Bünyamin Zile
Anı Yaşamak
TAKDİM
Edebiyatımızın yeni yazarlarla, yeni eserlerle gelişeceğini; dilimiz, kültürümüz ve geleceğimiz açışından donanımlı bir yazarın, iyi bir eserin ne kadar önemli olduğunu biliyorduk. Edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın, milletimizin geleceğine yönelik büyük hizmetlerden biri olacağına inanıyorduk. Bu inanışla ulusal ve uluslararası bütün faaliyetlerimiz gibi yazar yetiştirmeyi de önemsedik. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi olarak yazar yetiştirmek üzere başlattığımız atölye çalışmalarında altıncı dönemi geride bıraktık. Dönem sayısı arttıkça, ona paralel olarak sevincimiz, mutluluğumuz da arttı.
Kuruluş olarak yeni olmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur.
Hiçbir zaman geniş maddi imkânlarımız olmadı ama her zaman bize destek sunan dostlarımız oldu. İki dönem dışında yazarlık okulu atölye çalışmalarımızı bize ait olmayan, geçici mekânlarda yaptık. Bu işe, herhangi bir çıkar gözetmeden, sadece emeğimizi değil yüreğimizi de koyduk. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Yöntem arayışlarıyla geçirdiğimiz, biraz da acemiliğimize gelen hazırlık dönemi bir tarafa bırakılırsa, son beş dönemde Türk Edebiyatına beşi ortak, on üçü müstakil olmak üzere toplam on sekiz kitap kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza kırk civarında yazarın adım atmasına vesile olduk.
Bugün, AYB Edebiyat Akademisinde yetişen arkadaşlarımızın çeşitli yayın organlarında boy göstermeleri, yeni yeni eserler ortaya koymaları bizleri mutlu kılıyor. Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına adım atan arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitaplar çıkaranlar var. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap yayınlayan, estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız var. Bunlar bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk olarak iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımız…
Kardeş Sesler 2014’te Ahmet Turgut, Azize Kaya, Bünyamin Zile, Büşra Demir, Büşra Konaktaş, Ebabekir Cambolat, Nesrin Askeran Ünal, Rumeysa Atasay, Sacide Uslu, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Ülkü Taşlıova olmak üzere on bir arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Bu ürünlerin tamamı altıncı dönem süresi içinde üretildi. Şiir atölyesinde eğitimci, şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde eğitimci, yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde eğitimci, hikâyeci Ataman Kalebozan gönüllü olarak, büyük bir özveriyle çalıştılar ve sonuç aldılar. Her metin; defalarca ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve hatta noktalamaya varıncaya kadar titizlikle değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, tekrar hoca onayından sonra çeşitli internet sayfalarında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.
Atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2014’ün ilgiyle okunacağından kuşkumuz yok. Özellikle, içinde yazma sevdası taşıyan, istedikleri halde çeşitli sebeplerle çalışmalarımıza katılamayan yazar adayları, bu kitabı yüksek ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Çünkü ortak konuların farklı yazarlar tarafından, farklı bakış açılarıyla, nasıl kurgulanıp, hangi yönleriyle öne çıkarıldığını görürlerken yazarlığın sırlarını ve sınırlarını da keşfetmeye çalışacaklardır.
Kardeş Sesler 2014 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (Kardeş Sesler 2013, 2012, 2011, Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler) yine yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (13 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.
Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak bıkmadan, usanmadan ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. İki dönemde yazdığı denemelerden oluşan “Anı Yaşamak”ın yazarı Bünyamin Zile bu arkadaşlarımızdan biridir. İlk kitabına aldığı denemelerdeki belirgin başarısından dolayı kendisini kutluyor, daha nice başarılı eserlere imza atmasını diliyor ve bekliyoruz.
Osman ÇeviksoyAYB Edebiyat Akademisi Bşk.1963 yılında Kazan ilçesi Sancar Köyü’nde doğdu. İlkokulu doğduğu köyde okudu. Ortaokul ve liseyi Kazan’da okudu. Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. İçişleri Bakanlığı’nda APK ve İl Planlama Uzmanı olarak çalıştı. Şu an Kazan Belediyesi’nde çalışmaktadır.
Yazıları çeşitli dergi ve internet sitelerinde yayınlanmıştır.
Evli ve iki çocuk babasıdır.
DUYGU EVRENİ VE BAŞKA DÜNYALAR
ANI YAŞAMAK
Yaşadığım her an kitabımın bir sayfasıdır bazen, bazense bir paragrafı. Geçmişe takılıp kalmam ben. Gelecekse daha gelmedi. İçinde bulunduğum anı yaşamaya bakarım. Güzelliklerim bu andadır. Sorunlarımın çözümü için gereken ipuçlarını da bu anda bulurum. Yaşamımın noktalandığı an kitabımın da tamamlandığı an olacaktır. Hayat kitabımı yazmaya devam ediyorum ben.
Kelebeğin kitabı iki günde yazılır. Bir kelebek önce eş arar, çiftleşir. Erkek kelebeğinse yaşamı oracıkta bitiverir. Diğerinin yaşam serüveni daha bitmemiştir. Soyunun devamı için en uygun çiçeği ya da bitkiyi bulur yumurtlar. Sonra yaşlanmaya başlar, onun kitabı da iki günde yazılıverir. Bazense bir günde… Bu süre bir kelebek için çok uzun yaşam diliminin ifadesidir belki de. Ama aynı zamanda koskoca bir hayatın anlamı değil midir bir gün? Göreceli bir ömrün yaşı değil niteliğidir önemli olan.
İnsan olarak benim yaşam serüvenimde bir kelebeğe benzer aslında. Doğduğum günden öldüğüm güne kadar tıpkı kelebeğinki gibi koskoca bir günle ifade edilemez mi? Bir canlı olarak ikimizin de yapması gereken görevleri ve sorumlulukları var elbet.
Ama bir insan olarak kelebekten ayıran başka niteliklerim de var benim. Aklım inançlarım var benim. Sevinçlerim üzüntülerim var benim. Gülerim ağlarım ben. Severim âşık olurum ben.
Acaba kelebekler de güler, ağlar mı? Sever, âşık olur mu? Bilmiyorum kelebeklerin de dini var mıdır? Tanrıya inanmayanları olur mu? Ya cennetleri cehennemleri…
Doktor bir günüm kaldığını söylüyor. Ne fark eder? Koskoca bir yaşamda; bir gün sonunda bitmeyecek mi? Koskoca bir yaşamda bir gün sayılmaz mı sonunda? Farkım koskoca bir yaşamın bütün gereklerini bir kelebek gibi bir güne sığdıracak kadar maharetli olmayışımdır. Niteliğim ve kaderimse bu neden üzülüp, endişeye düşeyim ki?
Yaşam bir süreç midir? Yaşanılan an mıdır? Ne olduğu konusunda kuşkularım var benim. “Hayat etli butlu bir ata binmektir… Bir elmayı dişlemektir, düşlemek değil” diyen Hüseyin ÖZBAY’ın ironisi kadar somut mudur? Yoksa düşlediği bir elmayı tuvale dökmeyi tasarlayan ressamınki kadar soyut mudur? Kuşkularım var benim.
Akşama ölecekmişim. Öyle söylüyor doktor bey. Elbette o elmayı dişleyeceğim. Ama dişlemeden önce düşleyeceğim de.
Üzüleceğimi sanıyorsan yanılıyorsun doktorum. Kelebek koskoca bir yaşamının bütün nüvelerini bir güne sığdırabiliyorsa bir gün çok uzun bir zaman dilimidir. Tabii ki ben kelebek değilim!
Nesneleri dişlemek için kısa bir zaman dilimidir belki bir gün. Ama ben dişlenecek bütün nesneleri zamanında dişledim! Kısa günümde düşlenecek nesneleri düşlemek. Zihnimde yeni ufuklar açmak, son günümde hayatın soyut tarafını yaşamak, ufukların griliğinde kaybolmak isterim!
Dünyaya bir daha gelmeyeceğime göre limana yanaşan Yahya Kemal’in “Sessiz Gemisi”ne binmeye saatler kalmışken, bu dünyadan zevk almaya devam etmeliyim. Gülerek binmeliyim o gemiye. Birilerinin itmesiyle değil kendi isteğimle.
Artık demir almak günü gelmişse zamandanMechûle giden bir gemi kalkar bu limandanHiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yolSallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.diye boşuna mı yazmıştı Yahya Kemal?
Kalan her saniyemin, her salisemin, yaşanacak en son anımın zevkini almalıyım. Somut ya da soyut ne fark eder ki? Sonrada bir cengaver gibi, yaşam savaşanı kazanan bir muzaffer komutan olarak o gemiye kendi isteğimle binmesini bilmeliyim zamanı geldiğinde…
Başka diyarlara gideceğime, bir başka boyuta geçeceğime göre korkmadan, düşünmeden yaşamak… Normal bir günümü yaşar gibi yaşamak! Sonra bir şey hissettirmeden babam gibi ayakta veda etmek isterim.
Kevser Irmağının kenarındaki bahçelerde ne kadar güzel dişlenecek meyveler vardır kim bilir? Bu meyveleri dişlemek için düşlemek yeterdi üstelik. Orada soyut ve somut varlık âlemi, iç içe girmiş, birbirini peçelemiş! Hem ölüm, ne kadar albenili, davetkar ve lütufkardır buradan.
Gidenin her biri memnun ki yerinden,Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden”Tıpkı Yahya Kemal’in söylediği gibi gidenler memnun! Ölüm davetkar! Kalanlarsa elemli.
Düşlediği elmayı anında dişleyebilenler bu seferden hiç döner mi?
Ölüme kafa tutmayı, onunla dalga geçmeyi bilmeli insan. Mevlana gibi sevgiliye kavuşmak için ölümü dört gözle beklemeyi de. Büyük Şeb-i Arûs heyecanı yaşamalı her insan.
Bazen kazananlar kaybeder bu dünyada, bazense kaybedenler kazanır… Tıpkı ölüme kafa tutmayı bilenler, ona gülümseyerek gidenler gibi. Kendi içinde garip bir diyalektiktir hayat, içinde nice anlamların saklı olduğu çelişkilerin ve tereddütlerin âhengidir.
Seni elemlerinle rıhtımda bırakmayı, sevgilime kavuşmayı ne çok istiyorum ah bir bilsen…
Bir günüm kalmış, ölecekmişim!
Doktor öyle söylüyor.
Söylesin, hazırım ben.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2014)
BAHAR
Tepesinde kocaman leylek yuvası olan bir pelit ağacı vardı, bir asırdan beri başını yere eğmeyen bu ihtiyar delikanlı bütün yaz boyunca bir çift leyleğe ev sahipliği etmenin onurunu yaşardı. Çocukluğumda baharın geldiğini leyleklerden anlardım. Pelit ağacının tepesindeki yuvalarında bu kırmızı gagalı kuşu gördüğümde dünyalar benim olurdu. Hani leylek kışı derler de hafiften bir kar yağar, bir de bol ayaz olur ya leyleklerin gelişiyle o da giderdi köyümüzden.
Leylekler getirirdi o zamanlar baharı dünyama, tıpkı çocukları getirdiği gibi.(!) Hem sadece bahar mıydı o? Ahmet Haşim için yazın ta kendisiydi. “Leylek, yaz mevsiminin kuşu değil, bizzat yazdır. Kırmızı gagasının takırtısı sese dönüşmüş bir sıcak temmuzdur.” Der, o.
Oturduğum odanın penceresinden görünürdü bahar. Baharla komşuluk etmek ne büyük saadetti benim için. Hele gagasının takırtıları! Dünyada kaç orkestra çalabilirdi o melodiyi bilmem ki! Ahmet Haşim “Senelerden beri hasret kaldığı dost sese kavuşan kulağım, adeta mesut ağızların geniş tebessümüyle gerilmişti.” diyor ya demek ki her insan; genç ihtiyar, çocuk demeden aynı hisleri besliyor baharla gelen bu misafire…
Leylek leyleklekirdekHani bana çekirdekÇekirdeğin içi yokSüleyman’ın suçu yokBazen koro hâlinde bütün çocuklar, bazense tek başıma bağıra bağıra söylerdim bu tekerlemeyi, mutluluk denizinde doyasıya yüzerdim o zamanlar!
Bahar bir uyanıştı, taze bir başlangıç, dünyaya yeniden merhaba demekti. Hüznün ölümü, sevincin doğuşuydu benim için!
Yine bahar gelmişti işte! Çiçekler, böcekler, ağaçlar, kuşlar, atlar, inekler ve insanlar bilumum nebatat ve hayvanat kıpır kıpır, yerinde duramıyor, süsleniyor kendi meşrebince, sevişiyor, ürüyor, arsızlaşıyor, şımarıyor, büyüyor, serpiliyor…
Ben baharımı seneler önce yaşadım. Gençlik de bahar değil mi? Ama yine de her yıl bu mevsimde yeni bir ümit, yeni bir heyecan, yeni bir yaşama sevinci yeşerir yüreğimde; bir başka sarılırım dünyaya, bir başka bakarım hayata, baharı görünce…
“…Eğil bir daha, bir dahaUçarı bir kuş can değilO akan kan bu kan değilder ya Ali AKBAŞ, her ne kadar yüreğimde yaşama sevinci yeşerse de hayata bir başka baksam da damarlarımda akan kanın gençliğimde akan kan olmadığını da iyi bilirim ben de. Ama yinede leyleklerin yeniden gelmesini dört gözle beklerim!
“…Leylekler,Ulu kuşlar,Ne olur, katar katarGidenleri getirinKırmızı gaganızdaBelkide yaşıyorlarUzak bir yıldızdaGetirin bu baharaAkbaşın beklediği gibi beklerim!Bir gün baharın kanadı kırıldı, benimde gönlüm. Hemen dedeme götürdüm. Yarasına pansuman yapıp bir güzelde sardı dedem! Bahar sakini oluverdi köyümüzün. Sokaklarımızda yavaş yavaş gezer, başını bir sağa, bir sola yatırır, gagasını göğe diker, gözlerini yumar açar, açar yumardı; gökyüzüne bilgece bakardı. Gökyüzünde süzülememenin hüznünü yaşardı o zamanlar bilirim.
Hazan mevsiminde yaprakların sararmasıyla birlikte gönlümde sararırdı benim. Artık bahar da terk ederdi köyümüzü. Teselli etmezdi içimizi hazan mevsiminin yeşili. Hüzün verirdi güz kızılı. Baharı da teselli etmezdi belli, bilirdik ayrılık mevsimi.
“Güz yağmurlarıyla bir gün göçüp gitti” bahar, Barış MANÇO’nun “Gülpembesi” gibi…
YAZMAKTAN KORKARIM BAZEN
Ben kendim için yazarım yazılarımı. Okurum dolarım. Dolarım yazarım. Bütün canlılar da aynı değil midir? Bir kiraz ağacı önce kış boyu güç toplar, topraktan gerekli besinleri alır baharı çiçekle karşılar. Sonra yaprakla dolar, daha sonra meyve olur kızarır. İnsanlar, kuşlar ve arılar kendi meşrebince taşlar onu. Birileri yesin diye mi meyve veriyor o? Hiç sanmıyorum ben. Bütün evreleriyle hayatını yaşıyor, tıpkı insan gibi. Hiç başkaları için çocuk yapar mı insan?
Hikmet BİRAND, bir arının ayaklarıyla başka bir çiğdemden getirdiği sarı tozları çiçeklerine sürdükçe “Artık benim de düğünüm başlıyor.” diye konuşturur çiğdemi. Tohumlarım sağlıklı olacak, soysuz olmayacak diye sevinir kendince.
Hoşuma giderse, zevk alırsam yazdıklarımdan kelebekler gibi dans ederek uçarım hayal dünyamda.
Yazarım da yazarım! der ya aynen öyle.
“Ne atom bombasıNe Londra KonferansıBir elinde cımbız,Bir elinde ayna;Umurunda mı dünya!”Dünya kan kaybederken, insanlar ağlarken; Orhan Veli’nin “Cımbızlı Şiir”indeki gibi elimde cımbız ve ayna ile dolaşanlardan olamam ben. İnsanlar aç yatarken ben tok yatamam. Savaşlar, haksızlıklar, açlık umurumda değil, diyemem, Dünyayı anlatmak gibi bir derdim yok, diyemem. İnsanların kurduğu karmaşık ilişkiler elbette ilgilendirir beni.
Ama yine de Başkaları bir şey öğrensin diye yazmam, yazamam ben. O işi bilim adamları yapsın. Toplumun geleceği ve refahı için projeleri siyasetçiler yapsın. İşim olmaz o sokaklarda.
Benim derdim kendimle; kendimi tanımak, anlamak için yazarım ben. Yazdıklarım haz vermeli eğlendirmeli beni. Başkaları beğenmezse, kötü bulurlarsa yazdıklarımı; varsın beğenmesinler ne gam, diyemem. İnsanlar da beğenmeli beğendiklerimi, tabii ki.
İfadelerim anlamsız, kelimelerim kifayetsiz kalırsa yazmaktan korkarım ben, yazamam kaçarım. Bir evham kaplar benliğimi.
“Bu bir türkü:-Toprak çanaklardaGüneşi içenlerin türküsü!”diyor ya Nazım Hikmet. Yazdıklarım türkülerim olsun isterim de.
Yazmaktan korkarım bazen; içimdeki karanlıkta filiz veren hasreti, acıyı, hüznü “toprak çanaklarda güneşi içenler” gibi içemezsem!
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2014)
BEN KİMİM?
Kendimle hiçbir sorunum yokken; bu ülkede yaşayan her Türk vatandaşı gibi bazen mutlu, bazen umutlu, bazen kaygılı, bazen sevinçli, bazen üzüntülü, bazen hüzünlü Yaşar giderken; Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” isimli kitabı bana bu soruyu sordurdu.
Ben kimim?
Bebeklik yıllarımda böyle bir sorunum yoktu. 5-6 yaşlarıma geldiğimde hoca mektebine göndermeye başladılar. O zaman anladım ki ben bir Müslüman’ım. Ve beni yaratan bir Allah var. Bende onun kuluyum. Sonra İlkokula başladım, adım ön plana çıkmaya başladı. Sonra yine o yıllarda andımızda söylediğimiz bir şey dikkatimi çekmişti. Benim bir de milliyetim vardı. TÜRK’ÜM diyordum. Derken Ortaokul ve lise yıllarında başka başka aidiyetlerle tanışmaya başladım. Ben bir insandım. Ülkeme ve milletime karşı sorumluluklarım vardı. “Ot gelip, ot gidemezdim bu dünyadan”
İşte o yıllarda “enternasyonalizm”le tanıştım. Sonra “Türk-İslam Sentezi” Aslına bakarsanız ikisine de sempatim vardı. İkisi de hoş geliyordu ama bir tercih yapmak zorundaydım! İkisine birden bağlı kalamazdım. Öyle öğütlüyordu büyüklerim! Tıpkı insanın tek dine inanması gerektiği gibi. İki dine inanamazdı insan. Sahi, iki dine inanan, iki ideolojiye sempati duyan insan olamaz mıydı? Sadece, bir siyasal tercihim olmalıydı. İçerisinde bulunduğum coğrafyadaki siyasal tercih benim de tercihim olmuştu. Artık ben de bir siyasal insandım. Ama içimde bazen enternasyonalist, bazen de ülkücü oluyordum. Kimse bilmiyordu tabii. Ben empati yapmayı da o yıllarda öğrendim.
Üniversite yıllarımda siyasal tercihlerimde bazı değişiklikler gözlemlemeye başladığımda dünyada mutlak doğru olmadığını da anlamıştım. Herkesin kendi doğruları vardı. Sosyal bilimlerde iki kere iki dört etmiyordu. Beş de altı da ediyordu. Her ideoloji kendi inananı için doğru önermeler getiriyor, doğru çözümler sunuyordu. O yıllarda; taktığım at gözlüklerimi de parçaladım. İşte o zaman İsa ya da, Musa’ya da yaranılmadığını öğrendim. Ama benim İsa ile de Musa ile de bir derdim yoktu.
Sonra konjonktüre göre insanların ve toplumların aidiyetlerinde değişiklikler olduğunu gözlemlemeye başladım. 1970’lerin Türkiye’sinde sola oy veren büyük kentlerin varoşları 2000’lerin Türkiye’sinde kendini daha çok dini kimliğiyle tanımlayan bir partiye oy veriyordu. Buralarda 70’lerin sol kimliği 2000’lerde İslamcı bir kimliğe bürünüyordu. Burada yaşayan insanlar önceleri kendilerini solcu olarak tanımlarken sonraları Müslüman olarak tanımlamaya başlamışlardı. Şimdiler de ise bu bölgelerde kendilerini önce Türk sonra Müslüman olarak tanımlamaya başlayanların hızla çoğaldığını görmekteyim.
Bende de öyle değişiklikler olmadı değil, bir ara içimde hep var olan liberal kimliğim ön plana çıktı, bir ara Türkçülüğüm. Bir ara yaşananlara İslamcı bir kimlikle tepki verdim. Sonra solcu kimliğim depreşti birdenbire.
Bu kimlik geçişlerim çelişki miydi? Kimilerine göre öyleydi elbette. Yine kimilerine göre bir siyasal kimlik oluşturamamıştım. Hayır, çelişki değildi bence. Hani demiştim ya lise yıllarında empati yapmayı, üniversite yıllarında mutlak doğru olmadığını öğrenmiştim. Ha bir de üniversite yıllarında at gözlüklerimi çıkarıp atmıştım bir kere…
Söyle bir düşünüyorum da kendi kimliğimle tanımlayabileceğim ne çok aidiyetim var. Müslüman’ım, Türk’üm, Türkçe konuşuyorum, geçmişi beş yüzlü yıllara inen bir ailenin mensubuyum, bir meslek mensubuyum, bir kamu kurumunda çalışıyorum, sosyal bir çevrenin mensubuyum, mülkiyelim, birçok dernek üyesiyim, bir arkadaş grubum var, Ankaralıyım, Kazan ilçesindenim, Fenerbahçeliyim. Bunu daha da uzatır giderim. Ama bunların hepsi benim aidiyetlerim.
Maalouf’un dediği gibi, benim de bu aidiyetlerimin hepsi aynı anda ve aynı derecede önem taşımıyorlar tabiî ki. Ama hiç birinin de anlamsız olduğunu düşünmüyorum. Bu aidiyetlerimin çoğunu yaşamım boyunca edindiğim gerçeğini de reddedemem. Doğuştan gelenleri de var tabii…
Hani Maalouf kendi kimliğini tanımlarken “… Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir dozda onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş bir kimliğim var.” diyor ya, aynen öyle bende de.
Benim de yeryüzünde yaşayan her insan gibi, diğer insanların hiç birine benzemeyen bir kimliğim var. Ama empati yaparak, diğerlerini ötekileştirmeyerek, “Benim kimliğim karşımdaki kimlik yaşadığı sürece yaşar.” mantığı içerisinde at gözlüklerimizi çıkararak dünyaya bakabildiğimiz zaman; daha hoşgörülü, daha insan ve kişi haklarına saygılı, daha güzel bir dünya kuracağımıza eminim ben.
SORULAR
İnsanoğlunun var olduğundan günümüze kadar geçen binlerce yıllık tarihinde sürekli bir yönetme içgüdüsü taşıdığına inanırım. Her ne kadar bu yönetme içgüdüsünün şiddeti bebeklik, gençlik, orta yaş ve yaşlılıkta farklılıklar gösterse de beyninin bir yerlerinde birilerini, ailesini, nesneleri, yaşadığı kenti, ülkeyi dahası dünyayı yönetme dürtüsü her insanda değişik dozlarda da olsa var olduğu gerçeğini görmezden gelemem ben.
Yönetme dürtüsü insanoğlunun doğuştan gelen bir özelliği olduğuna göre; bu bende neden gelişmedi? Neden kaçar oldum yönetmekten? Neden verilen yönetsel görevleri reddederim? Neden kendimi bu konuda özürlü bir insan olarak hissederim? Bir kurumu, bir şirketi, yönetenlerden neyim eksik? Bilgi birikimim mi yetersiz? Sabır ve hoşgörüden mi yoksunum? Gerektiğinde hayır diyebilme duygusu bende gelişmemiş mi? İnisiyatif almaktan mı korkuyorum? İnsanları yönlendirme yetim mi yetersiz? Basiretsiz bir insan mıyım? Olaylara ve insanlara bakış açım mı farklı? Kendime yeteri kadar güvenmiyor muyum? Yoksa yoksa ben bir korkak mıyım? Belki de kendimi yönetici olacak kadar özgür hissetmiyorum, kim bilir. Belki de evet efendimci olmaktan kokuyorum. Kim bilir belki de sorumluluktan kaçıyorum? Yaralarla dağlanan kişiliğime, muzdarip karakterime uygun düşmüyor belki de.
İnsanları, kurumları yönetmek neden zevk vermiyor bana? Off ne biçim bir insanım ben?
İnsanları hep ucu açık değerlendiririm. Hiçbir insan hakkında kesin yargıya varmadım. Bir insan; yetiştiği ortama, oradaki geleneklere, göreneklerine, ailesinin kültür seviyesine, inançlarına ve aldığı eğitimin kalitesine, arkadaş çevresinin etkilerine, okuduğu kitapların yönlendirmesine, çalıştığı mesleğe, edindiği sosyal statüye göre bir kişilik geliştirir. Bir düşünce sistemi, bir davranış biçimi oluşturur, böylece insan. Değer yargıları şekillenir, inançları oluşur. Bir insan hakkında kesin yargıya varmak için o insanın hayatının bütün evrelerini iyi bilmek gerektiğine inanırım ben. Benim de davranış kalıplarım, inançlarım, değer yargılarım, düşüncelerim böyle oluşmadı mı? Peki neden yönetme dürtüsünden sürekli kaçıyorum? Yoksa yönetilmekten hoşlandığım için mi bu kaçış?
İnsanın yönetmesi için her şeyi bilmesi mi gerekli? Yoksa istediği bilgiye nasıl ulaşacağını bilmesi yeterli mi? Bir sonunun çözümünün, bir projenin uygulanmasının en iyi yöntemini; en az maliyetle, en kısa sürede nasıl gerçekleştirileceğini bilmesi mi? Yoksa çalışanlara çeşitli yöntemlerle istediğini yaptırabilmek yetisi mi? Yoksa deneme yanılma yoluyla doğruları bulmak mı? Acaba hata yapma lüksüne sahip olmak mı yönetmek? Bağırmak, kızmak mı? Yol göstermek mi? Sevecen bir yaklaşımda bulunmak mı? Yoksa doğuştan gelen Allah vergisi bir yetenek mi? öğrenilebilir, geliştirilebilir bir olgu olabilir mi yönetmek?
İnsanlar; düzensiz, kanunsuz, devletsiz, insan olmanın en yüce değer olduğu erdemini aşılayan bir eğitimden geçerek; bireysel bilincin doruğa ulaştığı bir ortamda savaşsız, riyasız, birbirlerinin özgürlüklerine saygı duyarak; barış içerisinde, sürü psikolojisinden uzak yaşayabilirler mi? İnsanın refaha ulaşması için, mutlu olması için illa ki bir otoritenin olması mı gerekli? Para biriktirmesi, toprak sahibi olması, üretim araçlarına hükmetmesi mi gerekli?
Yeryüzünde hiçbir kral peygamber olarak gelmemiştir. Sadece otoritelerini pekiştirmek için kendilerine kutsiyet atfetmişlerdir. Her din önce insana hitap etmiştir. Devlete değil. Bu dünyadaki yaşayış biçimlerinin öbür dünyaları şekillendireceğinden bahsetmiştir. Acaba hangi din; devletlere ve kurumlara ve insanlara yönetin, savaşın, sizden olmayanları öldürün, diye buyruklar vermiştir? Her insanın mutlu olduğu böyle bir yaşam biçimi kurulamaz mı dünyada? Kurulursa kaotik bir ortam doğar mı? Çok mu ütopik, çok mu romantik bir yaklaşım olur? İnsanlar daha yürekli, daha sevecen, daha mutlu, hiçbir kurum ve kişinin kimseyi sömürmediği bir yaşam biçimine kavuşmuş olmazlar mı?
İnsanoğlunun ürettiği hiç bir düşüncenin, hiçbir fikrin mutlak doğru olduğuna inanmam ben. Her insanın kendi doğruları vardır. Bu doğruların insanlar arasında inanılırlığı arttığı ölçüde meşrulaşır düşünce. Ama onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmediğini bilirim ben. Tıpkı devlet gibi, tıpkı yasalar gibi, tıpkı gelenekler, görenekler gibi.
Yaşamı boyunca ders kitapları dışında üç kitap okumamış, bireysel bilinci gelişmemiş, kerameti kendinden menkul birçok insanın devlet aygıtı içerisinde gerek atanarak, gerekse seçilerek yönetsel kadro işgal etme isteğini ve etmesini anlamakta güçlük çekerim ben. Yoksa bendeki bu kaçış bir tepki mi? bir isyan mı?
Olaylara, düşüncelere, inançlara, dünyaya değişik bakış açılarından bakmayan insanların yönetici olduğu bir sisteminin megaloman makinesi olduğuna inanırım ben. Megalomanlarsa en yetenekli insanlardır(!) Her şeyi en iyi onlar bilir (!) En iyi onlar yönetir(!) Yanlışları olmaz hiçbir zaman(!)Bendeki bu kaçış buna bir tepki mi? bir İsyan mı? Kafam karışık benim.