“Şifer” adını verdikleri çayı içenler de vardı. Bu sıcak, kopkoyu demli çayı içen insanın vücudunda kan daha iyi dolaşır, sıkışan şakakları rahatlar, daracık kafese benzeyen koğuştaki havayı unutup gevşerdi. Bu dar yerde sıkışan mahpusların bedenine güç, vücuduna kuvvet verecek tek şey sadece bu çaydı. Belki bu sebepleydi ki çayın kudreti hapiste çok başkaydı.
Ayrıca “Misafirliğe gitmek” diye bir deyim vardı. Bunun anlamı muhafızlardan izin alıp başka hücreye gidip gelmekti. Bu misafirlik dubaka, gardiyana veya nöbetçi gardiyana ücret ödedikten sonra yapılabilmekteydi. Elbette nöbetçi gardiyan ikna edilip gönlü yapılabilirse. Bu misafirlik genellikle gece yapılıyordu. Sorgulama İzolatörü başkanının nöbetçi yardımcısı’nın morali iyi olursa, bir de verilecek para hoşuna giderse istenilen hücreye gidilip birkaç saat değil, hatta şafak sökünceye kadar kalınıp tanıdıklarla sohbet edilebilirdi.
Ayrıca gece yarısında da “misafirliğe gitme” geleneği vardı. Bu gece gezmelerini en çok da parası bol olan koğuş ağaları yapıyorlardı.
Adik de komşularına gitmeye pek hevesliydi. Her gittiği hücrede el üstünde tutuluyordu. Geri geldiğinde ağzı içki kokuyordu. Misafirliğe izin verdikten sonra onun ağzının içki koktuğunu anlayınca onlarla irtibata geçmemeye çalıştı.
Mahkûmların dilinde bir bölüm daha vardı, adı da “Mahpuslarla Mücadele Eden İçişleri Bölümü” idi. Bu bölümün hapishanede soruşturma, denetleme hakkı vardı ve mutlaka her koğuşta kendi ajanları olurdu. Bu ajanın kim olduğunu mahpuslar bilemezdi elbette.
Bu bölüm eğer misafirliğe gidildiğini tespit ederse, hele hele de bu fırsatı sağlayan dubak öğrenilirse gereken işlemi derhal yapardı.
Operasyon bölümünün elemanları Hapishane Müdürünün güvendiği temsilcileriydi. Onlar Müdüre hapishanede koşandan düşene kadar her türlü bilgiyi veriyordu.
Kamptaki mahpuslarla mücadele eden Mişa Lıçkin adlı İçişleri görevlisi biri vardı. Tam bir jandarma gibiydi. Judo ustasıydı. Mişa. Voronej Polis Yüksek Okulunu üstün başarıyla bitirmişti ve gençti. Hapishaneye ilk geldiği günden beri herkes ona “Bizim Mişa” diyordu. Eğitimli, bilinçli bir uzman olarak dikkati çekmişti. Demir kapıyı yavaşça açıp sesini çıkartmadan, hızla, fark ettirmeden gelebildiğinden “kedi” lakabını almıştı.
Üstelik Mişa cezaevinde çalışan kadınlardan hiçbiriyle yüzgöz olmamıştı. Votkaya, sigaraya hevesli değildi. İşini çok iyi yapan bu orta boylu, yakışıklı genci herkes seviyordu. Sebebi pek de belli değildi. Ama Mişa’dan hem mahpuslar hem de gardiyanlarla dubaklar çekinirdi. Sanki bu iş için yaratılmıştı. Bugüne kadar hiçbir gardiyana ve dubaka bağırmamış, hiçbirine uyarıda bulunmamıştı. Kimse onun hakkında bir şikâyet olduğunu asla tahmin edemezdi.
Kameracı diyen böyle mi olur?
Gecenin bir yarısında herkes uyurken Lıçkin elinde dosyasıyla gülümseyerek gezerdi. Durup dururken, hem de yok yerde “şu koğuşu aç ve içindeki mahpusları dışarı çıkar, oturt” diye emir verir, kendisi “korpusnoyu” göndererek mahpusların kartlarını aldırtırdı. Yoklama yapıldığında bir mahpus misafirlikte çıkardı. Böylece misafirliğe gideni hemen yakalardı. Bu yöntem sayesinde dubakların hemen hemen hepsi Lıçkin’in tuzağına düşerdi.
Görevlileri ve dubakları koğuştaki adamının yardımıyla mı tuzağa düşürüp düşürmediğini kim bilebilirdi ki? Her neyse, Lıçkin’in karşısında suçsuz olan hapis sakinleri yoktu elbette.
Böylece günler geçip gidiyordu.
Ama bir gün Haknazar’ın koğuşuna İçişleri görevlisi Mişa girmiş, onunla güya sohbet etmişti. Adam “Ortakların kim, aranızda neler konuşuluyor,” diye soru sormuş, benzer sualleri tekrarlayıp durmuştu. Daha geniş, konforlu koğuşa aldıracağını, böylece rahat edeceğini söyleyip ona vaatlerde bulunuyor, aklınca onu kurnazca aldatıyordu.
Bu yalancı sohbet Haknazar’ın aklında kalmıştı. Özellikle odasından çıkarken “milliyetçi isen kampta çürütürüm seni” demişti. O tehdit dolu sesi kulağından hiç gitmiyordu.
İşte o Lıçkin’in aradan yedi yıl geçtikten sonra bu hapishanenin müdürü olduğunu duymuştu.
İçişleri görevlisine yakalanmamak için dubaklar “kazancını” çok sekem alarak yaparlardı. Meselâ, içki satmak suçtu. Ama fark ettirmeden yapılabilirse hapishanedeki fiyattan beş kat daha pahalıya giderdi bu içkiler. Hatta bazen on katına kadar yüksek satıldığı oluyordu. O yüzden dubaklar böyle satışlardan kolay kolay çekinmezler, güvenli “müşteri” ile gece özel olarak konuşurlardı.
Yine de üst rütbeli subayların “kazancının” yanında dubaklarınki devede kulak bile değildi. İzolatör adına yapılsa bile ziyaretçilerle birkaç saat yüz yüze görüşmek, içeriye çuval çuval gıda sokmak gibi işler elbette Cezaevi Müdürünün izniyle yürütülürdü.
Televizyonu olan iki kişilik, dört kişilik “lüks” hücreler de mevcuttu. Paralı mahpuslar buralarda yatıyordu. Dedikoduya bakılırsa Müdür de haftalık “kazancını” şıkır şıkır sayıyormuş.
Bunun gibi daha pek çok alışverişler vardı.
Dört ay süresince Soruşturma İzolatöründe bulunan Haknazar bunların birkaçına şahit olmuş, hepsini görmüş, incelemiş, hapishanenin altın tabak olduğuna inanmıştı. O Altın tabaktan yemlenen, derisi parlayanların biri de üst subay Üsenov’tu.
Söylentiye göre Üsenov’un babası hayatı boyunca bu hapishanede çalışmış, Sorgulama İzolatörü Başkanının nöbetçi yardımcısıyken kalpten ölmüş, böylece bu hapishaneden cesedi çıkmıştı.
Üsenov çok acımazsızdı. Kazakça bir kelime bile bilmeyen bu gaddar adam hapishanenin düzenini denetleyen, mahkûmların günlük hayatından sorumlu olan, hava almaya çıkaran ve içeriye sokan, bu ve benzeri işleri yürüten bölümün başkanlığını yapmıştı.
Babadan evlada geçen mesleğin sahibi Üsenov geliyor dense hem mahpuslar hem gardiyanlar hem de dubaklar titrerdi. Ağzından alev çıkan, kısa boylu bu adamın görünüşü farklıydı. Ona ne zaman bakarsanız bakınız, kabağı düşük, hayattan memnun olmayan birini görürdünüz. Gençliğinden beri hapishanede günlerini geçiren ve buranın neredeyse her noktasını, her halini, olup biteni adı gibi bilen Üsenov mahkûmları soketle acımasızca döver, canlarını çıkartırdı.
Mahkûmlar onun gözüne görünmemeye, eline düşmemeye çabalarlardı. İster cezalı olun ister olmayın bir yakalanırsanız işiniz bitti demekti. Gözünüzün yaşına bakmadan doğrudan daracık hücreye tıkılırdınız.
Bu hücreye döşek verilmezdi. Gündüz açılmayan karyolaları ile insanın iliklerini titretecek kadar soğuktu ve çok daracıktı. Hapishane kurallarına aykırı gelen mahkûmlar burada kalıyorlardı.
Bu hücrede dubaklarla anlaşılırsa ancak üç kez sıvı gıdaya izin veriliyordu. O soğuk hücreye düşmekten ancak para vererek kurtulabiliyordu mahkûmlar.
Düzen görevlileri hem hücreyi hem de başka koğuşların düzenini denetliyordu. Aynı zamanda mahpusların sağ ve sağlıklı olup olmadıklarını anlamak için pencere demirlerinden içeriye bakıp gözetliyor, tereddüt ettiklerinde bütün koğuşu arayıp yasaklanan eşyaları alıyorlardı. Eğer demir, biz, bıçak gibi şeyleri bulursa hücreden sorumlu kişi sorguya çekiliyordu.
Bu baskınlar sırasında bir de Üsenov’e yakalanırlarsa bu gaddar adam mahpusları dövüyordu. Eğer tepesi atarsa, baskında sinirlenilecek bir hal varsa, bir de yanına “yüz gram içki” adı verilen patates veya tahıllardan yapılan çorba bulunursa, mahkûm bir tarafa, yükümlülüğü altında çalışan gardiyanı dahi çata pata dövmekten çekinmeyen Üsenov, kendi adamlarının hapishane içerisinde satış yapmasını görmezden gelip hiçbir şey olmamış gibi yanından geçip gidebiliyordu. Kim bilir, belki de “benim kuzgunlarım da az biraz nasiplensin,” diyordu.
Gece gündüz daracık hücrede kalan mahkûm için en mutlu an dışarıya çıkıp temiz hava alma anıydı. Gardiyanlar koğuştakileri yüksek duvarlarla çevrili avluya çıkartıyor, üstlerine kapıları kilitliyordu. Genişçe olan avluda mahkûmlar aşağı yukarı yürüyerek volta atıyor, zıplayıp rahatlıyordu.
Haknazar da temiz havayı seviyordu, özellikle açık gökyüzüne bakmayı.
Mahkûmlar dışarıya çıkıp, volta atmaktan çok hoşlansa da bodrumdaki banyoyu hiç kimse sevmiyordu. Banyo dediğiniz de geniş, içinde duşu olan, sıcak sudan çıkan buharla dolu karanlık bir odaydı. Ama çaresizdiler. Kir, pasak içinde kalmamak ve bitlenmemek için mecburen o karanlık odanın yolunu tutuyorlardı.
Mahkûmların pek çoğu havası koğuşlara göre çok daha iyi olan, “sıhhi bölüm” diye adlandırılan revirde kalmak istiyorlardı. Hastane de aynı binadaydı. Koğuşlara çok benziyordu. Demir kafes, dökme demir kapı… Yani aralarında pek de bir fark yoktu.
Ancak revirde birkaç gün kalmak mahkûmlar için büyük tatildi. Zira eli coplu hapishane düzen görevlileri buraya gelmiyorlardı ve azda olsa bir serbestlik, özgürlük vardı. İnsan sayısı da azdı. Havası temizdi. Doktorlar sağlık konusunda dikkatliydiler. Ancak buraya gelebilmek için mutlaka hasta olmak gerekiyordu.
Ama para nelere kadir değildi ki… Artık buralar da güçlü, hali iyi vakti yerinde olan mahkûmların tatil durağı olmuştu. Her şeye rağmen mahkûmlar için en değerli kişi doktordu.
Sağlık bölümünün başkanı orta yaşı geçen Albay Kuravlyev idi. Biraz telaşlı bir adamdı.
O gün yanından geçtiğinde sürekli soğan, ispirto, sigara ve ter kokan, gözlerinin altı şişmiş stamotoloğa girişte bağırdı:
“– Hey! Sidorenko!”
“– Dinliyorum, Pyetr İliç.”
Yankılanan sesi ile bağıran Kuravlyev Rusça küfrederek sözlerini bitirdi:
“– Lanet olası! Şu raporu doldur dememiş miydim sana! Hâlâ mı geziniyorsun? İş saati bitse de 100 grama ulaşsam diyorsundur.”
Her ne kadar dışarıdan hilesiz, dalgın görünse de yaşamının yarısını hapishanede geçirmiş bu adam mahkûm psikolojisini çok iyi biliyordu.
Genç doktorlara çay içerken demişti ki:
“-Kamburu sadece kör düzeltir” diye boşuna denmemiştir. Bunlar da az değil, ha!”
Bir gün aniden karnı ağrıyıp midesi rahatsızlanan Haknazar’ı acildeki doktor revire yatırdı. Revirde satranç oynayan Haknazar’ı gören Kuravlyev seslendi:
“– Sen! Haydi gel!”
Onu kendi odasına getirdi. Sonra uzun satranç saatleri başladı.
Albay bir kere kazanıp “sonu ne olacak artık” diye düşünen Haknazar’a baktı, konuştu:
“-Hey, delikanlı! Bence sen bu oyunu bir zamanlar güzel oynuyormuşsun, belli.”
Onun turlara katılmayan satranççı olduğunu öğrenince başını salladı:
“-Bir zamanlar biz arada senden yeniliyorduk. Meğerse sen hiç kolay biri değilmişsin.”
Bir sonraki turun galibi Kuravlyev’di. Ama üçüncü turun taşlarını dizdi ve sakin sakin konuştu:
“– Bu oyuna kanamadım. Bir daha oynayalım.”
Haknazar mecburen bir oyun daha oynamak zorunda kaldı.
Kuravlyev dikkatini satranca verirken sordu:
“– Revirde daha kaç gün yatacaksın?”
Ama “neyin var,” demedi.
Haknazar:
“-Bilmiyorum, dedi. Kaç gün kalacağıma doktorlar karar verirler.”
“-Ben çözeceğim. Doktoruna öyle dersin,” dedi beyaz saçlı Albay.
Satranç oyununda yediği yemeğini unutan Albay Haknazar’ın iyileşmesine rağmen onu göndermedi. On gün revirde tuttu, durmadan satranç oynadılar.
Bilgisi güçlü olsa da satranç turlarına katılarak deneyim kazanamayan Haknazar, tüm oynadığı oyun sayısını hesapladığında toplamda Albaya mağlup olmuştu.
Revirde sağlığına iyice kavuşup hücresine dönerken Albay dedi ki:
“– Haydi, dekabrist, yakın zamanda mahkemen olup bir sonraki aşamada gidivermezsen seni yanıma aldırırım. Yine birlikte satranç oynarız.”
Haknazar onun mahkûmları tedavi ettiğini görmemişti. Ama Kuravlyev’in birkaç defa eroin bağımlılarına baktığını fark etmişti. Meğerse onun uzmanlık alanı nöroloji imiş. O yüzden adam bunları denetliyor, analiz ediyormuş.
Albay satranç oynarken ara sıra başını sallıyor:
“– Bunların iğne bağımlılığı olup kanını bozduktan sonra eski hallerine kavuşması çok zor” diyordu.
* * *Mahkeme yazın başlandı.
Mahkemeye giderken mahpus milleti giysilerini temizleyip düzeltir, sakalını, bıyığını keser, kendilerini iyice toparladıktan sonra dışarı çıkardı.
Haknazar mahkemesinin olacağı gün erkenden kalktı. İyice yıkandı. Sıkıntı ve heyecandan kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Hüznüne, derdine ortak olan koğuş arkadaşları, can dostları koğuşta bulup buluşturdukları düzgün bir giysiyi ona giydirmişler, şakalaşarak, destekleyerek uğurlamışlardı.
Hava güzeldi. Ortalık yeni aydınlanıyordu. Mahkûmları taşıyan cezaevi aracının demir kafesli penceresinden şehre bakan Haknazar’ın kalbi ferahladı. Yazın nefis kokusunu koklayarak, meyve dolu dallara, tanıdık sokaklara, orada yaşayanlara, okula gitmekte olan öğrenciye, gülerek giden kızlara bakarak rahatladı.
Bir an tüm dünyayı unuttu. Kendini memleketine, köyüne gidiyor gibi hissetti. Sanki polisler sabah treninde kendisini karşılıyorlar, istasyon başındaki köyüne götürüyorlardı.
Yine de kalbi huzursuzdu.
Stalin döneminden kalan iki katlı adliye binası iyice eskiydi. Rengi de sarıydı. Kapısının önünde kimse yoktu.
Yanındakilerle binanın zeminindeki eski tahtaların gıcırtılı sesi eşliğinde mahkeme salonuna girdi. Birden duvarlarda yankılanan ses kalbini yerinden çıkaracaktı neredeyse. İyice sıkıldı:
“-Ayağa kalkınız, Hâkim geliyor!”
Haknazar’a mahkeme ulaşılmaz bir şey gibi görünmüştü. Ama hiç de öyle değildi. Geniş salonun iki tarafında iki muhafız ve elleri kelepçeli bir şekilde kendisi duruyor, tam karşısında Savcı yardımcısı, onun sağ tarafta Hâkim Hanım ile beş-altı kişi bulunuyor, ellerinden bir şey gelmeyen avukatları da orada oturuyordu. Mahkeme diye anlattıkları işte buydu!
Annesi de haberdar olmuştu. Aslında anacığına mektup yazmıştı. Kolhoz başkanı izin vermemiş olabilirdi. Yoksa annesi kuş olup uçar, gelirdi ona.
İşte tam o anda dört gözle beklediği Mahkeme de başlayıverdi.
Saçları kırmızı sarı olan Hâkim Hanım duruşmayı başlatıp kısaca konuştuktan sonra sanık taraf konuşmaya başlamıştı.
Savcı yardımcısı Kazak idi. Elindeki on sayfalık iddianameyi hızla karıştırdıktan sonra öksürerek çabuk çabuk okumaya başladı.
Duruşma aynı bölümlerin durmadan tekrarlanmasıydı adeta…
Savcıdan sonra Hâkim Hanım konuştu:
“-Mağduru çağırınız.”
Adam duruşma salonuna girince de sorguya başladı:
“-Mağdur Zvyagintsev, 18 Aralık’ta başınızdan geçen vakayı başından sonuna kadar anlatır mısınız? “
Açık tenli sarışın bir gençti Zvyagintsev. “Evvela tam tespit edeyim, o mudur, değil midir,” dercesine etrafa bakındıktan sonra konuşmaya başladı:
“– 17-18 Aralık 1986’da Vatanıma borcumu ödemek için Almatı’da Brejnev Meydanında vazifemi yapıyordum. Hepiniz biliyorsunuz, o gün terörist guruplar amaçlarına ulaşmak için ortalığı birbirine kattılar. Ben de o zaman görevimi yerine getirdim. “
Zvyagintsev sanki anlattıklarını ezberlemişti. Gazete okuyor gibi duraklamadan bir nefeste anlattı her şeyi:
“-Sonra… Yaklaşık 12.30’da meydanın Furmanov sokağı tarafından bir genç koşuyordu. Görevimden dolayı elimde cop vardı. O koşan genç yanıma geldi ve elimdeki copa yapıştı. “Kargaşa çıkarmayınız” deyip onu göğsünden iteledim. Ama o beni güreş yöntemiyle yere serdi. Onun yüzünden sol kolum kırıldı. Sonra copumu alıp meydandaki guruba katıldı. Beni polis arabasıyla hastaneye yetiştirdiler.”
Hâkim Hanım tekrar sordu:
“– Yoldaş Zvyagintsev, sizi yere yıkan ve sol kolunuzu kıran suçluyu tanıyor musunuz?”
“-Evet.”
“– Kendisi burada mıdır? Gösterebilir misiniz?”
Hâkim Hanım sanki çocuk yuvasında bebeklerle saklambaç oynuyordu!
“– Evet, kolumu kıran şu adam. “
“-İyi, oturun. Şahidiniz var mı?”
“-Evet!”
“– Çağırın!”
Haknazar yerinden kalktı hemen. Heyecanla sordu:
“-Vatandaş Hâkim, ben konuşabilir miyim?”
Hâkim Hanım onu susturdu:
“– Oturun. Size de sıra gelecek.”
Sonra hiç acele etmeden, yavaş yavaş içeri giren şişman kadına sordu:
“– Şahit Rıjkova, 18 Aralık’ta ne gördünüz? Hiçbir şeyi saklamadan anlatın!”
“– Gündüzdü. Saat 11.30 suları idi, dedi şahit. Furmanov sokağından, Merkezi Müze tarafından birileri koşarak geliyordu.”
“– Kaç kişi koşarak geliyordu?”
“– 10-15 kişi kadardı. Koşarak geldiler. Meydandaki gruba katıldılar. Onların peşinden gelen birini muhafızlar tutukladı.”
“– Gönüllü Kuvvetler deyin,” diye düzeltti Savcının ukala yardımcısı.
“– Evet, Gönüllü Kuvvetler. Evim Satbayev ile Furmanov sokaklarının kesiştiği, Doğu yönünde bulunan Okean mağazasının üstündedir. Ben o sırada evimin balkonundan dışarıyı seyrediyordum Zvyagintsev’i, yani mağdur olanı şu adam dövüyordu.”
Sözünü bitiren şişman kadın Haknazar’ı gösterdi.
“– Şıgayev, söyleyiniz, dedi Hâkim Hanım. Hadise yaklaşık olarak nerede oldu?”
“– Tam orada Gönüllü Kuvvetler şu Şıgayev’i durdurdu. Şıgayev’in onu nasıl dövdüğünü bilmiyorum. Gözü açıp kapatıncaya kadar Zvyagintsev’i yere düşürdü.”
Sonra cümlesini düzeltti:
“– Kolunu kırdı. Bunların tümü 5-6 dakikanın içerisinde vuku buldu.”
O sırada Haknazar bir daha konuşmak için izin istedi:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Dombıra – Kazak Türklerinin milli çalgı aletidir.
2
Grev (Rusça) – suçluların jargon kelimesi. Kazakçada “yardımlaşma” anlamına gelir. Yani, hapisteki mahkûmlara giysi, yemek, para vs. verir.
3
Sıva, inşaat v.b. işler olabilir. Anlaşmalı olarak çalışan işe denir.
4
Para birimi.
5
Kazakların para birimi.
6
Hakan – Haknazar isminin konuşma sırasında kısaltılan halidir.
7
Prima, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ndeki Kiev Tütün Fabrikasında üretilen bir Rus sigara markasıdır. Bugün, Rusya’da çeşitli tütün üreticileri tarafından üretilmektedir.
8
Bezelye ceketi
9
Çok demli çay içmek (çifirit) – uyuşturucu kullanıcılarının kullandığı kurumsal jargon.
10
Bökebay – angora keçisinin yününü katarak dokunan yumuşacık ve sıcaklık tutan başörtüdür.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов