşısında daha zayıf ve kırılgan hâle geldi, içine kapandı, şeker hastalığı onu ince bir yaprak gibi hırpalıyor. Her yaz Urla’ya yazlığa giderlerdi, bu sene ev boş kaldı, gidemediler…

Reha, evlendikten sonra ikinci bir kişiliğe büründü veya benden gizlemeyi başardığı esas yüzüne döndü ve kabalaşıp çirkinleşti. Ama asıl ürkütücü olan son aylarda delirmiş gibi hareket etmeye başlamasıydı. Gözümün önünde çıldırmış gibi hareketler yapmasından korkmaya başlamıştım.

Oysa okul yıllarında ne güzel arkadaştık, ben iktisattaydım, o bilgisayar mühendisliğinde. Evlendik, iki yıl içinde güzel bir evimiz oldu, fakat mutluluğumuz olmadı. Hâlbuki severek evlenmiştik, demek ki yanılmışım!

Bazen diyorum ben de çok deliymişim ki, bir dönem bu adamı sevebilmişim. Haksız mıyım bilmiyorum ki, gençlik delilik değilse başka nedir ki o zaman?

Aramızdaki sevgi güneş görmüş ilkbahar karları gibi eriyiverdi, ben önce çok şaşırdım. Sonra canım acıdı ve ruhum alev alev yandı. Öfkelendikçe, hırçınlaşıp, ben de kırıp dökmeye başladım… Başka ne yapabilirdim ki?

Annem ve babam bana pek belli etmeseler de içinde bulunduğum duruma çok üzülüyorlardı. Ne yapayım ama bütün bunlar keyfimden olsun istemiyorum ki. Sorun, gelip başıma çöreklendi, ayaklarıma dolandı. İyi ki onlar var yoksa nasıl altından kalkardım ben…

İnsanların, ilişkilerin hepsi sahte ve çürük, hiç kimseye güvenim kalmadı artık; hele erkeklere hiç kalmadı. Sanırım hırsı yeterince geçmemiş olacak ki, bugün iki defa çaldırdı telefonumu bağırıp çağırmak için fakat açmadım. Zor geçirdim günü ve işe bir türlü kendimi veremedim.

Annem de olmasa! Öğleden sonra iki, üç defa arayarak, moralimi yükseltici şeyler söyleyip beni diri tutmaya çalıştı. Bankadan çıkmadan arkadaşlara servise binmeyeceğimi, beni beklememelerini söyleyerek bir taksiye atladım ve Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’ye geldim. Taksiden inerek sahil kenarına yürüdüm. Boğaz’dan gelen serin esintileri derin derin içime çekince başım döndü durdum, sonra tekrar yürüdüm epeyce.

Boğaz’da dev tankerler, tarifeli yolcu vapurları, balıkçı ve turist gezdiren tekneler, karşı kıyıdaki alımlı yalılar, korular her zamanki gibi bakılması doyumsuz seyirlik bir manzara oluşturuyorlardı.

Reha ile en çok Boğaz’ı seyretmiştik el ele. Okuldan çıkar çıkmaz kulağıma fısıltıyla Atilla İlhan’dan güzel şiirler okurken kendimizden geçmiş gibi inerdik ağaçların arasından Bebek Sahili’ne. Hayatımız hep böyle devam edecekmiş gibi; Bebek Park’ında, onun etrafındaki kahvelerde alırdık soluğumuzu; gün bitmesin zaman dursun isterdik.

Zaman şimdi en büyük düşmanımız ve bin türlü eziyeti hiç durmadan yaşatıyor bize. Ne kadar safmışım, nasıl da yanılmışım öyle… Son zamanlarda insanlar arasında olmaktan sıkılıyor kendimi en yakın Boğaz kıyısına atıyor, biraz olsun rahatlıyorum.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:

Полная версия книги

Всего 10 форматов