Sonra dalgınlaştı bir an Aldongar. Konuştuğunda gülümsemesi geçmişti:
“– Her şeye rağmen o kişi boş biri değil. Hiç boş bir insan değil. Ya özel hizmet adamı ya da gençlerin gençliğinden, saflığından faydalanmak isteyen birisi. Her ne olursa olsun, halkı, ortalığı karıştırmak için gezen bir dolandırıcıdır. Benimle ilk karşılaşan adamdan bahsediyorum.”
Haknazar’a onun konuşması ve hırıltılı sesiyle hücredeki gençlerin tümüne güç veriyor gibi geldi.
Bir gün içinde hem dayağı hem de sorgulamayı yaşayıp çaresiz kalan gençlerdi onlar. Geçici Gözaltı Merkezi’nin rutubetli zemininde oturan, sadece yarınlarının nasıl olacağını düşünen ve geleceklerinden endişelenen bu gençlerin yanında yaşı büyük olan Aldongar’ın bulunması gerçekten çok iyi olmuştu.
* * *Hepsinin ötesinde genç olmasına rağmen şakakları beyazlamış, kabağı kalın, iri yapılı esmer Kazak’ın nezarethanedeki diğer Kazak gençlerini dövmesi çok zoruna gitti. Dövmesi neyse de tacizi ve yaptığı haksızlık canına tak etti. O Kazak gençlere şöyle bağırıyordu:
“– Sen! Enayi! Pislik! Sovyet Hükumetine karşı çıkan sen! Sen kimsin ki? Kimsin ha? İşte sen ve senin gibiler hâlâ Rusların sizlere giydirdiklerini ve yedirdiklerini anlayamamaktasınız! Meydanda ne arıyordunuz? Hükumeti mi devirmek istediniz? Sakin insanları dövmek mi istediniz? Vandallık mı yapmak istediniz? Hey! Sana soruyorum, hey!”
Üzerinde resmi giysisi olmasa da rütbece yüksek subay olduğu belliydi. Rusçayı akıcı konuşuyordu. Soruşturma odasında geçen o kısa zamanda saldırganlığı iyice arttı. Neredeyse aklını kaybedecek hale geldi:
“– Neden gözlerin kızarmış? Uyuşturucu mu kullanıyorsun? Öyle mi? Uyuşturucu bağımlısı mısın sen?”
Yanındaki şişman subayın kulağına bir şeyler fısıldayıp hemen çıkıp gitti.
Mavi gözlü sorgulayıcı masayı tıklattı:
“– Şagayev, dedi kendi dilinde. Dünden beri bir şey görmedim, bir şey yapmadım diye inatlaşıyorsun. Ben sana dedim itiraf et diye. Suçu üzerine alsaydın daha kolay olurdu. Artık olacakların vebali senin üzerindedir.”
Önündeki dosyayı açıp içinden bir kâğıt aldı.
“– İşte sivil polisinin dilekçesi. Sen meydandayken onun kolunu kırmışsın. Sonra?”
Haknazar kulaklarına inanamadı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Elinde olmadan şaşkınlıkla bağırdı:
“– Ne? Nasıl, nasıl?”
“– Otur! Otur diyorum sana! Bak, şikâyetçi dilekçesinde şöyle yazmış: “Saat 12.30’da meydanın Furmanov Sokağı tarafındaydım. Kazak genci elimdeki copu zorla aldı. Ben “geri ver copumu,” dedim. Ama o beni yere yıktı. Sol kolumu kırdı. Ben o genci görürsem tanırım,” diyor.”
“– Onun elini kıranın kesin olarak ben olduğumu nereden anladınız?”
“– Evvelki gün Rusya İçişleri Bakanlığı’ndan özel olarak gelen görevli hepinizin fotoğrafını çekmedi mi? O resimlerden tanıdı.”
O an Haknazar çok büyük bir şaşkınlık daha yaşadı. Önce böyle bir suçlama karşısında ne diyeceğini bilemedi. Ardından şiddetle itiraz etti:
“– Yalan! Bu kadarı da fazla artık! İftira! Nerede o kişi? Lütfen yüzleştirin!”
“– Metin ol! Yüzleştiririz,” dedi subay.
Yavaşça yerinden kalktı, sakin sakin kapıyı açtı, birini çağırdı.
Alelacele içeri giren, sol kolu sargılı, orta boylu, sarışın genç Haknazar’a şöyle bir baktı. İleriye gidip oturdu.
Subay da yerine oturdu. Sigarasını yaktı. Sakin olmaya çalışarak sordu:
“– İşte! Evet, yoldaş Zvyagintsev, dikkatle bakın! Şu genci tanıyor musunuz? Neren gördünüz? Hatırlayınız.”
Sarışın genç adam Haknazar’a dik dik baksa da bir şey demedi.
Subay sesini sertleştirerek konuştu:
“– Meydanda gördünüz mü bu genci? Size soruyorum, Zvyagintsev!”
“– Evet, gördüm… Bu… Bu, kolumu kıran, copumu elinden zorla alan bu gençtir.”
Haknazar’ın nefesi daraldı. Farkında olmadan birkaç defa ayağa kalkıp oturdu. Çaresizce bağırdı:
“– İftira atıyor! Yalan!”
Yoğun bir ıstırap ve çok kötü bir aşağılanma hissediyordu. Asabı çok fena bozulmuştu. Diklenmeye, elindeki kelepçelerle çırpınmaya başladı.
O sırada subay da sorusunu pekiştirdi:
“– İyice bakınız. Tanıdıysanız “tanıdım, bu kişidir” diye şuraya yazınız!”
Haknazar dilinin damağının kuruduğunu hissetti.
“– Nasıl? Yoldaş Başkan…”
“Vatandaş Başkan!” Diye düzeltti subay.
“-Vatandaş Başkan! Ağabey, yalan söylüyor bu kişi! “
“– Siz inceler misiniz?”
Zvyagintsev’in yanına bağırarak koşuyordu ki iki çavuş yetişti hemen. Çırpınmasına aldırmadan onu sürükleyerek götürdüler.
“– Keşke bütün bunlar olmasaydı, dedi nezarethanedeyken. O kadar arsız olabilir mi, şu Zvyagintsev… Ya da… Gerçekten kolunu kıranın ben olduğumu mu sanıyor acaba? Yok, yok! Mümkün değil. Herkesin gözü önünde, gündüz vakti kolunu kıran kişinin yüzünü bana benzetmesi akla mantığa sığmayan bir şey!”
Şaşkınlıkla kendi kendine konuşmaya devam etti:
“– Ya da… Ya da… Polisin beni korkutmak amacıyla iftira attırmak için kiraladığı bir adam olabilir mi? Nasıl yani?”
Hücrede tek başınaydı, sabredemedi. Sinirlenerek beton duvarı tekmeledi. Böylesine korkunç bir iftiraya uğrayacağını yüz yıl düşünse aklına getiremezdi. Düştüğü hale inanamıyordu. Hırsla söylendi kendi kendine:
“– O subay! Söylediklerime hiç inanmadı! Bu adam nasıl bir insan?… Yazılana da söylenene de bakmayan, hatta konuşurken karşısındakini insan yerine koymayan, kibirli, acımasız biri. Böylesi bir rezaletin tam ortasına düşeceğimi kim bilebilirdi ki? Üstelik dersler ne âlemde acaba? Tam dört gün geçti. Okuldakiler için nerede olduğum belli değil. Ha, evet, okul demişken o gün yatakhaneden beraber çıkıp benimle meydana giden gençler vardı ya. Onlar bu durumu nasıl izah edecekler? Polisin kendilerini tekme tokat arabaya attıklarını mı anlatacaklar? Yok ya, onlardan öyle bir lâf çıkmaz. Belki onlar da tutuklanmıştır.”
Aklına gelen düşünce ile durdu birden. Şaşkınlıkla konuştu tekrar:
“– Belki de bir yerlerde benim gibi nezarettedirler. Hayır, götürselerdi, beni attıkları yük arabasıyla götürürlerdi. Görünüşe göre yakalanmadan kurtulmuş olabilirler. Bu ihtimal olabilir mi acaba? Demek bir tek zavallı ben tutuklandım, öyle mi? Nasıl tutuklandım, ilginç. Kendi yolunda gitmek varken, ne diye kızı kurtarmaya kalkarsın ki? Bu aptallığım benim sonum olacak galiba. Yeter artık! Tüketti beni bu geri zekâlılığım! Gerçekten tüketti! Allah korusun! Of! Bu belâdan nasıl kurtulurum ben?”
Duvarın köşesine kederle çöküp sözlerine devam etti:
“– Burada hukuktan, haktan anlayan ne bir akrabam var ne de arayan, soran. Sınıf arkadaşlarımın elinden gelir mi ki şu köpeklerle konuşmak? Hey Allah’ım! Ne vardı o lanet meydanda? İlla gideceğim diye tutturdum. Ölürlerse ölsünler. Dövüp mü öldüreceksiniz, yararak mı, keserek mi, benim için fark etmez deyip kaçmak lâzımdı. Geberirlerse gebersinler, bana ne! Ne yaparlarsa yapsınlar! Birbirlerini döverek mi, keserek mi öldürecekler, öldürsünler! Tabana kuvvet kaçmalıydım. Şimdi halime bak. Kaymak yiyen kurtulur, dibini yalayan tutulur diye boşuna dememişler. Yala dibini beyinsiz, ahmak! Allah’ım! Anam duyarsa ne olacak? “Hayatta inandığım sendin, yavrum. Nasıl düştün bu hale? Kaç kere söyledim sana? Kimseye bulaşma, yalnız yürü, demedim mi,” diyecek. “Şimdi ne yapacağız?” diye üzülürse canım çıkacak! Çok zor kazandığım okuldan atarlarsa halim ne olacak? Allah’ım! Böylesi de olurmuş hayatta. On sekizimde hapsi boylarsam, kalan ömrüm ne olacak? Cehennemin dibi bu karanlık! Of Allah’ım!”
Haknazar’ın kendi kendini tüketip bitirmesi ve başı sonu olmayan, sınırsız kaygısı şakaklarını sıkarak başını ağrıtmaya başladı. O küçücük nezarethane odasının içinde dudaklarını ısırarak, elini eliyle yumruklayarak, bir o tarafa, bir bu tarafa, hiç durmadan gitti geldi, gitti geldi.
* * *Ertesi gün o subay dedi ki:
“– Evet, Şıgayev, seninle tartışacak veya iddialaşacak hiç zamanım yok. Zaten tüm kıymetli vakitlerim senin şu işlerinle heba olmakta.”
Soruşturma süreci tamamlanmış görünüyordu. Hiddetle konuştu:
“– Sen, dünkü gibi bölük pörçük sözlerle karşı çıkmayı bırak! Neden yaptığını üzerine almıyor diye başkan bile sana sinirleniyor. O yüzden işi uzatmadan ellerine yaptığını…”
Sözüne ara verdi, içtiği sigarasını küllükte ezdi, son dumanı tüterken üzerine tükürüp söndürdü. Konuşmasına devam etti:
“– Ellerinde yaptığını şu kalın boynunla kaldır artık. Seni kendi yerime koyup söylemekteyim. Bizim bölümde suç arama grubu var. Eğer sivil polisi dövdüğünü itiraf etmezsen “adam öldürdü” der, üzerine cinayet suçunu atarız.”
Derin bir nefes alıp konuşmasına devam etti:
“– İşte bundan hiçbir şekilde kurtulamazsın. Subay olarak yemin ediyorum. Bu suçun önemli bir şey değil. En çok üç sene hapis yatar çıkarsın veya sadece bir sene yersin. Bana güven. Bana kolay mı geliyor sanıyorsun bunlar? Şu olayların tamamı?”
Ardından parmağı ile yukarıyı gösterdi:
“– Sizlerle uğraşan biz değil, onlar.”
“Onlar”ın anlamı hükumettekilerdi.
“– Düşünsene, çocuk değilsin artık, dedi sonra. Hükumete karşı çıkarsan hangi hükumet affedecek ki seni? Kimse affetmez. Sizler tarihteki Dekabristler gibi oldunuz. Ha ha ha! Sizler yerel Hükumete sokaklara dökülüp şiddet uygulayarak karşı çıktınız. Sovyet Hükumetini yok etmek istiyorsunuz. Bizi, yani, başka ulusları kovmak istiyorsunuz. Öyle değil mi? Hiç boş yere başını sallama. Hepinizin fikriniz bu! Elinizden gelse kafamızı kesmeye hazırsınız. Neyse, neticede meydana çıkıp miting düzenlemeniz, eylemleriniz, Hükumete karşı yaptığı konuşmalarınız siyasete giriyor. Bu suçlarla ilgili açılan davalar kolay kolay kapatılmaz. Bunu hatırında tut! O yüzden sen bu suçla kurtulduğuna sevin.”
Burnunu kaşıyıp konuşmasını sürdürdü:
“– Tutanakları imzalayıp karşı çıkmazsan yasal olarak kolaylık sağlarız. Hapiste sadece bir sene yatarsın. Belki de şartlı tahliye olur, mahkeme salonunda özgürlüğüne kavuşursun. Durum bundan ibaret. Artık okulu da farklı konuşuruz seninle. Okuluna mı devam edersin, başka yere mi, kendin bilirsin. Hayat senin hayatın. Aksi halde seninle çok farklı konuşmak zorunda kalacağız.”
O mavi gözlü subay bıyıklarını ısırarak pek çok öneride bulundu. Soruşturma sırasında ilk kez bu kadar samimi konuşmuştu.
Haknazar konuşmanın kimi sözlerini duydu, kimi sözlerini de duyamadı. Çünkü aklı başka yerdeydi. Hem kendisine bağırılıp hakaret edilmiş hem de çok kötü bir şekilde dayaklar yemişti. Yarım yamalak uykuyla, azıcık yemekle geçirdiği beş-altı günden sonra bayağı sersemlemişti.
* * *Subay iki genci içeri getirdi. Duvara dayalı bankı gösterip konuştu:
“– Oturun, gençler!”
Ardından da Haknazar’ı oturttu. Hemen bir açıklama yaptı:
“– Şimdi şahitler gelip üçünüzün içerisinden suçluyu bulacak. Kimse konuşmasın.”
Sonra da sorgulama odasına orta yaşlı tombul kadını getirdi.
Şahidin ifadesini almaya başladı:
“– Vatandaş şahit! Şu oturan üç kişinin içerisinden 18 Aralık’ta Brejnev Meydanında olan olaya katılan, sadece katılan değil, Zyavingtsev’i, yani sivil polisi döven, yere vurup kolunu kıran suçluyu bulun. Bunların içerisinde yoksa onu da söyleyin. Haydi!”
Ama yanlış bir şey söylemiş gibi durakladı. Ardından hemen açıklama yaptı:
“– Bir dakika, bekleyin, bekleyin! Yalan şahitlik yapan vatandaş yasalara göre suç işlemiş olur. Bunu biliyorsunuz değil mi? O zaman şurayı imzalayın. İşte! Oldu. Şimdi şunlara bakın. Hangisini meydanda gördünüz?”
Orta yaşlı tombul kadın subayın gösterdiği gençlere baktı. Hemen sağ tarafta, pencereye yakın yerde oturan Haknazar’ı parmağıyla gösterdi:
“– İşte, bu genci… Gördüm.”
“– Hangi gün gördünüz,” diye sordu subay.
Şahit bir an tereddüt etti:
“– Hangi gün mü gördüm?”
Sonra mendiliyle gözlerini silmeye başladı:
“– Tam hatırlamıyorum.”
“– Neyse, dedi sorgucu subay.
Şahit kadınla Haknazar’ın ortasında durmuş, ayaklarını aralamış, Haknazar’a bakıyordu:
“– Şimdi… Siz bu gencin koluna kırmızı kumaş bağlayan sivil polisinin kolunu kırdığını itiraf ediyor musunuz?”
Kadın yorgunluktan, halsizlikten, dayaktan perişan olan Haknazar’ı görünce gözlerini başka tarafa çevirdi. Çaresizce konuştu:
“– Evet. İtiraf ediyorum.”
“– Harika! Haydi, artık burayı imzalayın burayı!”
Ne olursa olsun subay işinin uzmanıydı. Kadından sonra kıvırcık saçlı, otuz yaşlarında bir şahidi daha getirdi. O da işaret parmağıyla Haknazar’ı gösterip suçu onun işlediğini itiraf edince galiba çok rahatladı ki keyifle ellerini durmadan ovuşturup tutanağı doldurmaya başladı.
İşin nereye gittiğini anlayan Haknazar en son çareye başvurdu:
“-Vatandaş Sorgulayıcı, Bu şahitler ne derlerse desinler. O gün yanımda arkadaşlarım vardı. Onlar olayın tamamını gördüler. Onlara hadisenin nasıl olduğunu sorabilirsiniz.”
Tutanağı doldurmakta olan subay hemen başını kaldırdı. Sinirli bir gülüşle konuştu:
“– Sen, Şıgayev! Meydana yalnız gittim demiştin. Hatırladın mı? Tutanağa öyle yazılmıştı. Artık ne desen de kıymeti yoktur.”
“– Ne olursa olsun. Ben Mahkemede kendi şahitlerimi çağırırım,” dedi Haknazar.
Subay elindeki dolma kalemi masanın üzerine koydu:
“– Tamam, dedi. Al tutanak kâğıdını. O gün olanları yeniden yaz. Şahitlerinin isimlerini de ilave et!”
* * *İki gün sonra Haknazar’ı tekrar çağırdılar. Sorgucu subay son ümidine sımsıkı sarılan gencin önüne beş-altı mektubu attı:
“-Haydi! Oku şunları!”
Haknazar hepsini bir solukta okudu. Çok şaşırdı, iyice sinirlendi. Ardından büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Kalbi sıkıştı. Hiçbir yere sığamadı. Hemen hayata küstü.
Arabaya bindirilip Savcıya götürülürken “Artık iş olacağına varıyor,” diyordu kendi kendine.
Basarov adındaki Savcı Haknazar’ı içeri almadı. Ama dosyasını alelacele inceleyip tutuklanmasına karar verdi.
Artık Haknazar için “üç gün sonra insan köre de alışır” sözü gerçekleşiyor, üç saat geçmeden kendi kaderini kendine itiraf ediyordu.
* * *Mahkûmların ve tutukluların götürüldüğü cezaevi aracına kaşla göz arasında oturtulduğu, demir kapıların gürültüyle kapatılarak cezaevine girdiği o gün dün gibi hatırındaydı. Güvendiği dostları ifadelerinde “Meydana gitmedik, Haknazar’ı da görmedik” demişlerdi.
Göçebe hapishane oldu mu? Her şey yerleşik yurttan gelmiş ya. Geçici hapis, hapishane ve zindan.
Asırlarca yaşanan hapis ve sürgünün çeşit be çeşidi görüldükçe hep hatırlanan ve daima söylenen şu atasözü nasıl da gerçekti: “Hapis ile dilencilik sana sorarak gelmez.”
Yine bu atasözü kaynar kazanda derin acı ve yoğun ıstıraplarla kaynatılan hayatlardan alınmış bir hakikatti ve imparatorluğun hegemonyası altında ezilen halk da artık zindanın nasıl olduğunu çok iyi biliyordu.
İli nehri Alatau’ın ortasında bulunan Nayzakara ve Demirşın’ın gölgeli tarafında olan Köktöbe’nin eteğindeki topraklara 1854’den itibaren Vernıy kalesi inşa edilmeye başlamış, sonradan buraya bugünkü Almatı hapishanesinin temeli atılmıştı. Tarihi sabıkası olan Bastille, Matrosskaya Tişina Butyrka, Taganka, Lefortovo gibi meşhur hapishaneler gibi olmasa da bir asırdan fazla geçmişi olan Almatı hapishanesinde yaşananlar hiç de az değildi.
Burada yer altı siyasi mahkûmları XX asırdaki XVI asrın, 1929’un, 1937’nin, 1951’in siyasi mahkûmlarının dört gözle sürgünü beklemişlerdir.
Hayatında ilk defa girdiği koğuşta ne yapacağını şaşırmıştı. İki gece gözaltında tutulduktan sonra bu yerde nereden ve nasıl yatak bulacağını bilemeden öylece ayakta kalmıştı. İçeride ekşi ter kokusuyla karışık berbat bir koku vardı.
Ağzı hayretle açık, dikilip dururken bağdaş kurup oturan bir mahkûm:
“– Gel buraya, dedi. Hangi maddeden ceza yedin?”
O adamın koğuştan sorumlu olduğunu sonradan öğrenmişti.
“– Bu ne gösteri?” Dedi Haknazar ona durumunu kısaca anlattı.
“– Mmm, eveeet, tamam, dedi adam. O köşedeki yer senin olacak. Oraya git. Yerleş”
Peşinden hemen eğilip kulağına fısıldadı:
“-Dur, fener var mı?”
“-O ne?”
“-Yanında paran var mı, diyorum.”
“-Hayır,” dedi Haknazar.
Gerçekten de yoktu. Küçücük kafesli pencereleri olan cezaevi aracında silahlı koruyucularla birlikte Soruşturma İzolatörünün görevlileri de mahkûmları baştan aşağı aramışlardı.
Sovyet hapishanelerinde uygulanan cezalardan biri de kafes cezasıydı. Mahkûmların içine tıkıldığı bu kafes daracıktı ve ahşaptan yapılmıştı. İçine sadece bir kişi sığıyordu. Seksen cm eninde, yüksekliği iki metre olan bir cendereydi. Mahpus dizini bükemezdi, sağa sola hareket etmede de çok zorlanırdı.
İşte bu kafesin karşısında çırılçıplak soyulup bekletilmişti. Bütün bu olanlardan sonra üzerinde nasıl para olacaktı?
Bu açıklamadan sonra adam emretti.
“– Tamam, gidebilirsin.”
Haknazar’a denk düşen döşek mahkûmlar için özel yapılmış yatağa serili, her yeri delik deşik, pamukları çıkmış, kalın, kötü kapitoneli, pis bir şeydi. Demiri de kalçasına batıyordu. Ama ona aldıracak zamanı yoktu. Nerdeyse ayakta uyuyordu. Çok yorgundu. Montunu yastık yaptı. Yatağa uzandı.
Ertesi gün hapishanenin üst kısmındaki gezinti yerinde temiz hava alıp gelen koğuş sorumlusu Adik ona bazı şeyler anlattı:
“– Sen şöyle yap. Evvela döşeğini toplamalı, düzene sokmalısın. Sonra karnını düşünmelisin. Öyle değil mi?”
“– Öyle.”
Sonra Adik Haknazar’ın yanında yatan üç- dört genci gösterdi ve dedi ki:
“-Herkesin kendi yağında kavrulduğu böyle bir yerde kişi sadece kendi başının çaresine bakmalı, yemek ve giyim konusunda ortaklık yapacağı kişilerle yani semeyka ile ilgilenmelidir. Senin “semeykan” işte bu adamlardır. Onlarla birlikte gezeceksin. Birlikte yemek yiyeceksiniz. Kaygı ve hüznünüz aynı olacak. Hücre koşullarını, buradaki gidişatı onlardan teferruatlı şekilde bir öğren. Benim ismimi ver onlara. Her şeyi sana ince ince anlatsınlar.”
Soruşturma İzolatöründe sadece “şilte” oluyormuş. Yorganı, battaniyeyi, yastığı dışarıdan aldırmak lâzımmış. “Dışarı” kelimesinin anlamı da şuymuş: Bazı mahkûmlar muhafızlar tarafından korunuyormuş. Bu mahkûmlar aracılığıyla giysi, gıda, yemek gibi gereken ihtiyaçları getirtebilirmişsin. Mahpus diliyle bu mahkûmlara “dubak” deniyormuş.
Bu siparişler elbette parayla yapılmaktaymış. Asgari ücretle çalışan bu dubak kısmı böylece ek işi yaparak para kazanıyormuş. Galiba bu işler kolay gözüküyor ki bu sebeple Kızıl Ordunun içişlerinde görevli askerler başka yerlerde iş bulamayınca Soruşturma İzolatörüne gelip yerleşiyormuş. Asıl amaçları bu yoldan kolay para kazanmakmış.
Bunlar mahpuslara çay, sigara, uygun gelirse bazen yasak olan şeyleri, meselâ içki ve eroini, gizli gizli getirip satıyor, bayağı para kazanıyorlarmış.
Bütün bu malların dışında akrabalardan para falan da aldırabiliyormuşsun. Ama getirdiği paranın bazen üçte birini bazen yarısını alıyorlarmış. Yani gardiyanla anlaşmaya bağlı imiş.
Hapishanede cebinde para olursa halin iyi demekmiş. Hem hücredeki mahpusların hem de semeykandaki kişilerin karşısında da değerin oluyormuş.
Haknazar bu durumu yavaş yavaş kavramaya başlamıştı artık. İlk zamanlarda gardiyanla nasıl konuşulması gerektiğini, onların dilini anlamanın, gözüne girmenin yollarını bilememişti.
Hapishanedeki gardiyanlar çeşit çeşitti. Mayın, inşaat gibi ağır işlerden kaçıp, elinde copla dolaşarak zaman geçiren, böyle kolay işlerde çalışan ve çoğu rahat para kazanmak için orada bulunan gardiyanların yanında her şeye rağmen ya adalet ya da belli bir fikre hizmet için çalışmaya gelenler de vardı. Ama onlar da zaman geçince bu kolaycılara dâhil oluyorlardı.
Çünkü “ayağa çekerse başa, başa çekerse ayağa” yetmeyen maaşları isteseler de istemeseler de onları bu hale sürüklüyordu. Elbette eroin gibi yasak malları satıp neticede gözetlediği hücrede kendisini bulan gardiyanlar da vardı. Bu yüzden dubaklar gardiyanlardan, gardiyanlar da dubaklardan çekiniyordu. “Satış” işlerini birbirinden gizleyerek bitiriyorlardı.
Almatı’da kimsesi olmayan Haknazar sınıf arkadaşlarına yalvarmak zorundaydı. Çünkü burada döşek olmadan, giysisiz, yemeksiz yaşamak imkânsızdı. Üstelik yanında koğuşu ve aynı kaderi paylaştığı mahkûmlar da vardı.
Sonuçta hiç arzu etmediği halde sınıf arkadaşlarından yardım istemek mecburiyetinde kaldı. Yardımın geleceğinden o kadar da emin değildi. Ama bu hal başına geldiğinde kaçıp giden, soruşturmada kendisini satan arkadaşlarından bu kez güzel bir hediye geldi. Belki de bu hediye ile duydukları vicdan azabından kurtulmak istiyorlardı.
Her neyse, onlara dört katlanmış, küçücük mektubu tanıdık dubak ile gönderdi. Çok geçmeden hem yanıt hem de istedikleri geldi.
Biraz para yollamışlardı. Haknazar önemsemese de Adik “böyle kertenkeleler seni destekleyip, yolunda kurban olmalı, yemek getirip, sofra sermeli,” demişti.
Yapacak bir şey yoktu Adik söyleyince. “İş karışmadan herkes kendi başını kurtarsın derseniz “falanca miktar” para gönderiniz,” diye bir daha mektup yazmıştı.
“Abaktı sıra sıra boladı eken, işine jaman jaksı toladı eken…” (Odalar sıra sıra olurmuş, içine iyisi de kötüsü de dolarmış) sözleriyle söylenen şarkıyı kimin söylediğini bir türlü hatırlayamadı Haknazar.
Yüksekliği üç metre duvarla, dikenli tellerle birkaç defa sarılarak dış dünyadan bağı iyice koparılmış hapishanede yaşam özgür insanlar için büyük bir bilinmezdi ve bu kesin bir gerçekti.
Elektrik sarfiyatının en yüksek olduğu yerlerden biri de Soruşturma İzolatörüydü. Burada gece gündüz ışık yanmalıydı.
Mahkûmlara verilecek üç öğün yemek de Hapishane Müdürünün denetimindeydi.
Çoğunlukla yulaftan kaynatılan lapa veriyorlardı. Mahpuslar bu yemeğe “paraşa” diye isim takmışlardı. Yani,” hiç yoktan iyidir.”
Ekmek her gün geliyordu. Arada bir de et, patates gibi sıcak şeyleri dişliyorlardı. Yani, kimse açlıktan ölmüyordu. Ama evden gönderilen veya dışarıdan satın alınan yemekler bambaşkaydı. O yüzden mahkûmlar dışarıdan geleni tercih ediyordu. Tabii ki ellerinden gelirse veya paraları varsa.
Dışarıdan aldırılan yemekler kurutulmuş et, sucuk, soğan, sarımsak, peynir gibi bozulmayan gıdalardı. Sonra elbette sigara. Kendin içmezsen de yanındakilere veya dubaklara veriyordun. Ama Haknazar’ın kendisi de sigara içiyordu. O yüzden sigara aldırmayı tercih ediyordu. Mahkûmlar birbirilerine sırlarını asla söylemiyordu. Mahpuslarla mücadele eden İçişleri görevlisi olanların gizli ajanları içlerine sızmış olabilirdi. Kim kimin kalbini biliyordu ki? Ama Haknazar’a olan şüphe ortadan kalkmış gibiydi. Hem Adik hem de diğer mahkûmlarla arası iyiydi.
İlk önceleri “bundan sonra ne olacak” diye Soruşturma İzolatörüne endişeyle giden Haknazar gün geçtikçe buraya da alışmıştı. Özellikle son gelen parayı “ortak kasaya benim de katkım olsun” diye Adik’e verdiğinden beri kendisini rahat hissediyordu.
Daha evvel zindana düşen açıkgözlü mahkûmlar Haknazar’ın davasını merak ediyor, duruşmada “şunu de, bunu de” diye artık akıl veriyorlardı.
Böyle durumlarda sessiz oturan Adik, “bence Haknazar’ın durumu ağır. Çünkü onun suçu sıradan bir kişinin yaptığı suç gibi değil. Hükumet’in kahrına girdi. O yüzden kendisini zindan hayatına alıştırmalı,” diyordu.
Haknazar bu sözleri duyduğunda kalbi titriyordu. Gece yarılarında bir sağa, bir sola dönüyor, bir türlü uyuyamıyordu.
Üstelik o zamana kadar hep karanlıkta uyumuştu. Şimdi yoğun kaygı ve hüznüne sürekli açık kalan elektrikli lambasının ışığı da eklenmişti. Bu durumda uyumaya alışmak çok zordu.
Hem sigara dumanının ve ekşi ter kokusunun sindiği havasız koğuşa hem de pis tuvalete oturmaya alıştı.
Baskın ve aramalarda dubakla bu görevi yerine getiren görevlilerin alıp gitmemesi için para, çay, bıçak gibi yasaklanmış şeyleri her deliğe gizlemeyi de öğrendi.
Koğuşun dört köşesini de incelemiş, kendine ait özel eşyaları saklamak için delik kazmayı da öğrenmişti. Yan hücreden gerekli olan herhangi bir şey alınmak istenirse bu gizli deliklere ipler bağlanıp eşyalar bu iplerle aktarılıyor, iş böylece hallediliyordu.
Bundan sonra da “kon” adı verilen, özel olarak yapılmış, ucunda yarım karış boyunda bir kancası olan iple bazı eşyaları bir koğuştan ötekine, pencereden pencereye aktarmayı da belledi.
Yapılan bu işe hapishane dilinde “yol yapmak” diyorlardı. Bütün hapishanede bunun gibi pek çok değişik yol vardı.
Şayet gardiyanlar bu ipleri fark ederlerse söküp atıyorlardı. Ama “anahtarını düşünen gardiyana göre mahpuslar kendi demir ızgaralı pencerelerini çok daha fazla düşünürler” diye yazmamış mıydı Stendal?
Evet, onun yazdığı gibi gardiyanlar bu yolu, bu yol üzerinden geçen yükü ya da yükü çeken özel ipi istedikleri kadar takip etsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, mahkûmlar bu yoldan asla vazgeçmiyorlardı.
Arada sırada dubaklar ve gardiyanlar merhamete geliyor, mahkûmları bir saat dinlendiriyorlardı.
Haknazar da yarım saat “dinlenme avlusuna” çıkıp hava alıyordu. Onun dışında bütün zamanını dar koğuşta geçiriyordu. Bir yerde devamlı yatınca kalçada yara çıkabiliyordu. Bunu engellemek ve vücutta kanın dolaşması için koyu çay içiyordu.