Sol taraftan ellerinde tüfekleriyle birçok yaya yaklaşmak üzereydi. Tazabek en önde gelen birisini seçmeden ateş etti. Eceli mi gelmemiş yoksa kurşun mu tam yerine değmedi? Hayvanla insana ateş etmek farklıymış, insana ateş ettiğinde sadece elin değil yüreğin de titriyormuş. Etraf toz duman oldu. Kurşunlananların bağıran, boğulan sesleri her taraftan geliyordu. Sonunda sağ kalanlar dağa doğru kaçtılar.
– Durmadan ateş edin! diye Jakıpberdi’nin sesi duyuldu,
– Düşman çekinmeden ateş ederse hepiniz ölürsünüz!
Ne yazık ki Kazaklar iyi savaşamadılar. Ancak Jakıpberdi’nin yanındakiler biraz isabetli ateş etti, diğerleri ise bir iki kere öylesine ateş etti ve her biri bir yana dağılarak dağa kaçıştılar.
Tazabek atla dörtnala giderken ardına baktığında sık orman içinden karaltısı görünen bir askeri fark etti. Fakat silahını doldurana kadar kurşun değecek mesafeden uzaklaşmıştı. Yine de o tarafa doğru ateş etti, en azında çekinir diye. Yan tarafından gelen birisi atıyla birlikte yere yuvarlandı. Sağ tarafından gelen de atından düştü. Kazaklar öldüler.
Millet tepeyi geçtikten sonra ancak durabildiler. Tazabek kalabalık içinden kaynatasını ve Ağıntayı aradı. Kalabalığın arasından Tilevli belki sağ salim çıkmış olabilir diye yorumladı. İki üç grubun arasından bulamadı. Yeni bir grubun arasına girmek üzereydi yanından geçen birisi tanıdık geldi. ‘Nerden görmüştüm?’ dedi hatırlayamadan. O da öyle yapsa gerek, geçtikten sonra geri döndü.
– Tazabek ağabey! dedi o da sonra hatırlayarak.
– Sopıya! dedi kıza doğru atın sürerek. İkisi at üzerindeyken kucaklaşarak selamlaştılar.
– ‘Nerede görmüştüm bu yiğidi?’ diyordum, erkek gibi giyinmişsin!? Bunu nasıl anlayabiliriz? Sen kimin tarafındasın?
– Ben eskiden beri adaletsizliğe karşıyım! Onu Ruslar mı yapar, Kazaklar mı, benim için fark etmez! Tabi ki kendi halkıma ateş etmeyeceğim fakat elimden geldiğince Kazaklara yardımımı esirgemem! Çünkü ben onların toprağında yetiştim ve yaşıyorum!
– Tüh, Sopıcan! Keşke Rusların hepsi senin gibi olsaydı!
İkisi kalabalıktan ayrılarak çıktılar. Bir şey söyleyecek gibi Sopıya’ya tekrar tekrar bakıvermişti.
– Ağabey! Ne oldu? Kendi gözlerine hala inanamıyor musun?
– Hayır! dedi Tazabek hemen cevap vererek. Sana hayranlığımdan aklıma söyleyecek bir şey gelmiyor! Senin böyle yapacağını hiç düşünmemişim. Bunu anne baban, ağabeyin nasıl kabul ettiler?
– Onlar geri döndüler! Ben de Kojak’la birlikte Kazakların peşine takıldım!
– Hangi Kojak?
– Bildiğin değirmenci Kojak.
– Sığırcı Kojak mı? Neredeyse kalbim duracak!
– Tüh, bana dürüst bir Kazak’ı bulamaz mısın? Bak, işte Kojak da benim peşimden geliyor!
– Vaay! Sen Sopıya’yı nereye götürüyorsun? Gel teke tek çıkalım! dedi atından inerek.
– Gelsen gel! dedi Tazabek de karşı gelerek. İkisi bir birine yaklaşarak kucaklaştı.
– Kardeşim, nerelerdesin? Bir birimizi böyle savaşta mı göreceğiz, ne oldu böyle? dedi Kojak sesi değişerek.
– Nerede, nasıl görüşürseniz görüşün ama sağ salim görüştüğünüze şükredin! dedi dışarıdan birisi.
Elinde mızrağıyla Jomart’tı.
– Tam düşmanı yakalayacak yiğide benziyorsun! dedi Kojak dalga geçerek ve hürmet gösterdiğini belli ederek.
– Tazabek gibi korkup uzaktan ateş etmiyorum, düşmanın tam yanına gidip yüreğinden vuruyorum!
– Atın yaralanmış! Gidip yanına yaklaşabilirsin fakat geri dönmeden orada kalma!
– Düşmana dörtnala giden at düşmandan kaçmaya da yarar!
– İşte bu söylediğin doğru! Sen önceden kaçmayı düşünüp atını ayarlamışsın!
– Bakıyorum, sen benim bindiğim atı da kıskanıyorsun! Eğer güzel bir kadın alsam, o zaman kıskançlıktan patlarsın!
– Eee, yeter! Sen yenildin, dedi Sopıya Kojak’a gülerek bakıp. Senin topuzundan Jomart’ın mızrağı uzun, atından onun atı koşucu, senin kadınından onun almadığı kadın bile güzel, şimdi senin yenilmediğin başka ne kaldı?
– Hey! dedi Jomart kulak vererek,
– Sen ne zaman evlendin?
– Sen mızrağını eğlediğinde.
– Dalga geçme, doğruyu söyle, atla şakalaşsan da kadınla şakalaşılmaz!
– Sen işte benim kadınımla şakalaşıyorsun!
– Hey, bu ne! Ağzına geleni söylüyor? Kadının Sopıya mı?
– Evet! Aynen öyle, Jömeke! dedi Sopıya at üzerindeyken işaretle selam vererek.
– Bu deli ya! diye Jomart kahkahayla gülerek,
– Biz Ruslarla savaşıyoruz, bu ise onların kızını almış. Böyle yaparsam sağ kalırım diye düşünüp yaptığı kurnazlığa bak.
– Nasıl düşünürsen öyle düşün, Jomart! Senin gibi boş boş dizimi kucaklamaktansa Rus kızını kucaklamak daha iyidir!
– Jomart, konu Kojakta değil Sopıya’da! dedi Tazabek konuya girerek,
– Ruslar, Kazaklara baskın yapsa da bir Kazak’a gelin olan Sopıya’nın yaptığı hareket takdirliktir. Hayırlı olsun, mutlu olun! Ben de Allah’ın izniyle yakın zamanda evleneceğim, babam hayattayken Tilevli ağabeyin kızı Şeyi’yi istemişti. Kaynatam ile kayınbiraderimi vuruşurken gözden kaçırdım, onları arıyordum. Sopıya’ya rastladım, arkasından siz geldiniz biraz duraksadım. Hadi, gidip birlikte arayalım!
Ağıntay’ın önünde uzanan Tilevli’yi görünce Tazabek’in yüreği ağzına geldi. Sağ bacağına isabet eden kurşun kalça kemiğine saplanmış. Peşimizdekilerin eline düşmeden buraya kadar dayanıp gelmiş. Halk hekimliğinden biraz haberi olan Simtik adında bir ihtiyar eyerin altındaki keçeyi yakıp basarak kanını zor durdurmuş. Ağıntay’ın gömleğini yırtıp kalçasını onunla sardığında Tilevli gözlerini açtı.
– Ağıntay, dedi gözüyle oğlunu arayarak,
– Beni çabuk eve götür, oğlum!
Tilevli biraz kendine geldi. O an inleyerek arada huzurla yaşadığını söylüyordu.
– Kurşunu çekip alacak ya da delip çıkaracak bir sınıkçı bulsan daha çabuk iyileşirdi! dedi Simtik Ağıntay’a bakarak,
– Eğer ağrı şiddetlenmezse bundan ölmez!
– Bende iyot vardı! dedi Sopıya atından inerek. O arada birisi,
– Eyvah! diye bağırdı,
– Tepeye bakın!
– Eee, bu göç ne ki!
– Ne var? dedi hemen birisi.
– Göçün önünde giden beyaz bayrak kaldırmış atlıya bakın, koşumu tüm gümüş, güneşten parlıyor. Beyaz bayrak kaldırdığına göre biz barış istiyoruz demektir. Bizim taraftan bir topluluk değil, uzaktan geliyorla belki.
– Tüh! Çok büyük göçmüş! Yük develerinin sayısı bile yaklaşık kırk kadar, dağ yamacı koyun dolu, bir oba olsa gerek!
– Eyvah! dedi az önce bağıran ses, – Onlar imha edecek bizi!
– Tüh! Sulh isteyenler göçerler bizi neden imha etsin ki?
Tepeye çıkan birçok atlıyı yamaca saklananları göç edenler de bir anda gördüler. Göçün başındaki mavi atlı biraz duraksar gibi oldu, sonra beyaz bayrağı yere bırakıp, iki elini yukarı kaldırarak yere indi. Aniden bir gürültü koptu. Dört bir yandan karşı taraftaki sık ormana doğru koştular.
– Şimdi ne yapacağız? dedi Ağıntay şaşırarak.
– Kaynatamı bana verin! dedi Tazabek atına binerek.
Ağıntay ile Jomart ihtiyarı yerden kaldırdılar. Sopıya da yardım etti. Tilevli dişini sıkarak ses çıkarmadan dayandı. Tazabek onu kundaklanmış çocuk gibi kucağına aldı. Tepe taraftan gelen boğuk sesler gökyüzünü inletiyor gibiydi. Uçan ok vızıldıyorsa değdiğinde delerek çıkacağını Tazabek iyi biliyordu. ‘Öldürdüler! Öldüler!’ dedi ürkerek. Kalanların nereye kaçıp saklandığını ancak Allah bilir, buraları iyi bilen Tazabek sık ormana girdikten sonra, ‘düz yürü’, ‘sağa dön’ diyerek sonunda büyük iri taşın geniş tepesine götürdü. Tilevli’yi yere indirerek o arada Sopıya yarasına tekrar bakıp sardı.
– Kalçasını yarıp kurşunu çıkarsak daha iyi olurdu, yoksa iltihaplanır diye korkuyorum da ne bileyim? dedi Sopıya.
– Sen yarmasını biliyor musun? Korkmayacak mısın? diye Tazabek yüzüne şüpheyle baktı.
– Tilevli ağabey kendini vuran kurşundan korkmadıysa ben niye korkayım ki! Bende sadece alet yok!
– Onu nasıl bulacağız?
– Jalanaş’ta Sergeyçük adında bir sağlık memuru var. Kendisi gelip görse daha iyiydi! Gelemezse aletini verir!
– O zaman kaynatamı eve yetiştirelim. Ondan sonra Jalanaş’a ikimiz birlikte gidip gelelim.
– Hayır! Tazabek, sen hiç rahatsız olma! Sopıya’yı ben kendim götürüp geleceğim. ‘Sen kimi olursun?’ diye sorarsa, ben kocasıyım derim, sen ne diyeceğini bilemeden şüphelendirirsin!
– Vay be! Senin böyle kıskanacağını hiç düşünmemiştim?
– Kıskansam da kıskanmasam da eşimin başka bir erkekle gitmesine nasıl razı olabilirim?
– Tamam, tamam! dedi Sopıya yavaşça Kojak’ı omuzuyla dürterek,
– Şakalaşmayı bırakın! İlk önce yaralı kişinin durumunu düşünün!
Tazabek hemen kendi fikrini söyledi,
– Jomart ikimiz ormandan iki üç tane sırık bulup ondan sedye yapalım. Sonra kaynatam da biz de zorlanmayız.
– Ama dikkat edin! dedi Sopıya Tilevli’den biraz uzaklaşarak,
– Bu düşmanlar Fon-Berg’in cellatları olabilir! Onunla şakalaşmayın! O zalim tepenin önünde gizlenmiş olabilir.
– Berg de kim oluyorr? dedi Tazabek bir şey anlamadan Sopıya ile Kojak’a bakarak.
– Benim aslında Kazaklarla birlikte olmam o Berg’in sayesindedir. ‘Kötü kişi sırrını söyleyeceğim diye gerçeği söyler’ diyerek eğer Kojak alınmasa anlatayım sizlere.
– Anlatabilirsin, başka birisinden duyacağına, kendi kulaklarıyla senden duysun!
– Sizin haberiniz var mı yok mu bilmiyorum! Ben, Kojak’ın karısı olalı sadece bir gün oldu.
– Vaay! Ne ilginç! dedi Jomart gülerek,
– Ben bunlar çoktan evlenmiş diyordum! Hep birlikte yaşıyor, beraber oluyorlar, ne bileyim?
– Yalan söyleme, Jomart! Biz birlikte olmadık.
– Ruslar evlenene kadar birlikte yaşayabilir diyorlardı, ne bileyim?
– Şuna sus diyecek birisi yok mu, hiç konuşturmuyor ki?
– Tamam, yeter! Kaynatamdan utanmıyor musun? Berg denen zalim kimmiş öğrenelim.
– Tazabek ağabey! Onun babası da kendisi de Jarkent tarafında görev yapan kişilermiş. Fon-Berg dediğine göre kökü tam Rus olmayabilir. Dün sabahleyin babam dışarıdan üzgün geldi. ‘Dün Kazaklar Başarin ile Zubkov’un evini yıkıp kendilerini öldürmek istemişler. Ailenin hepsi ormana saklanıp sağ kalmışlar. Onlar bize de rast gelebilir! Başarin’e gidip kendi gözümüzle her şeyi öğrenelim’ dedi. Babamla ben ve ağabeyim arkasından gittik. Geldiğimizde evin etrafı asker doluydu. Saydım, Berg ile birlikte yirmi dokuz kişi vardı. Berg iki yardımcısıyla birlikte Başarin’in yanında oturuyordu. Babam durumu sormuştu, o an Berg bir başladı. Allah’ım, öyle övünen birisini hayatımda görmemiştim. ‘Beni Bakan Kravçenko’nun kendisi gönderdi, dedi tam Çar görevlendirmiş biri gibi. Kazaklar ‘Rusların arı kovanını yıkıp kendilerini de dövüyormuş. Gidip dağıtın onları’ diye emir vermiş Kravçenko. Sonra hemen yola çıkıp Karkara’dan Taldıbulak’a gece bir gibi gelmiş. Gece iki gibi Kazak güvenliğiyle karşılaşıp onu vurmuşlar. Tam savaşta gibi övünüyordu. Konuşmalarına dikkat edilirse Kazaklarla Ruslar arasında çok zorlu bir savaş oluyor gibi. Sabah beş gibi Tüp nehrinden geçip bir köye girmişler. Köyün dışında duran iki nöbetçiyi de vurup öldürmüşler. Onlar nöbetçi mi yoksa öylesine giden yolcu mu onu sadece Allah bilir. Çünkü onlar Berg’e karşı gelmemiş. Berg onlarla ne yaklaşmış ne konuşmuş, gürünce hemen vurmuşlar. O iki nöbetçinin feryat seslerinden köy uyanıp bunlara karşı öylesine ateş etmişler. Berg’in yaverleri köye baskın yapıp sabahleyin tatlı tatlı uyuyan Kazakların yaklaşık ellisini öldürmüşler. Kendisi, ‘Kazakları öldürdüm’ demiyor da ‘isyancıları öldürdüm’ diye övünüyordu. Bak, gördün mü onun isyancı dediği köylüler olaylardan habersiz uyuyan Kazaklardır. Diğerleri ise her şeyini bırakıp dağa kaçmışlar dedi hiç utanmadan. Silahsız kadın, çoluk çocuk başka nereye kaçsın ki? Dağın sığınak bir yer olmasına da şükürler olsun! Zor dayanıp dinliyordum, çok sinirlerim bozuldu. Sanki silahlı askerlerle savaşıyor gibi övünüyordu. ‘O saldırıda Aysa diye bir Taranşı4 cesurluk gösterip iki isyankâra ateş etti’ diye övündü. Silahsız Kazaklara saldırmayı cesurluk sayan akılsız kişiye ne dersin?
– Onların arasında Taranşı ne yapıyormuş? Kazaklara karşı onun ne kini varmış?
– Onu ben nereden bileyim Jomart! Berg’in kendi söylediği, işte! O köye saldırdıktan sonra başka köye gitmişler. ‘O köydekiler bizi görünce hemen mızraklarını ellerine alarak bize karşı çıktılar’ dedi Berg. Bunun isyancı dediği kişileri gördün mü, hepsi kendi köylerinde sakin yaşayan Kazaklar! Onun askerleri ikiye bölünüp köyü kuşatarak hepsini öldürmüşler. ‘Savaşta seksen kişiyi öldürdük ve on ikisini de yaraladık’ diyor hiç çekinmeden. ‘Savaşta’ diyor hiç utanmadan, sanki Kazaklar ellerine kılıç alıp başkaldırmış gibi! Dediğine göre burada da sağ kalanlar dağa kaçmış ve evlerini de yakmışlar! Fakat evin çoluk çocuk ve kadınlarının nereye gittiğinden hiç bahsetmedi. Karkara’ya doğru giderken yolda kendi elleriyle dört kişiyi öldürüp, on evi yakıp ve Başarin’e geldiği anmış. Ben dayanamadan, ‘Evi yaktığında o evin çoluk çocuğunu, kadınını nereye gönderdiniz? Yoksa onları da mı yaktınız? demiştim. Berg hemen yerinden kalktı. ‘Düşmanın çoluk çocuk, kadını olmaz yoksa onlara mı acıyorsun? dedi bağırarak. Ben de yerimden kalkarak ‘Savaş alanında kendinizle savaşan düşmana değil Rusya’nın kendi halkına, öz yurdunda kendi köyünde, kendi evinde uyuyan halka saldırdığın için hiç utanmıyor musun? En azından askerinin birini öldürdüğü için saldırdıysan o zaman anlarım. O zaman söyler misin o kadar insanı ne sebeple öldürdün? dedim. Titreyerek iki üç kere elini silaha götürerek ne yapacağını bilemeden çok sinirlendi. Sonunda, ‘Of, hain!’ dedi başını sallayarak. ‘Dikkat et, kelimelerine, görgüsüz! Baba! Ağabey! Sizler de mi bu zalimle birliktesiniz? Günahsız, silahsız halkı öldürdüğü için gururlanan sizin gibi Rus askerine lanet olsun! dedim ve evden çıkıp gittim.
– Vaay! Kurbanın olayım Sopıcan’ım! Hey! Sen öyle yapmazsan Sopıya olmazdın? ! diye Tazabek kucağına aldı. Dayanamayıp gözlerinden yaş aktı.
– İşte bu, cesaret! dedi Jomart gülümseyerek,
– O zaman babanla ağabeyine ne oldu? Onun yanında kaldılar mı yoksa seninle birlikte gittiler mi?
– İkisi peşimden koşarak yetiştiler. ‘Nerede, nasıl konuşacağını bilmiyorsun. Kendi devletine kendin karşı koyuyorsun. Onu da Kravçenko’yu da devlet görevlendiriyor ki? diye babam azarladı. ‘Artık bizi ne Kravçenko ne Kazaklar korur, boşuna öleceğiz’ diye ağabeyim kızdı. Sonra düşündüm ki, artık bu evde bana huzur yok. Üzerime giyecek bir şeyler alıp ‘Kojak neredesin?’ diye evden çıkıp gittim.
– Babanla annenin Kojak’la evlendiğinden haberi var mı?
– Haberi var ya da olmayabilir! Evden çıktığımda annem, ‘Kızım, nereye gidiyorsun?’ diye sormuştu. Ben de ‘Kazaklara’ dedim. Ama onu nasıl anladı bilmiyorum. Kojak’la ikimizin evlenmesinin sırrı işte bu Jomart ağabey!
– Eee! Berg zaliminin faydası Kazaklara olmasa da Kojak’a dokunmuştur.
– Az önce gelen barışçı göçerlere de saldıran onlardır. Onlar, Kravçenko’nun buradaki dalkavuklarıdır. Eminim ki yarın, ‘Beyaz bayrak tutan göçerlere değil isyancılara saldırdım’ diyerek övünecektir! Ona çok dikkat edin Tazabek ağabey! Kazakların sık ormana saklandığını gördüler ve oradan mutlaka çıkacağını da bilip bir yerde gizlice gözleyebilirler!
– Biz de gizlice gidip bakarız. Sedyesiz kaynatamı atla götüremeyiz.
* * *Gizli gizli saklanarak tepeden aşağı indikten sonra Tazabek ile Jomart çalılığa sığınıp kulak kabarttılar. Şüphelenecek bir şey duymadılar.
– Ormanının içinden yukarıdan bakalım, dedi Jomart. İkisi tekrar ormana girdiler,
– Berg denen zalim Taldıbulak’ın etrafındaki kimseyi sağ bırakmamış! Onları da mı yok etmiş, yoksa kaçmışlar mı?
– Belki akrabalarının yanına sığınmak için gitmiş olabilirler?
– Ben de öyle tahmin ediyorum! Daneker’in ailesi Tasaşı tarafındaydı. Doğruyu öğrenecek kimse bulunamadı. Bulsam senden müjde isterdim!
– Tamam, kabuk tutmuş yarayı kaşıyıp ne yapacaksın? Şaka yapayım derken Şeyi’nin kalbini kırarsın.
– Tek başımıza olunca hatırlatmak istedim, yoksa gözünün tuttuğu herkesi kendine bağlıyorsun!
– Hayır, artık müsait değilim! Hepsi senin olsun.
– Şimdi hepsi karışık oldu! Kadını düşünmeyi bırak da kendimizi koruyabilir miyiz? Onu da sadece Allah bilir.
– Bekle!
– Ne oldu?
– Kulağıma bir ses gelir gibi oldu.
– Evet, birisi inliyor. Buradan geliyor ses!
Ilgın ağacının yanında kunduz kaftan giymiş bir delikanlı kana bulanmış yatıyordu. Sağ kolunda kılıç yarası var. Tazabek derhal atından inip damarını tutup göğsünü dinledi.
– Yaşıyor! dedi sevinerek.
– Hemen koş Jomart, Sopıya’yı getir!
– Kendin git ya! Ben orayı tekrar bulamayabilirim!
Tazabek koşarak acil Sopıya ile Kojaş’ı getirene kadar delikanlı ebediyete yürümüştü.
– Çok kan kaybederek ölmüş! Biraz erken bulsaydık belki sağ kalabilirdi. İleri gidip bir bakalım belki başka birilerine yardımımız olabilir.
İlk başta ürkerek, yalpalıyorlardı, biraz sonra alışmaya başladılar.
– Eyvah! Etrafta kimse yok ki! dedi Kojak tepe tarafa bakarak,
– Sanki hiçbir şey olmamış gibi!
– Eyvah! Orada birisi var!
Hepsi Jomart tarafına baktılar. Toplanan dokuz ceset dağınık eşyalar gibi yatıyordu. Ateş etmemişler fakat birisinin başına kılıçla iki üç kere vurmuşlar, diğerlerini de birkaç kere süngü batırarak öldürmüşler. Cesetlerin ellinde veya yanında ne topuz ne mızrak vardı sadece ileride yatan bir kişinin kamçısı elindeyken bayılmıştı. Dokuzunu da bir asker mi öldürdü acaba? diye düşündü Tazabek. Kaçan kalabalığı kovalayarak arkasından sırayla vurmuş olabilir. Aniden atı durdu, kendine gelip aşağı bakınca, birisi beynine iğne batırmış gibi, titreyerek ürperdi. Tam önünde yüklü bir kadın paramparça yatıyordu. Kılıç koltuğunun altından değip kadının karnını darmadağın etmişti. Kana bulanmış henüz rahmin zarı yırtılmamış bebeği görünce gayri ihtiyari bağırıverdi.
– Zalimler! dedi sesinin çıktığını ya da çıkmadığın kendisi duymadan. Sesi gırtlağından değil yüreğinden çıkar gibiydi. Gözü yaşla doldu bir şey göremedi. Bir şeyden ya da birisinden yardım isteyecek gibi etrafına bakıp at üzerinde sendeledi. Bir kişi öldüğünde kardeşim diye tüm Kazaklar ağlardı, şimdi hepsi ölünce nerede bunlar? Hepsi mi öldü yoksa vicdanları mı öldü? Vicdanı öldüren ne, korku mu yoksa? Korku, ölümün kendisinden de mi korkunç? Dirinin çektiği eziyet ölümden daha ağır, daha zor olabilir? Ondandı belki kendisinin de gözyaşları çıkmadan ağladığı? Fakat böyle yapan zalimlere mazlumun cevabı nedir? Ona tek cevap intikam almaktır. Tüm dağ yamacı dolu cesetti. Çoğunu başından, gövdesinden, içinden, birkaçını dört beş kere vurup, süngü batırıp, köpek silkeler gibi paramparça yapmışlar. Anlatsa inanılmayacak bir vahşetti. Rusların o kadar düşman olup kinlenmesinde bu zavallıların ne suçu vardı? Erkekleri karşılık verdi diye öldürebilirler, fakat kızları, kadınları, anaları, çocukları kılıçla öldüren asker nasıl asker olabilir ki? Ona insan demek içinden bile gelmiyordu. Katiller! Sadece katil değil vahşi katiller. Kazak olduğu için ölen zavallı gençler. ‘Ateş edin!’ diye zalim Berg emir verebilir fakat önünde kadın olduğunu ve onun yüklü olduğunu görünce elindeki silahını indirmeyen hangi hayvandı? Ona nasıl asker denebilirdi? Kadını düşman görecek kadar başlarına ne bela gelmişti bunların? Maksatlarının dünyadaki Kazakların hepsini yok etmek olduğu bellidir. Yoksa asker, karşısına çıkan askerle savaşmaz mıydı? Savunmasız halkla, çoluk çocukla, karıyla, kocayla ne işi vardı?
Tazabek’in beyni de duygusu da taş gibi katılaşmıştı. Bazı cesetlere bakmadan geçip gidiyordu. Baka baka gözü alışmış, korka korka yüreği yorulmuş, vicdanı da katılaşmış ölen insana kendisi de ölmüş bir gözle bakıyor gibiydi. Hevesle, zevk alana kadar öldürmüşler. Kurt, koyunu yemeden sadece öldürürdü, bunların hareketleri ona benziyordu. Suçsuz, günahsız birçok insan, birçok ömür bir anda gitti. Onu kim sayar, kim sorar? Allah neden bunların yaşamasını çok görmüş? Kazakların günahı ne? Uysal olduğundan mı yoksa kendilerini koruyamadığı için mi?
Korku, ölen kişinin gözüne saklanarak göz bebeğinin içine girip öldürürmüş. Bir insanın nasıl öldüğünü gözlerinden anlarsın. Hepsinin gözü yuvasından çıkmış gibi ama o çıkana kadar insanın canı çıkıp gidermiş. Her cesede baktığında kendin de ölürsün. Her cesedin göz bebeği öldüğü anı apaçık gösteriyordu. Bu ihtiyar kendisinin öldürüleceğine inanmadan ölmüş gibi görünüyor. Kalpağı bir yerde, kendisi başka bir yerde yatıyordu. Şakağından değen kılıç baş kemiğini kulağıyla birlikte ikiye ayırmıştı. Başka birisinin göz bebeği, ‘Bana ne oldu?’ der gibiydi. Bir kadın kocasına doğru elini uzatarak düşmüş. Beni koru mu dedi yoksa kendini koru mu demek istedi, zavallı! Nasıl olsa kolu uzun Çarın, bu karı kocayı Mınjılkı’nın tepesinde kovalayarak sonunda öldürmüştü. Bunları Berg mi öldürdü yoksa Berg’in sahibi mi? Emri Çar verdiği için o suçludur.
– Yaşayan hiç kimse kalmamış, yaralı olanın hepsini kana boğarak ölmüşler! dedi Kojak iç çekerek.
Tazabek atını durdurdu. Diğerleri de durdular.
– Cesetleri sayıp çıkalım, artık dolaşıp ne yapacağız? Bu gördüğümüzü unutursak bizi atalarımızın ruhu affetmez. Gidelim!
Bunlar hareket etmek üzereydi, Sopıya,
– Bekleyin! dedi nefesi kesilerek. Hepsi hemen dönüp baktılar.
– Bu cesetlerin önündeyken yalvarıyorum, bundan sonra bana Rus demeyin! Bugünden itibaren ben Kazak’ım. Kojak razı olursa Müslümanlığı da kabul ederim. Kazakların geliniyim ve Kojak’ın karısıyım. Alban’ım, Sofiya da değilim, Sopıya’yım. Benim anladığım kadarıyla Kazakların çekeceği daha geridedir. Taldıbulak’ın postanesinde oturduğumda kendi kulaklarımla duymuştum, Kazaklarla Kırgızları cezalandırmak için Jarkent’ten, Vernıy’dan, Taşkent’ten, Bişkek’ten her gün yardım istiyorlardı. Şimdi Kazakların yaşadığı bu ise o yardım gelince ne olur? O yüzden Çin’e kaçmak ölümden kurtulmaktır! Benim fikrim Kazaklar için sağ kalmanın başka yolu yoktur!
* * *Tilevli’yi Orta Merki’ye yetiştirene kadar akşam olmuştu. Ertesi gün Jalanaş’a gitmesi için Kojak ile Sopıya orada konakladılar, Tazabekle Jomart ise geceleyip İki Aşa’daki kendi köylerine geldiler. Annesiyle Jameş daha uyumamışlar, bunların sesini duyunca kardeşi koşarak dışarı çıktı.
– Bir gidince uzun süre kayboluyorsun, nerelerdesin? diye hemen üstüne geldi,
– Annemle ikimiz meraktan ölecektik! Ben, ‘Şeyi’nin köyüne gidip yanında durmuş çıkamıyor olabilir’ diye düşündüm’. Annem ise ‘Karkara’ya gidip başına bir şey gelmesin’ diye korktu. Senin nereye gittiğini öğrenmek bizim için bilmece çözmek gibi oldu.
– Annemin de senin de düşündüklerin doğru! Karkaraya da gittim Şeyi’ye de uğradım. Sohbeti eve girdikten sonra yaparız, önce Jomart ağabeyinle selamlaştın mı?
– Ooo, ağabey! Nasılsın? Kendi ağabeyimi sağ salim gördüğüme sevinip sizi görmemişim!
– Kızlara baktıracak özelliğimiz olmadığı için zavallı biz nasıl öfkelenebiliriz?
– Eyvah! Jomart ağabey öfkelenmiş, şimdi ne yapsam? Küsmeyin, bundan sonra ilk sizinle selamlaşırım.
– Tazabek’i kucakladığın gibi beni de kucaklayarak selamlaş!
– Baş üstüne! Öyle yapacağım!
Tilevli’nin durumunu duyunca Kalişa çok üzüldü.
– Heeey Allah’ım! Neden bu belalar bizim başımıza geliyor? Şeyi’yi yine yakın arada eve götüremiyoruz? ! Jameş, git sen semavere çay hazırla, Jomart evladım çay içsin!
– Anne! Ben Jameş’e küstüm! dedi Jomart.
– Niye? Sana karşı bir şey mi dedi?
– Karkara’da Tazabek silahla, ben ise mızrakla dörtnala gittim! İşte benim hayatım Tazabek’ten daha tehlikedeydi. Fakat Jameş kendi ağabeyinin sağ salim geldiğine sevindi de bana hiç bakmadı! Bu yaptığı doğru mu?
– Yanlışlık yapmış! Ey Jameş! Jomart’ın gönlünü al, tatlılarını getir de güzelce çay ver!
– Baş üstüne anne, hazırlıyorum! Büyük insanın öfkesi de büyük olurmuş. Eve girmeden başlamıştı hala bitmedi. Jomart ağabey! Küsmeyin, ağabeyim yanında senin de sağ olman için annem de ben de dua ediyoruz.
– Şimdi bu lafından sonra öfkem dağıldı. Artık Tazabek’le ikimize hiçbir kurşun değmez! Kadının duası Allah’ın kulağına erkeklerden önce yetişirmiş!
Tazabek gülüverdi ve
– Onu hangi kitaptan okudun? dedi.
– Okuyanlardan işittim.
‘Bu, kardeşime bir kur mu acaba?’ diye Tazabek şüphelendi, öfkelenmeden kendine geldi. Ertesi öğleyin ikisi Orta Merke’ye doğru yola çıktılar. Yoldayken Jomart, ‘Kardeşin Jameş çok şımarıkmış!’ dedi. ‘Hım’ deyiverdi sadece Tazabek.
Kojakla Sopıya Jalanaş’tan çok geç geldiler.
– Neden geç kaldınız? dedi Jomart onlar attan iner inmez.
– Yaaa, Jomart! Sağ salim geldiğimize şükret! Kojak herkese elini uzatarak selam verirken durumu da anlattı,
– Onlar tam zalim bir Rus olmuş! ‘O Kazak nerede yaralanmış? Ruslarla vuruşmuşsa sen neden o Kazaklara acıyorsun? Bu yanındaki kim, kocan mı? Kazak’tan önce senin kendini öldürmen gerekir!’ diye Sopıya’yı azarlamaya başladı.
– Aletleri verdi mi? dedi Tazabek sabırsızlanarak.