Memduh Şevket Esendal
Otlakçı
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
HİKÂYELER
GENÇLİK
Sıcak yaz günü, evde kim varsa, küçük büyük, çoluk çocuk, toplandılar, öğle yemeğini yediler, sonra da her biri bir yana çekildiler. Şehre inecekler, giyindiler gittiler. İrfan Bey’le Mükerrem futbol maçına gideceklermiş, savuştular. Büyük hanımın sözüne bakılırsa bu son günlerde öğle yemeklerini yedikten sonra, büyük efendi, Kerim Beylere kaçıyor, orada kanEpe üstünde uyuklayıp uykusunu alıyor, gece erken yatıp uyuyanlara da kızıyor, söyleniyormuş. Büyük hanım, oldum olası öğle uykusunu sevmezmiş ama gece erken yatıp kocasının çenesini açtırmamak için şimdi öğle yemeklerinden sonra biraz kestiriyormuş!
“Gel Kevser, şu koltuğu gölgeye çek! Nerede yastıklarım, getir!”
Büyük hanım da uyuklamak için yerini, sonra da kendisini hazırladı.
İstanbul’un, Erenköy’le Göztepe arasında, birkaç yıldır bakımsız kalmış, yollarını ot basmış, camları yükselip saçaklarına el atmış olan bu büyük köşkünü, derin bir sessizlik kapladı.
Hayriye Hanım, bu evin ortanca kızı, daha kız sanılacak kadar taze görünen güzel bir kadın, bir buçuk yıldır evli ise de kocası ilkin fakülteyi, sonra da askerliğini bitirip eve yeni geldiğinden ancak bir buçuk aylık evli bir hanım, yemek odasının yanındaki ufak odada kocası ile kendisinin gömleklerini ütülüyordu.
İpek gömleğin kolunu çekip açıyor, düzeltiyor; masanın üstüne seriyor, ütüyü deniyor, sonra sürüyor. Yakasını yahut göğsünü açıp ütülüyor, devşiriyor; o bitince bir başkasını alıyor, bu arada “Perdelerin tüllerini de çıkarıp yıkatmalı.” diye düşünüyor, sonra bu takım düşünceler arasında dün sütçüye verilen paranın üstünün eksik geldiğini de hatırlıyor, daha sonra İstanbul’a inip hem kendine hem de hizmetçisine ayakkabı almayı aklından geçiriyor; bir gömleği bitirip yenisine geçerken sol kaşının ucunu yavaşça kaşıyor, sanki bu güzel kaşı okşuyordu.
Bu ütü işi belki bir saat sürdü. Hepsi bitince ütülediklerini sıralamaya başladı. Kocasının gömleklerini üst üste korken kendi iç yeleği eline geçti. Bu yeleği erkek gömlekleri arasına koymak istemiyormuş gibi durdu. Sonra yüzünde ince bir pembelik, dudaklarında bir gülümseme ile bu yeleği kocasının iki gömleğinin arasına soktu, sonra da kocasını hatırlayıp “O nerede?” diye düşündü. “Nasıl oldu da nereye savuştuğunu göremedim?” diye kendi kendine şaştı. “Adamın dalgın bulunup kocasını da unuttuğu oluyormuş!..”
Evdekileri birer birer göz önünden geçirdi. Kimler köşkte, kimler çıktılar, biliyordu. Kocası dışarı çıkacak değildi; “Sakın beybaba ile gitmiş olmasın?..” Çamaşırları odasına bırakıp kocasını aramak istedi. Ütülediklerini iki kolunun üstüne alıp odasına çıktı. Kapıdan girdi, dolaba doğru gidecekti orada, kanepenin üstüne yatmış, uyuyakalmış olan kocasını gördü. Beklemediği için irkildi, sanki odada bir yabancı erkek görmüş gibi durdu. Sonra yaklaşıp kocasının uyuyuşuna baktı. Gülümsedi.
“Dolabı açsam belki uyanır.” diye düşünerek gömlekleri piyanonun üstüne bıraktı. Ayaklarının ucuna basarak kocasına doğru gitti.
Kumral bir delikanlı, tenis kılığına benzer bir kılıkta kanepenin üstüne uzanmış, derin derin uyuyordu. Hayriye, başkalarını çağırıp onun uyuyuşunu göstermek isteğini duydu.
“Ne kadar da rahatsız yatıyor!” diye düşündü. Oradaki sandalyenin ucuna ilişti. Yakından bakınca delikanlının gözlerinin altında ufak ufak ter damlacıkları görünüyordu.
“Ne kadar da rahatsız yatıyor, başını kaldırıp bir yastık koysam!.. Uyanır! Yeniden uyusa iyi ama hiç uyur mu?”
Hayriye gülümseyerek başını salladı, ancak kendi işitebileceği kadar yavaş sesle de “Yaramaz!” dedi.
“Bu kolu da uyuşacak!” Yere diz çöktü. Kocasının kolunu kaldırıp yanına koyacakmış gibi ellerini uzattı, ancak dokunamadı.
Evlilik ne tuhaf! Kızlıkta, erkek düşünmek yasak, erkek yasak. Sonra günün birinde bir erkeği getirip adamın odasına bırakıyorlar! İşte bu oda onun kızlık odası. Kanepenin üstünde bir de erkek uyuyor, herkes de biliyor! Bu odanın nesi değişmiş? Yalnız şu perdenin arkasında, eskiden bir yatak vardı, şimdi iki! Başka? Hiç… Ya bu adam kim?
Kafasının içini sevinçli bir duman bürüdü. Diz üstü, parmakları birbirine kilitlenmiş, elleri kucağına düşmüş, öyle kaldı.
“Kanepenin kenarında başı acıyacak, ne yapmalı?” Bakındı, gözleriyle orada bir yastık aradı. Yatakta var. Yataklarını örten perdeyi açarken içinde tatlı bir utangaçlık duydu. Sanki, kendilerini orada görecekti. Elini uzatıp yastıklardan birini çekti. Bu yastıklar büyük, hem de kalın. “Daha ince bir yüz yastığı olsa!” Annesinin yeni yaptırdığı yastıkları hatırladı. Yavaşça çıkıp orta salonu, merdiven aralığını geçti, annesinin odasına girip yastıkları aradı. Yok. Sormak için aşağı indi. Büyük hanım, camekânın önünde, koltuğunun üstünde uyuyordu. Hayriye yavaşça:
“Anne!” diye seslendi.
“Anne!”
“Ne var?”
“Sizin yeni yüz yastıklarınız nerede?”
“Nasıl yastık?”
“Canım, Kevser’in yeni yastıkları.”
“Köşedeki odaya bak. Ne yapacaksın?”
Hayriye, köşedeki odaya doğru giderken:
“Lazım.” dedi.
“Lazım olduğunu anladık, ne yapacaksın, söylesene!”
“Kanepenin üstünde uyumuş, başının altına koyacağım.”
“Kim uyumuş?”
Hayriye karşılık vermedi. Odaya girdi. Biraz sonra odadan çıkarak;
“Yok orada.” dedi.
“Kim uyumuş, söylesene, baban mı?”
“Canım, babamın benim odamda ne işi var?”
“E, kim? Kocan mı?”
“Canım kim olur anne!.. Yastığı babamın odasına götürmüş olmasınlar?”
“Kevser’e sor! Senin yastığın yok mu?”
“Benim yastıklarım hem kalın hem büyük.”
Büyük hanım kızdı. Hayriye’nin arkasından söylendi:
“Yediği naneye bak! Kocası uyanmasın diye gelip beni uyandırıyor. Kocan uyanırsa benim çok umurumdadır! Şımart bakalım, sonra çok karşılığını görürsün! Hiçbir şey bilmiyorsan, babana bak! Benim ona yaptıklarımın acaba yüzde birini bana yaptı mı? Burada ölsem, başını çevirip bakmaz.”
Hayriye dinlemedi bile. Kevser’den yastığın birini alıp odasına çıktı. Kocası uyuyordu. Yeniden kanepenin önüne diz çöktü. “Elimle başını kaldırıp yastığı koysam!” diye düşünüyordu. “Ya uyanırsa!” Onu uyandırmadan başını nasıl kaldırıp bu yastığa koyacağını bilemedi.
Kocasının şimdi alnında, boynunda artan tere bakarken sanki biraz ateşi varmış gibi gördü. “Hiç böyle yattığı yoktu.” diye düşündü. Elini onun alnına koymak istedi. Sonra uyanır diye korktu. “Neden hasta olsun, uyuyor.” Bir kere böyle bir koca bulduktan sonra onu -kim görse beğeniyor- kaybetmek… Ondan sonra gene yaşamak var mı?
Kocası kımıldandı. Hayriye’nin gözyaşları gözlerini bulandırmış iken kurudu. Başının içindeki duman silindi. Kocası da gözlerini açtı. İlkin anlamayarak karısına baktı. Hayriye kızararak, gülümseyerek:
“Uyuyordun.” dedi. “Boynun ağrıyacak. Hasta değilsin ya? İstersen, bak yastık getirdim. Gene uyu!”
Delikanlı biraz doğrulup karısının elinden tuttu, çekip kanepeye oturttu:
“Yok.” dedi. “Sen buraya otur, ben dizine başımı koyup uyuyayım.”
Hayriye kanepenin ucuna oturdu, o da başını koydu. Ancak hayatlarının o çağında idiler ki biri ötekinin dizine başını koyduktan sonra uyumak olmazdı!
1924KAYIŞI ÇEKEN
İki arkadaş, İkinci Daire’den Ali Rıza Efendi, Köprü’den Rasim Bey. İstanbul’da, Fener’de koltuk bir meyhanede, oturmuş içiyorlar; tatlı tatlı da konuşuyorlardı.
Ali Rıza Efendi diyor ki:
“Evlenip de karının çengeline düşmeye gör, elmasım! Sen, bana kendi başımda olanı sorsana! Yaa! Evlenecek oldum, sanki başıma gelecekleri bilirmiş gibi, kimsesiz olsun dedim. Olmadı. Kimsesiz birini bulamadık. Bu şimdiki kadını buldular, iyidir al mal dediler alırım ama dedim, düğün yapmam. Eve aşçı, işçi tutmam, kaynana, baldız, kayın istemem. Bir Köroğlu bir Ayvaz! Bak, razı olurlarsa bir nikâh bir yüz görümlüğü, güveyi girerim; başka da hiçbir şeycik tanımam! Razı oldular, güveyi girdik. Eh, iyi. İlkin deke düştüğümün1 hiç farkına varmadım. Yalnız ikinci gecede bizim karı sızlanmaya başladı. ‘Geceleri kahveye çıkma, ben evde yalnız korkuyorum!’ Kahveye çıkma olur mu? Ben bu kadar yıldır bir gece bile kahveyi bırakmamışım. Evlenip kahveyi bırakınca tanıdıklar bana ne der! Daha ilk gecesinden karı lafı ile oturup kalkmaya başlarsak sonu nereye varır? Hem ben evde karı ile ne konuşurum? Olacak iş değil. Dinlemedim, çıktım. Çıktım ama içim de rahat etmedi. Neden mi dersen, sahiden de korkuyor. Evimizin az ilerisinde mahalle camisinin mezarlığı var. Sokağın başında da Sancı Baba Türbesi! Gece önünden geçerken ben bile korkarım. Eve dönüyorum ki ağlamış, rengi de uçmuş. Ne yapmalı? Bir can yoldaşı bulmalı, bir öksüz kız! Bir çocuğun boğazı ile yıkılacak değiliz ya! Bizim yediğimizden o da olur. Razı oldum. Arabacı Tatar Murtaza’nın karısına söylemiş, iki gün sonra yedi-sekiz yaşlarında bir kızcağız geldi. Neyse iyi, hoş, ben de sevindim. Sevindim ama baktım bizimki işi gücü astı. Bulaşığı kız yıkıyor, ortalığı kız süpürüyor, suları kız taşıyor. Birkaç gün sonra yemeği de ona pişirtmeye kalktı. Bacak kadar yavrucak, onun pişireceği yemekten ne olur? Kendisi de komşu komşu geziyor! Sabah gidiyor, akşam gene gidiyor. Sonra gece de gittiği oluyor. Benim evden çıktığımı bekliyor, o komşu senin bu komşu benim! ‘Hanım neredeydin?’ diye sorunca ‘Salihanım’ın gelinini pek ağır işittim de akşamüstü bir yoklayayım, dedim.’ Yemekler ya yanıyor ya çiğ kalıyor. Bir lokma bir şey yiyoruz, onu da ağız tadı ile yediğimiz yok. Birkaç yol kendisine söyledim, ‘Evi kızın eline bırakıyorsun, ben bunu istemem.’ dedim. ‘Bırakmam.’ dedi, gene bildiğinden şaşmadı. Bir-iki yalanını tuttum, çok korktu. Yemin, ant, şart, tövbe… İki gün tuttu, üçüncü gün gene eskisi! Sen benim yerimde olsan ne yaparsın? Bunun için karı boşayacak değilim ya Allah belasını versin dedik, sindirdik. Ama bir yandan da düşündüm, ona da biraz hak verdim. O da candır. Biz sabahtan akşama kadar geziyoruz. Beni bir gün evde oturtsalar, deli olurdum. Neyse artık pek üstüne varmadık. Aradan bilmem ne kadar geçti, bunun parmağında dolama çıkmış. Çamaşırlar yıkanmak ister. ‘İzin ver de gündelik birini tutalım.’ dedi, ne diyeyim, ‘Tut.’ dedik. Daha o gün Horop adında bir Ermeni karısı bulmuş. Kim bilir eskiden mi tanıyordu, neydi. Sormadım bile. Aradan birkaç gün geçti, Horop Dudu, gene bizde. Öyle kendiliğinden gelmiş… Eh gelir a! İki gün sonra gene bizde. Elmasım, bugün gene bizde. Ne dersin? Karı bizden ayağını kesmedi. Doğrusu bizden para pul istediği de yok, yok ama Allah seni inandırsın, yiyince at kadar yiyor. İçtiği kahvenin de hesabı yok! Şeytan, ‘Kov şunu evden!’ dedi. Dedi ama sonradan düşündüm, karı giderse bütün yük kızın üstüne kalacak, doğrusu acıdım. Sonra eh, o da can! Kalacak, kalsın bakalım dedik.”
Rıza Efendi lafını kesti, bir kadeh içti, yeniden başladı:
“Kaynanam bize gelirse bile, günübirlik geliyordu. Yüzünü de gördüğüm yoktu. Kırk yıl da görmesem, göreceğim gelmezdi. Neden mi dersen? Eh, elmasım, herkes evinde! Allah rahatlık versin otursun, ben de bizim evde. Ancak günün birinde bizimki hastalandı. Bir gün, iki gün derken hastalık uzadı. ‘Annem’ der, ağlar. Eh ne kadar olsa anadır. Ben de acıdım, ‘Gelsin bakalım’ dedim. Geldi. Ancak mübarek gelince gitmek biliyor mu? Elmasım, bir ay bizde kaldı. Ben boğuldum. Karı aldıksa silsilesini pazarlık etmedik ya! Üstelik at gibi de bir kocası var. Bizimkinin üvey babası oluyor. Onu da getirdi. Nerde güreş var, horoz dövüşü var, sabahtan akşama kadar gezer. Kaynanam da onu besler! Beğendin mi? Ancak ne diyeceksin? Bunun için tutup karı boşayacak değiliz ya! Ses çıkarmadım. Çıkarmadım ama kadın suratımdan anladı, kalktı, evine gitti. Yalnız üvey kaynım bizde kaldı. Sekiz yaşlarında bir oğlan. Bunu bizde bırakmak için ana kız bir yalan buldular. Sanki bu oğlan beni çok seviyormuş, eve gidince ‘Eniştemi isterim.’ diye ağlıyormuş! Yalan besbelli. Yalan ama, ne dersin. Bizi seven, ağlayan bir çocuğa da bir lokma ekmek için, ‘Kalk, git.’ diyecek değiliz ya! Sonra yanılıp da böyle bir ters halt edecek olsan, bizimki komşu komşu gezip beni rezil edecek. Oğlan bizde kaldı. Kaldı ama bakkala da borcu veremedik. Kimseye de bir şey söyleyemedik. Arası biraz daha geçti, günün birinde bizim kadın çocuk istemeye başladı. O güne kadar çocuğumuz olmamıştı. O da sesini çıkarmıyordu. Nedense birdenbire çocuk diye tutturdu. Eh, Allah vermeyince çocuk olur mu? Gezmediği hekim, hoca, içmediği ilaç kalmamış. Bu çocuk isteği, nereden çıktı, bilmiyorum. Sonradan Ermeni karısından öğreniyorum ki anası, ‘Çocuğun olmazsa bir gün bu herif seni silker atar.’ demiş. Çocuk olsun diye, kızını alıp Samatya’da bir lavtaya2 da götürüp göstermiş. Şimdi gel de buna kızma bakalım. Dövecek oldum ama, Allah’tan korktum. Belki çocuğu vardır, dedim. Ne kadar iyi etmişim de dövmemişim. Bir de üstelik çocuk öldürecekmişiz. Eh, istediği de istenmez bir şey değil ya, çocuk istiyor! Kim de duysa ona hak verecek. Sustum. Sen olsan ne yapardın? İşin kötüsü o değil. Kadın doğuracak diye, kaynanamı bize çağıracağız. Anladın mı, elmasım? Hem çağırdık da… Ne yapalım? Kadın acemi, doğrusu ben de baktım, Ermeni karısı ile döner iş değil. Çağırdık ama kaynanam, ‘Ben genç kızlarımı evde yalnız bırakamam, geçen sefer yangın olmuş, kızlar korkularından çıldırıyorlarmış.’ dedi. Baktım, olur gibi değil, ‘Eh, kızlarını da beraber getir.’ dedik. Kadın kızlarını da aldı, geldi. O gün bugündür de bizdedirler. Benim bir kızım oldu, kadının memesi şişti, delindi, süt veremez oldu, kendi de hasta. Ha bugün iyi olur, kaynanam evine gider, ha yarın derken, bizim kız yaşına girdi girmedi, anası bir kere daha gebe kaldı. Anlaşıldı ki kaynanam evine gidemeyecek. Hiç olmazsa bize yardımı olur, kaynatamın kahve tütün parası çıkar diye onların evlerini kiraya verdik, kaynanamın kocası, çocukları da bize geldiler, olduk elmasım, on bir kişi! Anladın mı? Bende hesap kitap kalmadı. Bu on bir can, bir bana bakar. Nerelere ne kadar borcum vardır, bilmem. Daireden ne kadar para aldım, onu da bilmem. Bereket versin, bizim daire kaldırır. Başka bir yerde olsaydım, şimdiye kadar beni çoktan yüzdürürlerdi. Şimdi işten çıkınca buraya kadar sarkarım, adamakıllı kafayı tutar eve giderim, gidince de sızarım. Hiçbir şey duymam, hiçbir şey de görmem. Sabah olunca da çok günler, esbaplar sırtımda kalkar, hemen evden fırlarım. Bak elmasım işte… Ne kılığa girmişim! Üstüme başıma bir bak, kılığıma bir bak… Üstelik karı ile kaynanam da komşu komşu gezer, sarhoştur diye beni çekiştirirler.”
1923ARABACI ALİ
Geceden yola çıktık. Ayaz vardı. Gün biraz yükselince gecenin soğuğu yerine ıssı bir sıcak kırları kapladı. Yaylının eskimiş, deri kaplı tentesi kızdıkça bana da ağırlık basmaya başladı. Uyukluyorum. Arabacım, uzun boylu, yirmi yaşlarında kadar, yanık yüzlü, eğri bakışlı bir oğlan. O da uyuklayacak gibi duruyor. Sinekler bıraksa belki atlar bile uyuyacaklar. Dört yanımız, dümdüz bir ova; bir ufacık tepecik bile yok. Ovanın yüzünde sanki kızgın alevler uçuşuyor. Gün ilerledikçe uzakta kararan dağlar akçıl bir sisle buğulandı. Ara sıra gözlerimi açıp bakıyorum, dağlar hep o dağlar, ova hep o ova. Sanki hiç yerimizden kımıldamamışız.
Arabacı’ya:
“Sür bakalım şu senin atları, gidelim.” diyorum. Dizginleri tartıyor, kamçısı ile gönülsüzce vuruyor. Atlar hiç aldırmıyorlar. Ben de yeniden uyuklamaya koyuluyorum. En sonunda arabanın içine uzandım. Uyumuşum.
Uyandım, araba duruyor. Arabacı da atlarını söküyor. Nereleri geçmişiz, nereye varmışız, bilmiyorum. Yıkılmış kerpiç duvarlar, damları çökmüş odalarla çevrilmiş eski bir han avlusundayız.
Arabacı’ya sordum:
“Burası neresi?” dedim.
“Yakup’un Hanı, derler.” dedi.
“Ne olacak, burada kalacak mıyız?” dedim.
“Atlar bir yem kestirsin, gene gideriz.” dedi.
Arabadan indim, sıcaktan, uykudan bunalmışım, kafam şişmiş. Arabacı’ya yardım eden bir adam var, ondan sordum:
“Sen hancı mısın?” dedim.
“Hancıyım.” dedi.
“Kahven var mı?”
“Yok.”
“Çay?”
“Yok.”
“E, nen var?”
“Bir şey yok.”
“Bir serin yerin de yok mu?” diye sordum. Hancı sesini çıkarmadı. Belki de anlamadı. Onun yerine Arabacı, eliyle içi karanlık görünen bir açık kapı göstererek:
“Giriver oraya.” dedi.
Girdim. Burası karanlık, serin bir yer. Gözlerim bu karanlığa alışınca bir yanda bir seki, onun karşısında boş bir ocak, yanında duvara dayanmış dolu iki çuval gördüm. Sekinin yarısına kadar eski bir kilim serilmiş. Kilimin üstüne çıktım. Orada sekinin toprak olan yerine uzandım. Biraz sonra Hancı ile Arabacı da geldiler. Onları dinliyorum. Ama ne konuştuklarını anlayamıyorum. Bir kadın ölmüş yahut öldürülmüş! Askerlik sözleri geçiyor. Konya’dan, Karaman’dan, Ereğli’den, Mut’tan, Tarsus’tan konuşuyorlar. Bir aralık benim için de konuştular. Öyle sezinledim ki Arabacı benim için epeyce doğru sözler söyledi. Bunları nereden, kimden öğrenmiş? Bu kır adamlarından kendini saklamak çok güçtür.
Baktım ki bunlar lakırtıyı uzatıyorlar. Benim de yeniden uykum geliyor. Başımı yerden kaldırmayarak Arabacı’dan sordum:
“Burada çok kalacak mısın?” dedim.
“Atlar yemini kestirsin, gideriz.” dedi.
Yeniden o kızgın güneşin altına çıkmaktan çekindiğim için olmalıdır ki ki sesimi kestim. Uyumuşum.
Uyandım, kendimi yalnız buldum. Arabacı ile Hancı dışarı çıkmışlar. Ben de çıktım. Arabacı atlarını koşmuş tekerleklere su döküyordu. Atlar da derin derin düşünüyorlar. Bu kurada3 beygirlere bakınca adamın kafasını çivi gibi delen güneşin altında bu sıcak kırları geçmenin ağırlığı gözümde büyüyordu.
Arabacı benden alıp Hancı’ya biraz para verdi, bindik, yola koyulduk. Şimdi uykum da yok. Böyle adım adım gitmekle bu uzun yol tükenmiyor. Biraz sürmek istersek atlar kesilecekler, büsbütün yoldan kalacağız. Bunu bildiğim için Arabacı’yı sıkıştırmıyorum. O da artık uyuklamıyor. Atlardan lakırtı açıldı, konuşmaya başladık. Ben:
“Atların çok durgun.” demiştim.
“Yiğit atı bizde korlar mı?” diyor.
“Ne yaparlar?” dedim.
“Tekâliften alırlar.” dedi.
“Artık tekâlif kaldı mı ya?”
“Kalmasın, şimdi de kaçaklar, alırlar.” dedi.
Sonra anlattı. Asker kaçakları varmış, buralarda geziyor, rast geldiklerini soyuyorlarmış. On gün önce bu hanı basmışlar, Hancı’nın karısını öldürmüşler.
“Yaaa! E, Hancı’ya dokunmamışlar mı?”
“Hancı kırda yatıyormuş. İşitmiş üstlerine gitmemiş.”
“Hııııım! E, şimdi tek başına burada nasıl duruyor?”
“Adamları vardır. Onlar da şimdi kaçakları kollarlar.”
“Biz kimseyi görmedik. Sen gördün mü?”
“Gösterir mi? Vardır.”
“Sen nereden biliyorsun?”
“Bilirim! Olmasa burada durur mu?”
“E, karıdan ne istiyorlarmış da öldürmüşler?”
“Onlar Hancı’ya gelmişler. Askerden garazları varmış, öç almak için…”
“Haaaa, soymak için değil.”
“Nesini soyacaklar! Hancı kendisi askerden yeni geldi. Bu han dört yıldır kapalı duruyordu.”
“Bırak, senin Hancı adam değilmiş.”
“Niçin?”
“Karıyı gözünün önünde kesmişler de üstlerine gidememiş.”
“Gitse ne olacaktı, onu da keserlerdi.”
“Keserler ya karıyı yanına niçin almamış?”
“Almamış işte. Karıya dokunmazlar demiş.”
“Hah, dokunmazlar olur mu? Ne yapsalar yaparlardı.”
Arabacı biraz sustuktan sonra:
“O da onların yanına komaz.” dedi.
“Komaz da ne yapar?” dedim.
“Gör bak. Hepsini gebertir.” dedi. “O ne domuzdur.”
“Karıyı onlara öldürttükten sonra… Yapacak adam o gün de yapardı.”
Arabacı sustu. Biraz daha yol aldıktan sonra gene bu asker kaçaklarını konuşmaya başladık. İki ay önce, Arabacı’yı da Bor yolunda çevirmiş, dayak atmışlar.
“Niçin dövdüler?” dedim.
“Paraları çıkar diye.” dedi.
“Paran var mıydı?” diye sordum.
“On beş kayma vardı. Niğde’den kira aldımdı.”
“Aldılar mı paraları?”
“Çıkarmadım.”
“Paralar nerede idi?”
Güldü, söylemedi.
“Sakladımdı.” dedi.
“Nereye sakladındı, söylesene.” dedim.
Sırıtıyor, söylemiyor.
“Ya döve döve öldüreydiler?”
“Öldürecek olunca paraları alır, gene öldürürler.”
“Seni dövenler, bu hanı basan kaçaklar mıydı?” diye sordum.
“Yok.” dedi. “Bunlar Everek’tendi.”
“Tutuldular mı?”
“Yok, kim tutacak?”
“Kim tutacak, candarma yok mu?”
“Candarma olsun.” dedi.
“Ne demek, candarma tutmaz mı?”
“Tutar.”
“E?”
Sustu. Aradan biraz geçtikten sonra:
“Bizi artık gâvur aldı, diyorlar.” dedi.
“Ne demek?” dedim.
“Aldı ya.” dedi. “Zabitleri Konya’ya çıkmışlar. Adana’yı da Ermeniler almışlar.”
Söylemek istediği buymuş.
“Onun için mi candarma kaçakların üstüne gitmiyor?”
“Gltmez ya.” dedi. “Başı yok, bakanı yok! Candarmanınki de can.”
“Eh, bir gün olur o candarmadan da sorarlar.” dedim.
Döndü, yüzüme baktı. Sonra başını çevirip kırlara bakarak sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi:
“Kim soracak?” dedi. “O günler geçti.”
Ben de işleri batak, karanlık görüyorum; onun bu sözleri de umutlarımı biraz daha kırdı ama susmak istemedim.
“Geçti mi? Eh, bak görürsün.” dedim.