Beni söyletmek istedi:
“Bunun göreceği kaldı mı?” dedi.
“Kaldı.” dedim. “Hepimiz ölmedik ya!”
“Öldük.” dedi.
“Hiç ölmedik.” dedim. “Ölen adam toprağın altında olur. Bak sen karşımda dipdiri oturuyorsun.”
“Oturuyorsam… Ben bir Arabacı Ali!”
“Arabacı Ali’yi beğenmedin mi? Gün olur da bu kırlarda adamın gözüne dokuz görünür. Bak, herifler soygunculuk ediyor da gene ellerini kimse tutamıyor!”
Bu sözlerimden ne anladı, bilmem. Önüne baktı, gülümsedi. Biraz da düşündü. Ben de sustum. Belli ki benden soracakları var ama nasıl soracağını bilmiyor.
O sırada, uzakta dağların eteklerinde bir güzel göl, kıyılarında ağaçlıklar göründü. İlk bakışta beni de aldattı. Sonra, serap olduğunu anlayıp bu sıcak çöllerde yanan bizlere bu yalanın niçin söylendiğine akıl erdiremedim. Bir yandan da Arabacı Ali’nin yeniden söze başlamasını istemiyordum. Onun sözleri beni yormuş olmalıdır ki yeniden lakırtıya başlamadan ona bu gölü sordum:
“Bu göl ne gölüdür?”
Baktı.
“Göl yoktur.” dedi.
Eski sözüne gelebilmek için de:
“Arabacı Ali’den kimse korkmaz.” diye beni söyletmek istedi.
“Sen gölü görmüyor musun?” dedim.
Benim konuşmak istemediğimi anladı. Sırıttı.
“Göl yoktur, öyle görünür.” dedi. “Ona ılgın derler.”
Sonra sustu. Ben de sustum. Biraz sonra da arabanın içine uzandım. Bor bahçelerinin içine girene değin de kalkmadım.
Bu yolculuk, geçen büyük savaşlar bitiminden biraz sonra yapılmıştı. Aradan birkaç yıl geçti. Ankara kuruldu. İnönü, Sakarya Savaşları yapıldı, yeniden Afyon önünde tutunduğumuz günlerde idi, Akşehir gerisinde bulunuyordum. Arkadaşlardan Aziz Bey, bir neferle bana bir mektup yollamış, tütün istiyor. Mektubu getiren neferi görünce tanır gibi oldum. Adını, nereli olduğunu sordum. Kozanlı imiş, adı da Arabacı Ali.
O da beni tanıdı.
“Hani seni götürdümdü.” dedi. “Bana gölü soruyordun. Nasılsın, iyi misin?”
“İyiyim.” dedim. “Sen asker mi oldun?”
“Oldum.” dedi. “Sen de zabit olmuşsun. Sen o zaman da zabittin ya! Sivas’a gidiyordun. Niye benden gizledin? Seni ben götürüverirdim.”
“Benim Sivas’a gittiğimi sana kim söyledi?”
“Sivas’a gittin ya! Niğde arabacıları ile gitmedin mi? O seni götüren arabacı Sakarya’da vuruldu, öldü.”
“Sen Sakarya’da bulundun mu?”
“Bulundum ya! Gene bu Aziz Bey’in yanında idim.”
“Güzel!”
“Biz, İnönü’de de bulunduk.”
“Ha, demek her yerde bulundun.”
“Bulundum ya!”
“E, nasılsın?” diye sordum.
Boynunu büktü:
“İyiyim.” dedi.
“Senin araba ne oldu?”
“Atların biri benim değildi, biri de geberdi.” dedi. “Araba duruyor olmalı! Ben askere gelmeden de hancı yamaklığı yapıyordum.”
“E, Hancı ne oldu?”
“Hangi Hancı? Haaa, senin gördüğün mü? O Konya’da çete yazılmıştı. Sonra bir daha görmedim.”
Arabada konuştuklarımızdan yalnız gölü sorduğum aklında kalmış olacak. Bana o geçmiş sözlerden hiçbirini sormadı. “Nasıl, bak memleketi bekleyenler var mı imiş?” diyebilirdim, demedim. İşim de çoktu. Aziz’in istediği tütünleri verdim, gitti.
Aradan biraz geçti, bir iş için ben Aziz’in yanına gittim. Gündüz, siperleri gezdik, gördük. Geceyi geçirmek için onun olduğu yere döndük. Arabacı Ali oradaydı. İhtiyatta imiş, hastalanmış. Aziz yanına almış.
Aziz, onun için:
“Dikkafalıdır, biraz da terbiyesi kıttır ayının ama gözü pektir, yılmak bilmez. Geçende ‘Öldürürüm.’ diye yemin ettim.”
“Ne yaptı?” dedim.
“Efendim.” dedi. “Kendi başlarına işlere kalkışıyorlar. Ona benzer bizde birkaç kaçık daha var, onları da kendine uydurmuş, gece düşman siperlerine baskına gitmeye söz etmişler. Duydum, yemin ettim. ‘Kendi başlarına bir iş yaparlarsa, kimseye sormadan öldürürüm!’ dedim.
Gâvur bana bir at parası vermeden buradan kalkıp gidecek mi?’ diyor. Herifin düşündüğüne bak! Gece karanlığında köpek gibi birbirlerini tepeleyecekler, bizi de Aziz Bey’in olduğu bu yer, yakındaki bir köyün bir altüst edecekler, onun farkında değil.”
Aziz Bey’in olduğu bu yer, yakındaki bir köyün birkaç yıldan beri işlenmemiş, keleme olmuş bağ yerleri idi. Toprağın iki geniş dalgası arasında ovaya doğru uzanan, gittikçe de alçalan genişçe bir çatak. Yer yer cadılaşmış üzüm kütükleri, anaları kesilmiş yemiş ağaçlarının kökünden sürmüş fışkın ocakları görünüyordu. Aziz, eski bir bağ kulübesinin duvarları üstüne bir çadır gerdirmiş, içinde yaşıyordu. Arabacı Ali için konuşulan sözler bu çadır örtülü yıkık kulübenin önünde konuşuluyordu.
Önümüzde, biraz alçak bir yerde, bir tümseciğin arkasında iki nefer bize biraz yiyecek hazırlıyorlardı. Arabacı Ali de yere çömelmiş, onlara yardım ediyor gibi görünüyordu. Yavaş yavaş, onların oldukları yere uzandık. Arabacı Ali yeşil soğan ayıklıyormuş. Tepesine dikildim:
“Nasıl Ali?” dedim. “Gâvur sana bir at parası verecek mi?”
Yüzüme baktı, sırıttı. Bir şey söylemedi. Aziz dedi ki: “Ya başka işi yok da aman Ali’ye bir at parası versem, diye düşünüyor!”
Ali, Aziz’e yavaş sesle karşılık verdi:
“Verecek ya! Ben onun babasının hayrına mı bu ayazda bekliyorum! Buradan bedava mı gidecek?”
“Nereye gidiyor, bir yere gittiği yok. Na, bayırın arkasında!”
Arabacı Ali başını salladı:
“Gidecek, ben bilmem mi? Onun gücü çatsaydı bizi Sakarya’da alırdı.”
“Alırdı malırdı, herif bir yüklenirse sana sorarım.”
“Sor! Na, karşıki bayırları tutar, gene dayanırız. O haçına, putuna yalvarsın da biz ona yüklenmeyelim.” dedi, sonra da sinsi sinsi güldü.
Doğrusu bu gülüşle içime bir genişlik, bir aydınlık geldi. Sanki ben de onunla birlikte inandım.
Onların yanından ayrıldıktan sonra Aziz dedi ki:
“İşte gördün ya işin yoksa bu delilere lakırtı anlat.”
“E, ne var” dedim. “İnanıyor. Varsın inansın!”
“İnansın, güzel ancak yarın iş tersine dönecek olursa sonra bunları burada nasıl tutarsın!”
“Adam sen de bu ilk olacak değil ya! Önce nasıl tuttunsa gene öyle tutarsın. Bırak sen işi kendi gidişine.”
“Valla bilmem, ben korkarım.”
“Hiç korkma, demir gibi asker. Herkes böylesini arar da bulamaz.”
“Hadi, öyle olsun!”
İleri yürümek emri, bu konuşmamızdan biraz sonradır. Aradan altı yıl geçtikten sonra, Arabacı Ali’yi yeniden gördüm. Bu görüşmemiz bir kış gecesi Karabaşoğlu değirmeni hanlarında oldu. Bir gün öncesi Gölesi diye bir köyden çıkmıştım. Karaman’ı tutmaya çalışıyorduk. Umulmadık bir yerde bir kar fırtınasına tutulduk. Gece de bastırdığı için bu hanlara sığınmaktan başka yapacak kalmadı.
Ocağın başına asılmış, isli bir yağ kandili gölgesinde yemeğimi yedim. Hancı geldi, ocağın başına diz çöküp bana kahve pişirmeye başladı. Daha su kaynamadan gelip Hancı’yı çağırdılar. Hancı gitti, geri gelmesi uzadı. Su kaynadı. Kahveyi ben pişirecek oldum, kaşık yok. Seslendim, Hancı’nın çırağı geldi, kahveyi pişirdi.
“Ağan nerede?” diye sordum.
“Burada.” dedi. “Şimdi gelir.”
“Bizim Arabacı’ya da yiyecek verdiniz mi?” diye sordum.
“Verdik.” dedi.
Biraz sonra da hancı geldi. Bana dedi ki:
“Biri gelmiş, sizi tanıyormuş, görmek istiyor!”
Şaştım. Dağ başında gece yarısı beni kim görmek isteyebilir?
“Kimmiş, nasıl adam?” diye sordum.
“Arabacı Ali.” diyor. “Siz onu tanırmışsınız.”
“Tanıdım. Gelsin.” dedim.
Geldi. Selam verdi. Elimi öptü. Diz çöküp otudu. Ali’nin gelip oturuşundaki çekingenlik gözümden kaçmadı. Hancı da kapının yanında ayakta duruyordu. Ali, ona, “Dışarı çık.” demek ister gibi baktı, Hancı da dışarı çıktı.
“Nasılsın Ali?” dedim. “Nerelerdesin? Aziz Bey’i gördüğün var mı?”
Anlattı. Askerden bırakılınca Aziz’in yanına kapılanmış. Aziz tekaüt olmuş, tüccarlık yapıyormuş. Onun yanında şoförlük öğrenmiş, şoförlük de etmiş. Sonra Aziz’in işi bozulunca bunun da Aziz’le arası bozulmuş, dediğine bakılırsa Aziz bunu kovmuş, bu da buralara gelmiş.
“Aziz Bey’e üç mektup attım, karşılığı gelip çıkmadı.” diyor.
“E, şimdi burada ne iş tutuyorsun?”
“Hiç.” dedi. “Adamı kendine koymuyorlar ki… Gene şoförlük ediyordum, elimden bir sakatlık çıktı, şimdi kaçak geziyorum!”
“Hımm!”
İşi anlar gibi oldum. Biz konuşurken kapının arkasında biri öksürdü. Ben, Hancı bizi dinliyor, sandım; kapıya baktım. Ali anladı:
“Yabancı değildir.” dedi. “Kapıda adam var.”
Belki benim yanıma gelirken Ali silahlarını, silahlıklarını çıkarmış. Omuzlarında çapraz fişeklikler yer bırakmıştı.
Anlattığına göre, Niğde yakınlarındaki köylerden birindeymiş, sıkıştırmışlar. Candarmalarla vuruşmuş, buralara gelmiş. Bu son günlerde, benim Taşönü’nde olduğumu duymuş, görmek için iki gündür arkam sıra geliyormuş. Bu gece burada görmeseymiş kese4 yoldan önüme çıkacakmış.
Konuştuk.
“Olan oldu, beni bağışlasınlar, bıktım bu kaçaklıktan.” diyor. “İsterlerse ölünceye kadar askerlik edeyim! On beş-yirmi yıl hapislik versinler yatarım!”
“E, teslim olsana!”
“Teslim olsam, asacaklar.” diyor.
“Sen biraz kıyak gitmişsin gibi.” dedim.
“Kaçaklık.” diyor. “Ne istemezsen gelip adamın ayağına dolaşıyor!”
Sözlerine bakıyorum; hiç eşkıyalık, haydutluk demiyor, kaçaklık diyor. Kendi anlattığına göre kaçaklığa başlaması da şöyle olmuş:
Ereğli’de birine bir tokat vurmuş. İki gün sonra bu adam ölmüş. “Tokattan öldü.” demişler. Bu gidip teslim olacakmış, yanında bulundurduğu Karamanlı bir kadın, “Teslim olma.” demiş. Birkaç aylar Ereğli içinde kadın bunu saklamış. Duymuşlar. Şehirde barınamaz olmuş. Şehrin dolayında, kırda, köylerde, tanıdığı hancılar, değirmenciler yanında kendini gizlemiş. O kadın da bunu beslemiş, yardım etmiş. Gene de duymuşlar, artık ondan sonra iş azmış.
“Şimdi.” diyor. “Sen beni kurtarırsan kurtarırsın. Sen teslim ol, dersen olurum. Yoksa ben sağ iken kendimi vermem.”
Yanında yedi kişi daha varmış. Ben “Teslim olun.” dersem, onlar da teslim olacaklarmış.
Biraz canım sıkıldı:
“Senin gibi eli eren, bu kadar çalışmış, kanını vermiş adamdan da kaçak olur muydu?” dedim.
“Sorma.” dedi. “Karı aklına uyduk.”
Düşündüm.
“Bakalım, bir çalışalım.” dedim.
“Bana analık, babalık etmiş olursun; hakkın ölünceye değin boynumda kalır.” dedi.
Sözleştik. Ben Konya’ya gideceğim, oradan buna mektup yazacağım, nereye dersem, gelip teslim olacak. Bana Ereğli’de mektup yazacağım yeri salık verdi. Kalktı, elimi öptü. Çıktı gitti.
Konya’ya vardım. Arabacı Ali’ye verdiğim sözü yerine getirmek için tanıdıklarıma başvurdum. Ancak o sırada öğrenildi ki ben Konya’ya vardığım gece, bunu Ereğli yolunda basmışlar, candarmalarla çarpışmada vurulmuş, ölmüş.
BİR EĞLENTİ
Bir cuma günü iki arkadaş bağlara gittik. İlkyazın ilk sıcak günlerinden biri idi. Ortalık sessiz, yeni çiçeklenen, yapraklanan dallar uzanıyor. Kerpiç duvarların güneşli yüzünde kertenkeleler koşuyor. Böğürtlenlerin dibinde böcekler uyanmaya, yollar tozlanmaya, kırlar çiçeklenmeye başlamıştı.
Çayın kenarından gidip eski taş köprüden geçtik. Yol bizi bir ufacık kahveciğe götürdü. Yer güzel, önümüz su, gölge ılık, hava sakin, yaprak kımıldamıyor. Kahveci bize iki tahta iskemle verdi. Arpa kahvesi pişirebileceğini de söyledi. Ne yapalım, katlandık. Bizi getiren araba çayın ötesinde duruyor, arabacı atlarını alıp gitmiş. Ağaçların arasından bağ evlerinin damları görünüyordu. Konuşmuyorduk, gözlerimiz suya dalmış, belki de düşünmüyorduk da! O dalgınlık içinde, havada asılmış öten tarla kuşunu dinliyordum. Yanımıza bir adam geldi. Uzun boylu, zayıf, uzun bir fes giymiş; üstüne koyu renkli beyaz çiçekli bir yemeni sarmış, dizinde elifli şalvar, ayağında beyaz çoraplar, belinde ince şal kuşak, ipekli Hama kumaşından dar bir mintan giymişti. Gülerek:
“Efendi, Hacı Ali Efendi mahsus selam etti, buyursunlar.” dedi.
Ben arkadaşımın yüzüne baktım. O, Hacı Ali Efendi’yi tanıdı. Bana:
“Gidelim.” dedi.
O adamın arkasına düşüp gittik. Bağ uzakça imiş. Bizim buraya geldiğimizi nereden öğrenmişler, bilmem! Kapıdan girdik. Ufak bir aralık, bir kapıdan daha geçip büyük bağa geçtik. Asma çardağının altında üç-beş kişi oturuyorlardı. Bizi görünce ayaklandılar. Selamlaştık, birlikte oturduk. Yanımızda, geniş bir havuzun suları bir köşeden gelip karşı köşeden gidiyordu. Ev sahibi Hacı Ali’yi tanıdım. Gençten bir adamdı. Zengin çocuğu! Babası şehrin hemen yarı dükkânlarını, birçok evlerini, tarlalarını almış; buna bırakmış. Bu da oturmuş yiyor! Onu, çok istedik kumara alıştırsınlar; bu malları, dükkânları elinden alsınlar. Alıştıramadılar. Onun işi gücü, hastalığı, rakı! Babası hacca giderken bunu da alıp beraber götürmüştü. Hacdan dönüşte daha pek gençken hemen evlendirdi. Evlendikten sonra da bir dava vekilinin yanına çırak verdi. Babası ölünce Hacı Ali, İstanbul’a gitti, gezdi. Bir aralık oralarda oturdu, bir kadın daha aldı, döndü buraya geldi. Her gün başına üç-beş kişi toplayıp içer. Sarhoşluktan başka işi de yoktur.
Havuz başında oturanlar ile göz aşinalığım var. Bunlar dükkân, tezgâh, iş güç sahibi adamlar. İşte şu bir tanesi, büyük bir bakkaldır. Onun yanındaki de manifaturacı. Her gün gelip geçerken dükkânının loşça köşesinde bir ufak halı seccade üstünde diz çökmüş, terbiyelice oturmuş görürüm. Hemşehrileri buna Kahveci’nin Emin derler. Bu kahveci onun üvey babasıymış. Mektuplarında imzası Kahvecizade Emin Efendi’dir. Uzun boylu, kısa çember sakallı, cübbeli, şalvarlı, fesinin üstünde üç parmak abani sarıklı, güler yüzlü bir adam.
Ötekilerini daha az tanıyorum. Biri tüccardır ve zengin adamdır, bilirim. Hacı Mehmet, derler. Öteki genç, uzun boylu adam, bir un değirmeninin sahibi yahut sahiplerinden biridir. Adına Kırağazade Ali Efendi diyorlar. Bunlardan başka daha iki kişi var ki adlarını bilmiyorum.
Hepsi gülümsüyor, hepsi ikram ediyorlardı. Biri cıgara veriyor, öteki kibritini yakıyor, biri hatır soruyor. Bana öyle geldi ki bunların hepsi sarhoş. Orası rakı kokuyor, bunların da gözleri süzülmüş.
Hizmet edenler, bize büyük fincanla birer kahve getirdiler. Biraz konuştuk. Sonra aralarında bir fısıltı geçti. Hacı Ali, arkadaşımın kulağına bir şey söyledi. Arkadaş gülerek:
“Yok canım.” dedi. “Siz keyfinize bakın.”
Onlar sanki utanıyorlarmış gibiydi. Hizmetçiler bağ evinden ince uzun, tahta bir masa çıkardılar. Üstü rakılarla, mezelerle donanmıştı. Anlaşıldı ki buraya bir rakı sohbeti yapmak için gelmişler.
İçmeye başladılar. Yalnız çardağın bir kıyısında sessiz oturan iri yarı, hoca kıyafetli bir delikanlı kalkıp içmedi. Ötekiler, kolu ile dürtüp masayı göstererek bir başkası uzaktan “Hafız!” diye çağırıp sonra kaş gözle “iç” diye işaret ederek bizim gibi yabancıların yanında içmek istemeyen bu adamı zorluyorlardı. Biraz sonra, Hafız da dayanamadı; kadehin birini alıp bize saygı ettiğini gösterir gibi, başını yana çevirip dikti. Baktık ki o da rakının heveslisi değil, ustası imiş. Rakıyı içtikten sonra o utangaç duruşu ile gene diz çöküp oturdu. Birkaç kadeh içildikten sonra bu sefer Kahvecinin Emin arkadaşımın kulağına bir fısıltı daha geçti. Bu sefer de bizim arkadaş:
“Canım.” dedi. “Bunda düşünülecek ne var? Söyleyin gelsinler.”
Hizmet edenlere işaret ettiler. Biri bağ evine gitti ve biraz sonra iki genç çocukla beraber geldi. Bunlar çalgıcılarmış. Biri keman, öteki de ut çalıyor.
Bu adamlar ne kadar sarhoş olsalar teklifsiz olmuyorlar. Bağırarak konuşmuyorlar. İçlerinden en açık konuşanı Hacı Ali’ydi.
Çalgıcılar benim bilmediğim, hiç de işitmediğim türküler çalıyorlar. Bir aralık utçu, kısık, biraz da yanık bir sesle hüzünlü şeyler okumaya başladı. Ben, sanki senelerden beri kaybedip de bulamadığım bir şeyi bulmuş gibi bu adamın okuduklarını dinlemeye başladım. Zaten, şen şakrak olmayan meclis, bu okunan havalarla büsbütün somurtuk bir renk aldı. Ortalığa yırtıcı bir ahmaklık çöküyor gibi idi.
Gün devrildi. Bağa bir serinlik çöktü. İçimde sebepsiz bir küskünlük duyuyordum. Bir aralık karşımda cıgarasını içen Emin Efendi’nin soluk çehresi, kemiklerinin üstüne yapışmış pörsük derisi, mintanının yakasından çıkan uzun boynu, yutkundukça aşağı yukarı oynayan gırtlağı bana onun ölü çehresini düşündürdü. Onu, tabutunun içinde gördüm. Burun kanatları yapışmış, ağzı yarı açık kalmıştı. Arkadaşın kulağına:
“Biz artık gitsek…” dedim.
O da saatini çıkardı. Arabacının bizi beklediği de aklımıza geldi. Bu efendilerden izin istedik. İlk önce biraz ısrar ettiler, daha geleceklerimiz var birlikte eğleniriz, mehtapta birlikte döneriz, demek istediler. Biz kalmak istemedik. Arabayı bulup getirmek için bir adam yolladılar. Bu sırada dışarıdan birisi geliyordu. Hacı Ali onu görünce uzaktan sordu:
“Getirdin mi?”
Öteki:
“Getirdim.” dedi.
Hafız, yerinden kalkıp Hacı’nın kulağına bir şeyler söyledi. Sonra köşede oturan kara çember sakallı adam da yanlarına geldi. Üçü de bir yerde konuştular. Sonra yerlerine oturdular. Hacı Ali, yeniden bizim arkadaşın kulağına fısıldadı.
“Ne oluyor?” diye sordum.
“İki kadın getirmişler.” dedi. “Oynatacaklarmış.”
Bunların birine “Karamanlı Zarife” diyorlar. Ufak tefek, çok sevimli bir kadın. Ötekinin adını bilmiyorum. Onu, “Çalmalı” diye çağırıyorlar. Daha genç, daha iri bir kız. Zarife, meclise gelince teklifsizce selam verdi. Hacı Ali’ye bizim kim olduğumuzu sordu. Sonra Hacı Ali’nin bir sözüne cevap vererek:
“Adam.” dedi. “Gidinin elinden kurtulamadım. Sabahtan beri kapının önünü bekler!” Sonra, çalgıcıya gülerek:
“Savdın mı?” diye sordu.
Çalmalı, köşede oturan adamların yanına gitti. Bu kadınların, ikisinin de arkalarında basma entariler vardı. İkisinin de yüzleri boyalı, ikisinin de başlarında kat kat yazma yemeniler. Boyunlarında birkaç altın. Zarife’nin göğsünde yürek şeklinde ufak bir gerdanlık. Bir aralık Zarife, Hacı Ali ile konuşmayı bırakarak çalgıcıya:
“Çal, oğlan!” dedi.
Çalmalı’ya da:
“Kız, kalk oyna!” dedi ise de öteki aldırmadı. Masayı biraz kenara çektiler, oyun için yer açtılar. Kahvecinin Emin, kadehini doldurarak Zarife’ye verdi, o da aldı, içti.
Sonra Zarife, elindeki cıgarayı fırlatıp atarak kendi oynamaya kalktı. Çalmalı’ya da;
“Donuz kahpe!” dedi. “Bilmiyon mu, hastayım işte; kalkıp oynasana!”
Doğrusunu söylemelidir ki Zarife güzel oynuyor. Hacı Ali iki tarafa sallanıyor, Emin el çırpıyordu. Sonra öteki kızı oyuna kaldırdılar. Böyle ne kadar geçti bilmiyorum, ortalık kararmıştı.
“Bizim araba?” diye sordum. Hacı Ali kendi adamlarından birine sordu. Arabayı aramışlar, bulamamışlar. “Biz ne ile gideriz?” dedim. “Bizim arabalar gelir, onunla gidersiniz.” dediler. Arabalar kim bilir ne vakit gelir, biz de kim bilir ne vakit gideriz!
Arkadaşa söyledim:
“Evet, fena.” dedi.
“Vakit erkenken biz gitsek…” dedim.
“Nasıl, yayan mı?” diye sordu. “Acele etme, elbet bir şey buluruz.”
Ben buraların yabancısı olduğum için sustum. Ortaya büyük lambalı bir fener getirdiler. Bahçenin karanlığında hiçbir şey görünmez oldu. Bağın uzak bir köşesinde, yemek pişirdikleri yerde, ateş yanıyor. Dolaşan birkaç adamın gölgesi görünüyor. Bir aralık baktım, Çalmalı oynuyor. Onun karşısında başı açık bir erkek de oynuyor. Bir başkası da el çırpıyor. Kadınlara para veriyorlardı, biz de vermek istedik. Hacı Ali hoşlanmadı. Hepsi sarhoş oldular, yalnız Hafız kendini bozmuyor, olduğu yerde oturuyordu.
Bağın karanlık köşesinden bir adam bağırdı:
“Hüseyin, kacakları getir, kacakları!”
Kendi kendime “kacak” nedir diye düşünüyordum. Bir aralık Zarife, ayağa kalkarak bağın küçük kapısına doğru baktı. Orada birtakım sesler vardı. Bir kavga oluyor sandım. Karanlıkta birkaç kişinin o yana koştuklarını duyduk. Hafız da yerinden fırlayıp oraya gitti. Biz, arkadaşım, çalgıcılar, kadınlar yalnız kaldık. Zarife, ortadaki lambayı söndürdü. Kapının önündeki sesler, sövüşmeler boğuklaştı. Sanki dövüşenler uzaklaştılar. Biz de kapıya yakın sokulduk. O aralık bir sessizlik oldu. Birkaç kişi, yanımızdan geçip çardağa gidiyorlardı. Biri:
“Hafız vurdu.” dedi. Bir başkası da bir küfür savurdu. Sonra tanımadığım bir ses:
“Mehmet, su getir, su!” diye bağırdı.
Biz, savuşmaya karar verdik. Kapı açık duruyor. Yol aydınlık görünüyor. Yavaşça kapıdan çıktık. Orada yol ortasında bir adamın yattığını gördük. Anlaşılan bu adamı vurmuşlar. Duvar dibinden yürüyüp köşeyi döndük. Sonra hızlı adımlarla şehre yollandık.
Arkadaşımla yataklarımızın üstüne uzandığımız zaman, heyecanımız yorgunluğumuza karışmıştı. Bu cinayet duyulursa, bize de sorarlarsa ne diyeceğimizi kararlaştırmadık. Ertesi gün öğleden sonra çarşıya çıktım. Kahvecizade’nin dükkânı önünden geçtim. Her günkü masum tavrıyla dükkânın köşesinde ufak halı seccade serili minderin üstünde oturuyordu. Sanki, hiçbir şey olmamış, sanki o akşamki adam değildi!
Memlekette denildi ki akşam, Karamanlı Zarife için Kel Hüseyin’i vurmuşlar, ölmüş. Hükûmet tahkikat yapmış. Halk arasında onu Hafız’ın vurduğu söylenildiyse de resmen tahakkuk etmedi.
1921OTLAKÇI
“Efendim, tütün tabakasını ortada unutmaya gelmiyor, insafsız herif, tütünün ne kadar saçak yeri varsa içti, tozları bana kaldı. Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç rast gelmedimdi. Bizim rahmetli İlhami de otlakçı idi ama hiç olmazsa bir inceliği vardı, adamı eğlendirirdi. Karşınıza oturdu mu gözleriyle tütün paketini arar, sokulur, tabakayı cebime koyarım sözlerini şaşırır, cebimden çıkarıp masanın üstüne bırakırım, sevinir. Saatlerce gözleriyle tabakanın arkasından koşar, sonra bir fırsatını düşürüp bir cıgara yakınca keyiflenir, güler, söyler, dinleyenleri de eğlendirirdi. En çok hoşlandığı da fırsatını düşürüp cıgarayı kendi eliyle almasında idi. Siz ona paketinizi uzatırsanız alır ama kendi eliyle aldığı cıgaradan duyduğu haram tadını duymazdı. Bu otlakçıya canım kurban, kardaşım! Bu herif öylesi değil ki.”
Dün artık dayanamadım, söyledim:
“Ama Mahmut Efendi.” dedim. “Bu kadar da olmaz. İçiyorsun, neyse iç. Ama hiç olmazsa tozunu da katık et!”
O, alışmış aldırmıyor. Yan gözle bana baktı:
“Bir cıgara sardım diye mi söylüyorsun?” dedi.
“Hangi bir cıgara birader!” dedim. “Bak gene bir tutam saçak tütün kalmadı. Bana yalnız tozları kalıyor.”
Kayıtsızca:
“Senin tütünün de içimli bir şey değil ya!” dedi. “Bunu nasıl içiyorsun? Kaçak içsen ondan daha iyi!”
Kızdım.
“A birader.” dedim. “İyiye kötüye baktığımız yok, sen benden çok içiyorsun. Fena ise niçin içiyorsun?”
“Ne yapayım?” dedi. “Daha iyisi olsa onu içerim.”
“Neden yok?” dedim. “Tütüncü dükkânları dolu!”
Yüzüme dik dik baktı:
“Ben.” dedi. “Bu zıkkıma para vermem. Mundar şey… Mekruh. Kalkıp üste de para vereceğim! İşim yoktu da…”
“Çok iyi buyuruyorsun.” dedim. “Ama biz para veriyoruz!”
“Ben de onu söylüyorum ya!” dedi. “Para verdin verecek, bari iyisine ver. Bunun böylesini içecek olduktan sonra hiç içmesen daha iyi!”
“Sen.” dedim. “Kırk yaşından sonra benim huyumu mu değiştireceksin?”
Kayıtsızca omuzlarını kaldırdı:
“Benim neme gerek?” dedi. “Ben kimsenin keyfine karışmam. Sen bana karışıyorsun da ben de söylüyorum.”
“Canım.” dedim. “Senin kuruyasıca huyunun bana ziyanı olmasa ben de kırk yıl söylemem. Ziyanın bana dokunuyor.”
“Benim sana ne ziyanım dokunuyor?” diye sordu. “Bu sözleri hep bir cıgara için mi söylüyorsun? Ziyan olmuş da dünya batmış… Ben içmeseydim de sen içşeydin, daha mı kâr edecektin? Bari başkalarının yanında söyleme, seni ayıplarlar.”
Tepem attı.
“Neden ayıplıyorlarmış?” diye sordum.
“Neden olacak!” dedi. “Bir cıgaralık tütün için bu kadar lakırtı ediyorsun.”
“Canım birader.” dedim. “Hangi bir cigara, hangi beş cıgara?”
“Hangi on cıgara olsun.” dedi. “Yirmi cigara, otuz cıgara olsun… Daha diyeceğin yok ya! Yok tütünün saçak yerini içmişim, sana tozu kalmış… Bunları söylemek ayıp. Tozu kaldı ise bir paket al, saçak tütün iç. Bunun kemali5 altmış para!”
“Bunu ben alacağıma, sen alsan ne olur.” dedim. “Şunu neden almak bize düşüyor da içmek size?”
“Ben âdet etmemişim dedik ya! Böyle zehire para vermem.” dedi. “Sen âdet etmişsin, ben içsem de alıyorsun, içmesem de.” “Benim için tütün almıyorsun ya. Benim için alıyorsan bir daha alma. Hem bir cıgara için adama böyle kahve ortasında bu kadar söz söylemek ayıp değil mi? Bu sana yakışır mı?”
“Çıldıracağım!” dedim. “Sen altmış para verip bir paket tütün almaz, herkesin tabakasından geçinirsin, bu ayıp değil; ben tütünü katık et, saçağından bana da kalsın dedim, bu ayıp öyle mi?”
“Bana neden ayıp oluyormuş?” dedi. “Hırsızlık etmiyorum ya zorla da almıyorum, tütünün saçağı dururken tozunu içecek kadar ahmak değilim.”
“Biz tütünün tozunu içip ahmak mı oluyoruz?” dedim.
Doğrusu çok da kızdım. Onun da cıgaradan sararmış parmakları titremeye başladı ama sözünü kesmedi.
“Sen!” dedi. “Deminden beri bana o kadar söz söyledin, ben sesimi çıkardım mı? Tütünün saçağı dururken tozunu içmek ahmaklıktır dedimse niçin kızıyorsun?”