banner banner banner
Manas Destanı
Manas Destanı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Manas Destanı

Manas Destanı
Keneş Yusuf

Keneş Yusuf

Manas Destanı

Önsöz

Bilindiği gibi, 1995, UNESCO tarafından Manas’ın 1000. yılını kutlama yılı olarak ilan edilmiştir. Bütün ülkelerde, Manas’la ilgili toplantılar, bilimsel araştırmalar yapılacak ve insanlığın yaratıp, kuşaktan kuşağa aktardığı bu büyük eser dünya kamuoyuna tanıtılacaktır.

İlk derlemesi W. Radloff tarafından geçen yüzyılda yapılan Manas Destanı’nın uzunluğu hakkında efsaneler oluşmuştur. Manas’ı anlatan Kırgız akınlarına Manasçı denmektedir. Bazı Manasçıların bu eseri aylarca anlattıkları, dinleyicilerin usanmadan, aynı heyecanla bu anlatıcıları dinledikleri bilinmektedir. Doğu Türkistan Kırgızlarından Yusuf Mamay adlı Manasçı, üç yüz bin mısralık bir metni ezbere bilmekte ve anlatmaktadır. Onun anlatması derlenmiş ve her biri 400-500 sayfa olan 11 ciltlik kısmı yayımlanmıştır. Halen bu yayın devam etmektedir.

Kırgızistan’da da değişik Manasçılardan yapılan derlemelerin yayını yapılmaktadır.

Bu dev eserin Türk okuyucusuna kazandırılması, hem tarihimiz hem de ortak kültürümüz açısından büyük öneme sahiptir. Ancak çeşitli varyantları olan Manas Destanı’nın karşılaştırmalı bilimsel bir yayınını yapmak için uzun bir zamana ve uzman bir ekibe ihtiyaç vardır. Biz, bütün Türk dünyası destanlarını tespit etmek ve Türkiye Türkçesine aktarmak üzere 10 yıllık büyük bir projeyi Devlet Planlama Teşkilatı’na sunduk. Ancak, daha önce Kırgızistan’da yayımlanan 4 ciltlik Manas Destanı’nı özet halinde yayımlayan, Abdulkadir İnan ile Radloff’un derlediği metni orijinali ile birlikte yayımlayan Emine Gürsoy Naskali’nin eserlerinden farklı olarak halkın okuyabileceği, ana çizgisi bozulmadan, değişik varyantları karşılaştırarak, olaylar zinciri tamam olan başka bir metni okuyucularımıza sunmak istedik. Bu metin, Kırgızistan’da yayımlanan Alatoo (Aladağ) Dergisi’nin baş redaktörü Keneş Yusupov tarafından hazırlandı.

Keneş Yusupov, Doğu Türkistan ve Afganistan’daki Manas varyantlarını da incelemiş, epik üslûbu olan tanınmış bir yazardır. Kırgızistan’da da henüz yayımlanmayan bu eseri, Türkçeye aktarmamız için, Kırgızistan Cumhuriyeti’nin Ankara’daki Büyük Elçisi Sayın Tölörnüş Okayev’in teklifini kabul ettik ve eser üzerinde çalışmaya başladık.

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü elemanlarından, Yrd.Doç.Dr. İbrahim Şahin, doktora öğrencilerim Alimcan İnayet (Doğu Türkistanlı) ve Mirlan Namatov (Kırgızistanlı)’un da yardımlarıyla bu eserden herkesin faydalanması imkânı doğdu.

Eseri, Türkiye Türkçesine aktarırken, Kırgız söyleyiş tarzından anlaşılabilen kısımlarını bozmamaya dikkat ettik. Bunun dışında bazı kısımları da kelime kelime aktarma yerine, Türkçede bunu en iyi nasıl söyleyebiliriz diye düşünüp, öyle ifade ettik.

Sonunda halkın rahatça okuyabileceği bir eserin ortaya çıktığına inanıyoruz.

Kitabımızın çok kısa sürede basılmasını sağlayan Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural’a ve Kurum Sekreteri İmran Baba’ya, yine kitabımızın basımı sırasında titiz bir çalışma gösteren Türk Tarih Kurumu Basımevi yöneticisi ve çalışanlarına teşekkür ediyoruz.

    Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN
    Temmuz – 1995
    Bornova

Manas Destanı

Ey oğul! Atalar ne demiş: Geçmişini inkâr etme, beddua alırsın; ona saygı göster, akıl bulursun; yedi atanı bilmezsen köksüz kalırsın.

Dinle evladım! Söz uludur. Söz canlının uğurudur, kötü söz ölmüş sözdür. Yalan da kötü sözdür.

Taa eski zamanlardan beri ecdatlarımız ulu Manas Destanı’nı söyleye gelmiştir. Manas’ı ilk defa kimin söylediğini kimse bilmez. Belki de ilkin, Manas’ın yanında bulunan, onun kahramanlığını gören, can dostu, söz ustası bir ozan söylemiştir. Ya da Manas’ın macerası, Altay ve Alay arasındaki dağ ve ovalardaki taşlara yazılmıştır. Yahut da dağılan, kederli halkı bir araya toplamak, düşenleri ayağa kaldırmak, şerefini, heybetini, kuvvetini eski haline getirmek için Manas bir bayrak olsun diye, ulu önderler söylemiştir. Belki, bunu söylediği için, söyleyenlerin dilleri kesilmiştir, ya da onlar sürülmüştür… Nasıl olursa olsun, Manas’ın ölmez macerası, kutsallığı; atadan oğla, ağızdan ağza, yürekten yüreğe geçip asırdan asıra unutulmadan yaşamaktadır. Kim söylemişse söylemiş; destanda Kırgız halkının hayatı, kaderi, acıları, kahramanlığı, mücadelesi ve hayali vardır.

Ey evlâdım! Büyüklerin sözünü aklından çıkarma! Asırlardan beri gelen atalarının öğüdünü, söylediklerini işit. Ulu Manas’ı bilir ve anlarsan, Tanrı da, atalarının ruhları da sana destek olur.

    Nesir Halinde Yazan:
    Keneş YUSUPOV

Manas’ın Çocukluğu

Çok eski zamanlarda, Kervan devrinde, tulpar[1 - Efsanevi kır at.] gün ışığında eşinirken; ay ışığında kemerini çıkartmadan, at üstünde kuş uykusu uyuyan erler zamanında, aç aslana benzeyen suratıyla, düşmana saldıran, bayrağı gökyüzünde dalgalanan, şanı âleme yayılan, başından ak kalpağı çıkmayan, binere tulpar dayanmayan, kükreyerek yaşayan, Kırgız denen çok eski bir millet yaşardı. Onların bayrağı gök mavisiydi. Dostlarından çok düşmanları vardı.

Bir zaman Tanrı Dağı’ndaki eski Kırgızları yöneten, halkının şanını uzaklara duyuran Karahan adlı Han, tahta geçti. Onun kahramanlığı söz ile anlatılamaz, zenginliği de tarif edilemezdi. Şöhreti gökyüzündeki yıldızlara ulaşmıştı.

Tanrım hiçbir şeyi ebedî yaratmamıştır. Tanrı, bu korkunç dünyada geleni gideni, büyüğü küçüğü dengelemiştir. Bir gün kara yeri titreten Karahan da öbür dünyaya göç etti. Onun tahtına oğlu Oğuz Han oturdu. Oğuz Han da adil ve heybetli idi, askeri de çoktu; Türk eline, Kırgızlara baş olup, kükreyip; doğudan ovalarını, düzlüklerini dağ ve ormanlarını aslan gibi dolaştı. O da dönüşü olmayan yere gitti.

Oğuz Han’dan sonra Babir Han, ondan sonra Tüböy Han, ondan sonra Kögöy Han başa geçtiler. Kögöy Han’dan sonra Nogoy Han geldi.

Yıllar sonra karanlık bir gecede, saksağan Nogoy Han’a uğursuz bir işaret verdi. Uzun zamandır ona kin besleyen, onun malına, mülküne ve yerine göz koyan kurnaz Kara-Hitay Hanı Esen Han Nogoy Han’a savaş açtı. Nogoy Han’ın beli kırıldı, geniş dünyası daraldı. Ala-Dağ’daki Kırgızların Ak otağı yağmalandı, ocağı söndü. Türk kabileleri darmadağın oldular.

Nogoy Han’ın Orozdu, Üsön, Bay, Cakıp (Yakup) adında dört oğlu vardı. Onlarda kırılan kılıç gibi, kervan göçüne başladılar. Biri Altay’a, biri Opol’a, biri Kâşgar’a, biri Tibet’e sürüldü.

Kırk Kırgız aile ile Cakıp iki eli bağlı olarak Kalmuk’ta, Çin’de dolaşıp Altay’a geldi. Sürgün edilen bu kırk Kırgız aileyi yerleştiren; bölünmüş, dağılmış halkı bir araya getiren Akbalta oldu. Kırgızlar Akbalta Batır’ın himayesine sığındılar. “Akıllıyı dinlersek millet oluruz, Akbalta’nın sözünü dinlemezsek atalarımızın (ruhunun) gazabına uğrarız” diyerek bir araya gelip and içtiler. Akbalta Batır’ın bir dediğini iki etmediler.

Akbalta aksakal ve kutsaldı. Onu her zaman destekleyen, ona yol gösteren bir meleği vardı.

Kırk Kırgız ailesi Altay’a geldiler. Ama barınmaya delik, yemeye kavut, giymeye elbise bulamadılar. Şimdi nasıl geçineceğiz diye düşünürken nerden aklına geldiyse, Akbalta boz boğayı seçip, kurban ederek halka şöyle dedi:

– Halkın huzurunu ahlâksızlar bozar. Milletlerin kötüsü olmaz. Kalmuklar da, Mançular da iyi millettir. Dünya, Kalmuk’un tatlı tebessümüne, kibarlığına aldanır. Ancak o herkesi yumuşakça ele geçirir. Eline düşersen çırpınan kuş olursun. Malın, mülkün yoksa eksiksin, varsa rahat yaşarsın. Kalmuklarla çatışmayalım. Hayvan yetiştirelim, çiftçilikle uğraşalım. Altay’ın toprağı altındır. Ekersen meyvesi, kazarsan altını vardır. Çalışsan toprak verir, dua etsen Tanrı verir. Çalış Kırgız, belini bağlayıp başını kaldır!

Yurtsuz Kırgızlar, Akbalta’nın sözünü haklı bularak Kalmukların hanına Ala Dağ’dan getirilen gümüşlerle süslenmiş tulpar (kırat) ı hediye ettiler. Altay’da yaz için yeşil yayla, kış için düzlükten yer seçtiler ve oraya yerleştiler.

Günler geçti, yıllar geçti. Altay’daki Kırgızlar Kalmuk ile Mançuların arasında kalmalarına rağmen tekrar canlandılar. Türk soydaşlarını bulup onlarla ilişki kurdular. Malları çoğaldı, kırk aile yetmiş aile oldu, ordu kurup hilâl işaretli bayrağı dalgalandırdılar ve düşmanı ürküttüler.

Cakıp Bay’ın yurdunda nesilden nesile geçen bir çift ak otak, tam ortaya; onun etrafına kırk beyaz çadır kuruldu. Çocuklar oynamakta, ağılda mallar dolu, dağlarda yılkılar otluyorlar… Evlerin bacalarından sızarak çıkan duman yurdun huzur ve bereket içinde olduğunu gösteriyordu.

Cakıp tündükten[2 - Çadırın tepesindeki havalandırma ve aydınlatma deliği.] giren güneş ışığı yüzüne geldiğinde, kalkarak siyah tulumdaki iyi karıştırılmış bal gibi kımızdan bir kâse yudumlayıp, kır atına binerek yurttan ayrıldı. Atını kamçılamak maksadıyla ellerini sıvazlayarak gümüş saplı kamçısını kaldırır kaldırmaz kır atı uçar gibi yurttan uzaklaştı.

Kırk ocaklı Kırgız, Altay’a yorgun bir hâlde geldiğinde, Cakıp sanki hâlâ şımarıklığı bırakmayan bir çocuktu. Daha kimsenin dikkatini çekmemişti. Çocukluğunda Kalmuk, Moğol ve Çinlilerin insanlık dışı muamelesini gören bir köle idi. Dünyadan nasibi kesilmemiş olmalı ki o eziyetlere, açlıklara, azap ve ıztıraplara direnebilmişti. Çinlilerin ve Kalmukların dilini öğrenmeye mecbur oldu. Aklı erdi, bıyığı çıkmaya başladı. Boylu poslu yiğit oldu. Önceki şımarık Cakıp artık değişti, kibar oldu. Kalmukların içine girdi, kendini beğendirdi, onlarla alış veriş yaptı. Sonunda Çıyırdı adlı hanımının üzerine Kalmuklardan Bakdöölöt isimli bir kızla evlendi.

Cakıp, sekiz yıl sonra Altay’da kendi evini kurdu. Aşağı yukarı on aileyi bir araya getirip bir odaya yerleştirdi. Meyveli ormanları olan geniş yerlerde, çiftçilikle uğraştılar. Ürettiği mahsulü, yaptığı kımızı, ceylanın ödünü, boynuzunu, yakaladığı kunduzun ve su samurunun kürklerini, bulduğu altın ve gümüşleri, zırh gömleğini, hançerlerini, derilerini komşu ülkelerin ipek, porselen, çay ve parfümleriyle değiştirdi, iyi para kazanarak işi gittikçe büyüttü.

Altay’da otuz yıl Çinliler ve Kalmuklardan eziyet gören Cakıp Bay artık onlara “Han” seçilmişti. Kışın su samurundan şapka, yazın altınla süslenmiş ak kalpak giyebilecek, sırtına kürk giyip beline hançer asıp, altın eğerli bir kızıl cins ata binebilecek hâle gelmişti. Beş yüz beyaz devesi, bir baş ala sığırı, hadsiz hesapsız koyunları vardı.

Ağılı hayvanla, heybesi yemekle, hazinesi altınla dolmuş olmasına rağmen, Cakıp Bay’ın yüreğinde bir acı vardı. Onun derdi şuydu: Hesapsız sığırı ve devleti vardı yalancı dünyada gözü doymuştu; her gün yağla, etle besleniyordu ancak kara günlerde onu koruyacak, ocağını devam ettirecek, tahtına varis olacak bir çocuğu yoktu. Çocuğu olmayanın dünyası kururmuş. Cakıp Bay’la obada “ihtiyar”, “çocuksuz ihtiyar” denilerek alay ediliyordu.

Cakıp, çocuğum yok diye gezmeye başladığı bir gün, kutsal dağdaki bir süt pınarına gelerek dua etti. Gözyaşlarını yağmur gibi döktü. Sonra, Azoo Bel’in kenarındaki Calgız Arca (Yalnız Ardıç) ‘ya varıp Tanrısı Ak Taylak’ı çağırıp, çocuğum yok diye ağlayarak, derdine derman istedi. Hanımı Çıyırdı’yı, kendini günahkâr hisseden miskin eşini, beraberinde götürüp, atalarının mezarında konakladı, dua edip Tanrı’ya yalvardı.

Tanrı onu duymadı.

Cakıp Bay, hayvan saymayı bahane ederek her gün erken obadan uzaklaşırdı. Her gün dağda çobana uğramadan dertle telaşla, cin çarpmış gibi, değişik kıyafetle dağlarda dolaşıyor, saçını başını yolarak “Tanrım benden bir çocuğu niçin esirgiyorsun?” diyerek şaşkın şaşkın yürüyordu.

Cakıp; akşama doğru, Ulu Dağ’a gölge düştüğünde kendine gelip derhal atının başını yurda çevirdi. Tanrı böyle istemişse başka çare yoktur. Çocuksuz dünya kuşsuz yuvaya, kuşları yok çınara, bakımsız küçük göle, otsuz çöle benzer.

Cakıp Bay dağdan inerken dağ deresindeki Kara Önkür (Mağara) yolunda, yaşı yetmiş civarında, sakalı göğsüne kadar uzayan bir dervişe rastladı. Derviş, Kara Önkür[3 - Kara mağara.]’e ara sıra gelirdi. Kıpçak neslindendi. Dünyayı dolaşıp dururdu. Evi ocağı, çoluk çocuğu yoktu. Sık sık Kırgızların yurduna gelirdi. Çoğu zaman Kalmuk, Çinli, Mançu ve Uygur’daki Türk soydaşlarına, Andican’a, İran’a kadar giderdi. Kuş gibi özgür yaşardı. Dünyaya, zenginliğe doymuş bir adamdı. Bu dervişle konuşmak isteyen Cakıp, atından indi. Elindeki tulumdan kımız, heybesinden kurut alıp ona vererek:

“Derviş, malın canın esen mi?” dedi. Derviş;

“Ey Cakıp Bay, bana malımı sorma”, dedi. “Benim malım yoktur. Dünyaya doymuş insanım. Göğün altındaki dünya benimdir. Senin dünyan da benimdir. Ben malı sizin gibi biriktirmem.” Cakıp;

“A evliyam, bunu bilememişim, kızmayın!” dedi.

“Tanrımın yarattığı insanlara kızmam.” dedi Derviş. “Ya sen neye küsüp duruyorsun Cakıp? Senin malın mülkün bol değil mi?”