“1979 yılında Almatı’ya gittiğimde Edebiyat Enstitüsünü sizinle okuyan Kazak yazarları Satar Seythazin, Capar Ömürbekov ile tanıştım. Onlar; sizin Auezov ve Aragon ile Moskova’da görüştüğünüzü anlattılar.”
“Auezov ile bir kere olsun fotoğraf çektirmemişim. Hepsi sonsuza kadar yaşayacakmış gibi önemsememişim. Tek fotoğrafım var…”
Sözümüz kesildi, Hoca derin bir düşünceye kapılmış gibiydi. “Nasıl bir fotoğraf acaba?” diye merak ediyordum.
Sonra gördüm o fotoğrafı, Auezov’un tabutunu sırtında taşırken biri çekmiş. Bu çok acıklı bir fotoğraftı. Hoca’nın niye sessiz kaldığını o zaman anlayabildim.
Konuyu değiştirdik.
“Köyden gelen kızların şehirde yaşaması zor oluyormuş. Benim danışmaya birisi geldi gitti, doktormuş. Söylediklerini dinlerken şaşkınlıktan tüylerin diken diken olur. Aile kuramadan, bebeklerini doğumevlerine bırakıp kaçanların sayısı çoğalmış. Çocuğun vebali kimedir, bebeğin suçu nedir?!”
Hoca sanki hırslanmış gibiydi. Ben ne diyeceğimi bilemiyordum, yavaşça yürüyorduk.
“Isık Göl’e gidiyor musun?”
“Bazen.”
“Öyle bir yer bulamazsın. Hiç değilse gölümüzü temiz koruyabilsek. Gideceğim diyorum; ama gidemiyorum. İşlerim çok.”
O sırada Ormon geldi, eve girdik. Yanımda dört kitap getirmiştim imzalattırdım (Askar, Gülmira, Ulugbek ve Aygül için). Hoca’yla birlikte C. Cumanov’un resmini duvara astık. Resimde yayladaki yurt çizilmişti.
* * *9 Mayıs. Zafer Bayramı’ydı. Çocuklarla dersimiz her zamanki gibi devam ediyordu. Eldar ile Şirin masallardan hoşlanıyordu, özellikle çocuklar için yazılmış şiirleri bulmak da zordu. Basit bir şekilde ve çocuklar için gerekli seviyede yazmak, her yazarın elinden gelebilecek bir şey değildi. ‘Bayçeçekey’, ‘Kırgızstan Pioneri’, ‘Caş Leninçi’den arıyoruz. Bir gün Hoca da bu konuda bana soru sormuştu: “Çocuklar için yazanlardan kimler var?”. A. Kadırov, B. Asanaliev, K. Cunuşov’un isimlerini söyledim; ama gerçeğini söyleyecek olursam onların bütün eserlerini bilsem de şiirlerinden bir satır olsun ezbere bilmiyordum.
“Çocuklar için yazan şairlerin, şairlerin şairi olması lazım.” demişti. O günden beri şiir ezberleriz.
“Karagat (Frenk üzümü) karagat
Olgunlaşmış eğilip
Kırmadan ye
Kırman işe yaramaz”
Çocuklar birbiriyle yarışarak okuyunca Hoca’nın neşesi de yerine geliyor: “Aferin!” diye tekrarlar dururdu. Çocuklarına bu şekilde muamele edişi, yaptığımız işin başarılı bir şekilde ilerlemekte olduğunun göstergesiydi.
Bugün de marangoz Anataliy gelerek duvara birçok resim astı. Azerbaycan’ın meşhur ressamı Djavadov, 2x3 metre boyutunda bir resim göndermiş. Bu resim duvarın bir tarafını tamamen kaplamıştı. Ressamın tekniği ilginçti. Resme baktığında ne olduğunu hemen anlayamıyordun. Boyaları açıktı. Resim insanı büyülüyordu. Biraz küçük olan resimde ise Karanar’ı çizmişti. Çok kaliteliydi. Yine başka birçok resim asıldı.
Ukrayna’daki nükleer santralin patlamasına çok üzüldü: “Bir insanın ölümü bile büyük bir trajedidir; bazen birçok insan öldü, dediğimiz oluyor”.
Ben fazla durmadım. Kazak tiyatrosunun ‘Toprak Ana’ adlı oyununu bugün televizyonda göstereceklerini söyledim.
Hoca, akşam evi arayarak tiyatro oyununun saat kaçta olacağını sordu.
* * *Kırgızistan Yazarlar Birliğinin 8. oturumu olurken, Tukay’ın doğum yıl dönümü kutlaması için davetiye aldı. “Benim yerime sen git.” dedi. Fakat kutlamaya yetişecek gibi değildim, uçak biletim de yoktu; amacıma ulaşamadım.
Oturum canlı bir şekilde devam ediyordu. Colon Mamıtov bildiri sundu. Konuşma yapanların çoğu önemli meseleler üzerinde duruyorlardı. Ben Hindistan’dan gelen Nasar Şakil ve İngiltere’den gelen bilim adamıyla birlikte oturuyordum. Şirin’i Hoca bana teslim etmişti. İki misafir filarmoninin salonuna şaşkınlıkla bakarak bir şeyler karalıyorlardı.
Ara verildiğinde misafirlerimiz yorulduklarını söyleyerek misafirhaneye geçtiler. Aniden Hoca’yla karşılaştım. Cebinin birini boşaltınca avucunda bir sürü kâğıt parçaları çıktı. İkinci cebinden de bir kâğıt parçası çıkararak: “Seni biri şikâyet etmiş. İsmini söylemek istemiyorum; çünkü sonradan özür diledi. Hiç alakasız bir mesele için şikâyet etmiş. Aytmatov’un eserlerini çevirmek istiyorum; ama o izin vermiyor, demiş.”
“Aytmatov’u çevirmek senin elinden gelmez.” demiştim. Hoca’dan bunu duyunca biraz rahatladım. “Ağır bir suçu üzerime atarak, suçsuzu suçlu yerine koymuş.” diye düşünmüştüm.
Diğer cebinden çıkanları Hoca masasının üzerine koymuştu. İncelediğimde bunun gibi birbirini suçlamalar az değildi.
Bu şekilde arkadaşlarını gizli bir şekilde kötüleyenlere şaşarım. Bazı yazarlardan artık gönlüm soğudu. Akşamki yemeğe Hoca beni yanında götürdü. Arabada giderken, Tukay’ın kutlamasına yetişemeyeceğimi söyledim ve hakkımda yapılan konusunda gereken açıklamayı yaptım. “Hmm, tamam.” dedi. ‘Narın’ restoranına gittik. K. Akmatov, T. Abdumomunov, O. Sultanov, C. Mamıtov, K. Cusupov, Ö. Danikeev bizi bekliyormuş. Onlar bana biraz dikkatle baktılar; çünkü daha iyi tanımamışlardı. Üst kata çıktık, misafirler de oraya geldi. Hoca, D. Kugultinov, B. Bedyurov gibi diğer misafirlerle görüştü. Onlar da Hoca’ya sanat hayatında başarılar diledi.
Ertesi gün çocukları alarak ‘Manas’ havaalanı tarafına gittik. Misafirleri karşılarken oradaki bahçede çiçekleri görmüşler. O manzarayı çekmek için gelmişiz. Abla çiçekleri kamerayla çekiyordu. Hoca’ya, Altay’a gittiğimde Borontoy Bedyurov’un evinde kaldığımı ve O. Şestinski, M. Kiliçiçakov gibi şairlerle tanıştığımı söyledim. Borontoy’un “C. Aytmatov’a” adlı Al-tayca yazılmış şiirini gösterdim ve okudum.
“Size, kahramanlarınıza yazılan şiirler oldukça fazla. Toplayıp bir kitap haline getirmek istiyorum.”
“Gerek yok!”
Böyle bir cevap beklemiyordum. “Keşke söylemeseydim.” diye düşündüm. Biraz bekledikten sonra:
“Hocam, o şiirleri ben beş yıl öncesinden biriktirmiştim. Gazetelerden, dergilerden ve kitaplardan aldım. Her biri başka bir yerde yani dağınık halde. Onları toplayarak okuyucularınıza sunsak fena olmazdı.”
“Öyleyse yayınevi kendi karar versin. Gerekli midir, değil midir baksınlar.”
“R. Gamzatov, M. Dudin, D. Kuguldinov, K. Kuluev, K. Kurbannepesov, Şukurulo, S. Eraliev…” diye saymaya başladım. “Sadece bunlar da değil, besteci İ. Cakanov da Daniyar’ın şiiri, Cemile’nin şiiri, Asel’in şiiri şeklinde besteler yapmış.”
“Besteyi dinlemiştim, kulağa hoş geliyor. Kazaklar, Kırgızların özel bestecisine dönüştü. Onun halk arasında yayılmasının üzerinden yirmi yıl geçti sanırım.”
“1963 yılında siz Lenin Ödülü’ne layık görüldüğünüzde Kazak televizyonuyla radyosu buluşma hazırlamışlar. İlk defa o zaman çalınmış. O günkü fotoğrafınız bende var.”
Eve erken döndük. Hemen söylemek isterim ki eve gelir gelmez şiirleri toplamaya başladım. Yayınlanması için yayınevine götürdüm; ama kabul etmediler.
Yayının editörü S. Şatmanov’la birlikte Yazarlar Birliğine giderek S. Cusuev, K. Akmatov, O. Sultanov’a şiirleri incelemelerini teklif ettik. Nesil bölümünde ele alındı. Esasen beğenildi. Alınacaklar alındı, eklenecekler eklendi. Yazarın 60. doğum yıl dönümü kutlaması için yayına hazırlandı. 1989 yılında kitap ‘Izaat’ adıyla yayınlandı.
* * *Hoca, Şirin ve abla Moskova’daydı. Eldar anneannesi ile kalmıştı. 15-16-17 Haziran’da telefonla görüştük. Asıl mesele Eldar’ı Moskova’ya ulaştırmaktı. 18 Haziran’da ikimiz uçakla Moskova’ya gittik. Hoca arabasını uçağın yanına kadar getirtmişti. SSCB’nin Yüksek Meclisi’nin vekili olarak buna izni vardı. Milletvekili odasına gittik ve su içtik. Valizlerimizi aldık. Hoca büyük bir çanta getirdi. Kırgızistan’dan bizimle birlikte gelenlerin hepsi ona bakıyordu. Yol boyu sohbet ettik. Isık Göl hakkında ‘Sots İndustriya’ gazetesine verdiği röportajın ‘Sovettik Kırgızstan’ gazetesinde, N. Şakil ile olan röportajın da ‘Kırgızstan Madaniyatı’ gazetesinde yayımlandığını söyledim.
Eldar’ı seviyordu, özlemiş olmalı. ‘Moskva’ otelinin yanında durduk ve restoranda yemek yedik. Bol miktarda yemek söyledi, hepsinin tadına baktık ve eve geçtik. Yanımda getirdiğim gazeteleri verdim ve otele geçtim.
Ertesi gün öğleye doğru Hoca’nın yanına gittim. Gende-Rote adlı fotoğrafçı vardı yanında. Birlikte fotoğraf çektirdik. O fotoğrafı sonra Hoca bana verdi. Gazeteleri okumuş, iki yerde ‘Ulu yazar’ diye geçiyordu. “Ulu, kelimesini kullanmak olmaz.” diye uyardı. Musa Murataliev’i arayarak Kırgız gazete ve dergilerinde ‘ulu’ kelimesinin kendisi için kullanılmamasını söylememi istedi. Aslında gazetelerin içeriklerinin genel olarak iyi olduğunu söyledi. O sırada birisi, Hoca’yı ve T. Sıdıkbekov’u ‘milliyetçi’ diye yukarıya şikâyet etmiş. Bu şikâyetçi: “Kırgızistan Yazarlar Birliğinin 8. oturumu Kırgızca yapıldı. Dil meselesini ele aldılar.” diye şikâyet etmiş. Hoca da iki üç gündür Kremlin tarafına bu konuda açıklama yapmaya çalışıyormuş.
Isık Göl Formuna davet edilecek misafirlerin listesi hazırlanıyordu. Bolduin, Tofller, Kurasova, Fellini… Benim aklım Garcia Marquez’te idi. Listede vardı; ama işaretlenmemişti.
“Hocam, Marquez gelecek mi?”
“Bilmiyorum. Nerede olduğu belli değil, haberleşemiyoruz…”
“20 Haziran’da ailesiyle birlikte Riga’ya gitti… Yurmala’da tatil yapacaklarmış. Ondan sonra yurt dışına Finlandiya’ya gideceklerdi. Ben ve meşhur sanatçı A. Zolotov birlikte onu tren garına götürdük…”
* * *29 Ağustos’ta yurt dışından geldiler. K. Akmatov, Ş. Usubaliev ile onu havaaalanında karşılamaya gittik. Finlandiya’da ‘Kıyamet’ romanının filminin çekilmekte olduğunu söyledi. ‘Literaturnaya’ gazetesinde yayımlanan ‘Ötölgölüü Ömür’ (İ. Rişina ile olan sohbeti) adlı makalesi üzerine konuştuk. Ana dil meselesi ülkemizde ilk kez ele alınıyordu. Bu konu hakkındaki fikrini çekinmeden belirtmişti. ‘Kıyamet’in yazılışı ve Bulgakov’un ‘Master ile Margarita’ adlı romanı hakkındaki fikirleri de vardı. Kırgız gazeteleri de bunları yayımlamıştı. Biriktirdiğim malzemeleri teslim ettim.
Gürcistan’daki film yapım ekibinden bir heyet gelerek ‘Kıyamet’ romanındaki ‘Cetinin Biri’ (Yedinin Biri) bölümünün filmini çekme konusundaki fikirlerini ilettiler. Hoca onların fikirlerini kabul etti ve kendi tavsiyelerini de onlara iletti. Gürcü şair Nanoşvili hakkındaki fikirlerini de söyledi. ‘Cemile’ adlı uzun hikâyesi üzerine makale yazdığını bildirdi.
‘Delbirim’ adıyla basılan ‘Al Yazmalım’ adlı uzun hikâyesi üzerinde durdu. Yazar eserin yeni isminden hoşlanmadı. Belki de ‘Al Yazmalım’ denmesine alışmıştı. Bununla birlikte bir başka eserinin isminin ‘Gülsarat’ şeklinde birleşik yazılması da hoşuna gitmemişti. ‘Gözden Geçen Kıyılar’ adlı kitabın isminin de ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’ olarak kalmasından yanaydı. ‘Gün Olur Asra Bedel’ yerine de ‘Yüzyıldan Uzun Bir Gün” adının kullanılmasının daha doğru olacağını söylüyordu. Fakat, bunların hepsi yazarın istediği gibi kullanılmıyordu. Hoca kendi görüşlerinden dönmeyeceğini bildirdi…
17 Eylül. Lenin Kütüphanesine yürüyerek gittik. C. Mamıtov, K. Moldobaev ve R. Otunbaeva da oradaydı. Yurt dışından gelecek olan misafirlerin fidan dikme merasiminin nerede olacağı belirlenmişti. Hoca, programı en küçük detaylarına kadar anlatmaya çalışıyordu. Düşündükleri gerçekleşmiş gibi herkesle sakin bir şekilde sohbet etmeye başladı ve benimle C. Mamıtov’u Yazarlar Birliğine gönderdi.
O sıralarda C. Mamıtov Çin’deki Kırgızları ziyaret edip gelmişti. Onlar, C. Mamıtov’la Hoca için kitaplar göndermişlerdi. Kitaplar Arap alfabesiyle yazılmıştı. “Sen bunları Cengiz Hoca’ya vermeden önce fotoğrafını çekerek ‘Kırgızstan Madaniyatı’ ya da ‘Sovettik Kırgızstan’ gazetesine haber olarak ver.” dedi şair. ‘Sovettik Kırgızstan’ gazetesinde kitapların resimleri yayımlandı (28 Eylül, 1986).
* * *‘Kıyamet’ romanını okuduktan sonra sabrımın tükendiği ve heyecandan yerimde duramadığım iki üç gün geçirdim. Romanın final bölümü beni çok etkilemişti. Akbara’nın, Kenceş’in ve Boston’un hayalleri aklımdan silinmiyordu. Çıkışı olmayan bir karanlığa saplanmış gibiydim. Yeryüzündeki her şey tamamen yok olmuş, yaşam durmuş gibiydi. Yaşadığımı hissetmiyor gibiydim. Makale yazmaya başladım. Bütün içimdekiler kâğıda dökülüyordu…
Ertesi gün Isık Göl Formuna gelecek olan misafirleri karşılamamız gerektiği söylendi. Gece boyunca gelen misafirleri yerleştirmiştim. Akşam saat 19.00’da Hoca’nın bahçesinde misafirleri karşılama ve eve getirme görevi de bana verilmişti. Hoca da onları beşinci katta karşılayacaktı. Aslında güneşin erken batmasını istiyordum; fakat bu durumda zaman geçmek bilmiyordu.
Yepyeni arabalar birbirini takip ederek durdu ve her birinden ikişer insan iniyordu. Sonradan anladım ki misafirlerin yanındakiler tercümanlarıymış. Kime ne diyeceğini şaşırıyorsun. Yol gösterdim. Kadınlar asansörle, erkekler de merdivenle çıktı. Hoca’nın neşeli ve gür sesinden misafirlere karşı samimi davrandığını hissediyordum.
Masa uzun bir şekilde hazırlanmıştı. Masanın üzerindeki çeşitli yemeklerden, isteyenler istediklerini tabaklarına koyduktan sonra ayakta durmak isteyenler ayakta, oturmak isteyenler de oturarak sohbet ediyordu. Eğer biri herkesi ilgilendiren bir konuda bir şey söyleyecekse onların dikkatini çekerek kısa konuşmalar yapıyordu.
Misafirlerin neşesi yerindeydi. Hoca, her birinin yanına giderek onlarla sohbet ediyordu. Fotoğrafçılar da o anı yakalamaya çalışıyordu. Hoca, kendi halindeyken Kırgızca şarkılar mırıldanıyordu: “Manas, Manas olduğu…”
Federiko Major aniden bu şiiri yazıvermişti:
“Ak kar kaplanan tepeler
Güneş nuruyla parlayıp
Durduğu anda dibi olmayan
Isık Göl’e yansıyarak
Kıyıdaki yapraklar ile çiçeklere sonbahar çeşitli renkler ve sayısızca göz kamaştıran güzelliği getirdi.
Ve o güzellikten nazik ilkbaharın genç fidanı gibi faydalı oldu aniden parlayan bir ümit.
Korkmayan, çekinmeyen gençliğin gücü ile kaynaşarak, alay dolu şüphelerden yorulan yüzümüz onun parlayan nurlarına büründü.
Muhteşem güzellikteki Isık Göl’ün kıyısında hepimiz, güzelliğe sunuyorduk ellerimizi…
Şiir, herkes tarafından beğenildi. Türkiyeli besteci Livaneli de gitarıyla güzel bir parça seslendirdi. Etrafında Kemal, Ottero, Müller, King, Major, Tofller, Forti, Tekle ve kardeş Bolduinler oturuyordu. Sadece Nobel Ödülünün adayı K. Simon sessiz ve düşünceli bir şekilde oturuyordu. Sadece tercümanı ile sohbet ediyor gibiydi. Kalabalığı ve gürültüyü sevmediğini her haliyle belli ediyordu. Bu hareketi benim hoşuma gitmedi, başkaları da öyle düşünüyordur.
İçimden: “Seni kulaksız… O kadar uzun yoldan gelip de sessizce oturmak da nedir?” diye düşündüm.
Kırgızistan’da bulunan misafirlerimiz ülkelerine döndüklerinde SSCB’deki değişiklikleri, Kırgız halkının başarılarını, misafirperverliğini, göl kıyısında geçen konuşmaların amaçlarını geniş bir şekilde ülkelerinde paylaştıkları, propaganda şeklinde makaleler de yazmışlardı. Cengiz Aytmatov ise bu konuda birçok merkezi ve devlet basınında, televizyonlarda, radyolarda kendi fikirlerini açıklıyordu.
* * *26 Ekim’de birçok Kırgız yazarıyla birlikte Kazakistan’daki Kırgız Edebiyatı Günlüğüne katılmak için yola çıktık.
Hoca akşama doğru gelmişti. Yolda arabanın yakıtı bittiğinden geç kalmışlar. Yakıtın da sıkıntılı olduğu dönemdi. Şoförü Ormon’un anlattığına göre kimse durmamış, 2-3 saat yolda beklemişler. O zaman Hoca kendisi arabalara el kaldırarak yakıt getirtmişti. Hoca’yı hemen Kazak kardeşlerimiz karşılayarak meşhur şairlerden biri olan M. Şahanov’un evine yemeğe götürmüşler.
27 Ekim’de Lenin, Auezov ve Abay’ın heykeline çiçek koyma merasimi oldu. Herkes Hoca’nın etrafında toplanarak fotoğraf çektirmeye çalışıyordu. Kırgızistan’dan gelenler N. Nazarbayev’in misafiri olduk. İki halkın arasındaki tarihî ve kültürel bağlar konusunda Hoca, T. Sıdıkbekov, T. Kasımbekov, S. Eraliev, N. Baytemirov ve O. Süleymanov konuşma yaptı. Akşam da Abay Devlet Opera ve Bale Tiyatrosunda açılış yapıldı. Halk kalabalıktı, açılışı Olcas yaptı. Hoca’nın konuşmasını herkes dikkatle dinledi. Konuşma kuvvetli bir şekilde alkışlandı. S. Eraliev ile M. Şahanov’un şiirleri güzeldi. Ben hemen Kazak şairden el yazısını istedim ve ‘Izaat’ kitabının içine yerleştirdim.
İki halkın dostluğu üzerine güzel sözler söylendi. Salon muhteşemdi. Konserden sonra B. Cakiev, N. Carkınbaev, S. Cusuev, O. Sultanov ile M. Şahanov’un evine gittik; şiir gecesi gibiydi. Akşam geç döndük.
Ertesi sabah erken kalkıp yürüyüş yapıyordum. Hoca yazarlar ile karşımdan çıktı. Herkes ile selamlaştım.
“Nerelerde geziyorsun, görünmüyorsun?” dedi.
Ben duraksadım ve içimden: “Aramış galiba, burada olması gereken zamanda şu yaptığıma bak. Gece orada kalıp şimdi geliyor, diye düşünüyor herhâlde.” diye geçirdim.
“Gösterişli açılıştan sonra burada banket yapıldı. Sana baktım göremedim. Gençtir, arkadaşlarıyla gitmiştir diye düşündüm.”
“Şahanov’un evindeydik; Cakiev, Sultanov, Carkınbaev’le birlikte. Dün sizin de uğradığınızı söyledi” dedim.
“Aa, tamam iyi o zaman.”
Biraz hafifledim. Hoca arkadaşlarıyla görüşmeye gitti. Biraz bekledik.
“Biz 19 numaralı odadayız. Bize uğrar mısın?” dedi.
Gittim. Eldar’ı da yanlarında getirmişler. Oynuyor, bisiklet sürüyordu. Yanlarında K. Muhamedcanov, O. Süleymanov vardı. Onlar beni tanıyordu; ama Hoca yine de bizi tanıştırdı. Niye çağırdığını da bilmiyorum. Sabah kahvaltısını birlikte yaptık ve kalktık. Hocalar, o gün tekrar Frunze’ye doğru yola çıktılar. Meşhur yazar S. Berdikulov’u yanında götürdü.
T. Sıdıkbekov, S. Eraliev, N. Baytemirov, K. Artıkov, O. Sulatnov, A. Ömürkanov ve diğerleri ile Cambıl’a doğru yola çıktık. Edebiyat Günlüğünde Kazak topraklarını gezerek, halkın saygısını, hürmetini gördük.
Nerede olursak olalım Hoca’nın ismi tekrar tekrar zikrediliyordu. Hatta ilçelerin ve kolhozların gazetelerinde bile Hoca için yazılan şiirleri, dilekleri okuduk.
Edebiyat Günlüğü’nde Kazakistan’ın çeşitli bölgelerinde O. Sultanov, C. Sadıkov, B. Sarnagoev, S. Cusuev, A. Cakıpbekov, Ö. Danikeev, K. Akmatov gibi belli başlı şair ve yazarlarımız yanımızda bulunuyordu.
Bugünlerde benim makalelerim ‘Sotsiyalistik Kazahstan’, ‘Kazakstanskaya Pravda’, ‘Veçerniy Alma-Ata’, ‘Leninşil Caş’, ‘Kazak Adabiyatı’ gibi diğer gazetelerde yayımlanmıştı.
Almatı’da tekrar görüştük, şiir gecesi düzenlendi. İki halkın şairleri birbiriyle yarışarak şiirlerini okudu. Özellikle Baydılda Sarnogoev ‘Cengiz ve Ben’ adlı mizahi şiirini okuduğunda dinleyiciler eğlenerek şaire alkışlar yağdırdı.
Kazakistan’dan döndükten sonra Edebiyat Günlüğü’nde olan biten her şeyi Hoca’ya anlattım.
* * *12 Kasım sabah saat 8.00’de telefon çaldı. Arayan Hoca’ydı. Akşamleyin tren ile Moskova’ya gideceklerini söyledi. Üç, dört gündür kendi işlerimle meşgul olduğum için görüşemediğimden kendimi rahatsız hissettim. Saat 17.00’de onları uğurlamak için Ş. Usubaliyev ve T. Suvanberdiyev gelmiş. Hava biraz yağmurluydu. Kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Altı yedi yaşlarında bir genç, yanında gözü görmeyen bir ihtiyarla Hoca’ya doğru yöneldiler. Biraz sonra Hoca beni çağırıp beyaz kâğıt, kalem sordu ve zarf getirmemi rica etti. Hoca, dünya çapında meşhur olan doktor arkadaşı S. Fedorov’a ihtiyarı kabul etmesi için selam göndermişti.
Tren hareket etmek üzereyken Şirin komportımandan çıkmak istemedi ve ağlayıverdi. Hoca ne yapacağını bilemediği için benim de vagona binmemi istedi ve Bişkek istasyonuna kadar birlikte gittik. Şirin’i nazlandıra nazlandıra biraz oyaladı. İnerken Hoca, elinde kâğıda sarılmış poşette bir şeyi bana uzattı.
“Kuzu etiymiş, kellesi de var. Suvanberdiyev getirmiş. Bozulur, evdekilerle yiyin.”
Ne diyeceğimi şaşırdım. Tren hareket etti. Ellerimizi sallayarak Şirin’le ikimiz kaldık. Çok ilginç yemek bize nasip olmuştu. Büyük bir kırmızı elma da var, tatlılığına bak…
* * *12 Aralık. Önemli bir gündür. İlgiz ağabey, Roza abla, T. Suvanberdiyev ailesi ile geldi. Tercüman, edebiyatçı V. Korkin de geldi. Telefonla arayıp kutlayanlar da çoktu. Rahatça sohbet edip Finlandiya’da bulunduğu döneme ait bir film izledik. Hoca’nın zaman zaman filme çekilmesi iyi olur, diye düşündüm. Nereye gittiği, nerede tatil yaptığı, kimlerle görüştüğü herkesin ilgisini çekiyordur. Bu kayıtlar nesilden nesile kalacak büyük bir tarihtir. Bu olayları kimse anlatamaz, filmini ise istediğin kadar izle, sanki sanatkârane bir film. Bizim hoşumuza gitti.
T. Suvanberdiyev Nobel Ödülü hakkında söze başladı. Oysa, ‘İnostrannıy Jurnal’ (Yabancı Dergi)’da Cengiz Aytmatov Nobel Ödülünü almaya en uygun aday şeklindeki bilgileri yabancı yayın organlarından alarak yayımlamış. Hoca: “Bana ödül lazım değil, sağ olup huzur ve barış içinde bulunmaktan daha iyi bir ödül yoktur.” diye hiç aldırış etmeden cevap verdi. Abla ise dergide yazılan haberin doğru olduğunu işaret etti. Fakat Hoca’nın ‘Paravda’da, İsveç Başbakanı Palma hakkındaki makalesi Batı’da, ABD’de ters anlaşılmış; çünkü orada bu meşhur insanın trajik ölümünde CIA parmağı vardır gibi fikirler ele alınmış diyerek kusur aramışlar. Isık Göl Formu’na katılan, Kırgızların misafiri olan K. Simon da Fransa’ya döndüğünde akla gelmeyecek şeyler yazmış. Isık Göl Formu’nun temsilcilerini karalamaya çalışmış. Böyle bir haber hepimizi şaşırtmıştı. K. Simon’un başkalardan ayrı bir şekilde oturması gözümün önünden gitmiyordu. Oysa O, o anda bile içinde bir kin beslemiş.
Böyle şeyler olmasına rağmen neşeli bir şekilde döndük. Bazı haberler de bütün hevesimizi ters etkilemişti. Fakat ben kendi kendime, insanların niçin zaaflarına yenik düştükleri üzerinde düşünüyordum. Nereye gidersen git her tarafta insan zaafları. İnsanoğlu, insanlık zaaflarından kurtulabilir mi? Bütün olanlar bunlar sebebiyle olmasın!
* * *Fransa’ya gidip UNESCO’nun rehberleri ile görüşen Hoca, Isık Göl Formu’nun işleriyle de ilgilendikten sonra 27 Aralık’ta Frunze’ye döndü. Çocuklar karşılamak için ‘Manas’ havaalanına gittiler. Mariya abla ise: “Hastaneye Dili’yi ziyarete gidelim.” dediği için ikimiz hastaneye gittik.
Hoca saat 20.00’de geldi. Beni gördüğü anda: “Beşik boo bek bolsun!” (Yeni doğmuş çocuklar için kullanılır. Beşik bağı sağlam olsun, yani ömrü uzun olsun anlamında bir söz.) diyerek elini uzattı. Memnun bir şekilde cevap verdim. Eldar ile Şirin çoktan her şeyden onu haberdar etmişlerdi. Bunun yanında ablayla ikimizin hastaneye gittiğimizden de haberi vardı.
Biraz sonra masaya geçtik. Eldar ile Şirin benim yeni doğan çocuğuma isim bulmak için birbiriyle tartışıyorlardı. Hoca da onların tartışmalarına katıldı:
“Baba olmuşsun. Bu da büyük bir görev, mesuliyet, evin bütün işleri senin üzerinde olacak. Ömürlü olsun! Oğlunuzun adını ne koydunuz?”
“Sizin gelmenizi bekliyorduk…”
Oğlumuz 22 Aralık’ta doğdu. Nasıl bir isim versek diye düşünüyordum. Evdekiler de farklı isimler teklif ediyorlardı. Onların içinde ‘Cengiz’ şeklinde Hoca’nın ismi de yok değildi. ‘Cengiz’ ismi Moğolcadaki ‘teñiz, tenis, teñdik (denklik) kelimelerinden gelmekteymiş ve ‘okyanus, ulu, dalgalanan geniş ve sonsuz’ gibi anlamlar ve motiflerle ilişkiliymiş. Bu şekilde isim vermek istiyoruz; ama ulu insanın yanında çocuğumuza onun adıyla nasıl sesleniriz. Rahatsız olacaktır. İsim üzerinde tartışırken sonunda Hoca geldiğinde birlikte çözmek üzere karar almıştık.
“Elturan koyalım. Ben Eldar’a bu ismi verecektim, sonradan aklıma geldi.” dedi.
Benim şaşırdığım için ismin ne anlama geldiğini bilmediğimi belli etmiş oldum galiba. Hoca da büyük bir psikolog değil mi, hemen hissetti ve: “El, bildiğimiz ‘halk’ demektir. ‘Turan’ da bütün Türk halkının yaşadığı bölge, topraktır. Elturan, halkın oğlu, milletin oğlu olsun!” diyerek avuçlarını açıp dua etti. Biz de Hoca’nın yaptıklarını taklit ettik ve teşekkür ettim.
“İnşallah, oğlumuzu görmek için kendi örf ve âdetiyle geliriz. İsmini beğendiysen tamamdır, evdekilere ne anlama geldiğini iyice anlat.” dedi.
“Kimin aklına gelirdi ki kaderimizin her zaman bu şekilde bir yerlerde kesişeceği. Gerçek hayatın ilginç olması da bundadır. Hoca’nın düşüncelerinden sonra neslimi devam ettirecek, Allah nasip ederse hayatımda direk ve destek olacak oğlum için kendim de dua ediyordum: “Allah uzun ömür versin! Sağlıklı, akıllı ve bahtlı ol! Neslin çoğalsın, Hoca gibi halk için hizmet et. Hoca’ya çek. Hoca’nın iyi dilekleri kabul olsun!”
Eve altın bulmuşçasına sevinç ve mutlulukla gittim. Evet, altından da değerli. Halkımın: “Cakşı söz can sergitet.” (Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır) sözü doğrudur. Evdekilere olanları eksiksiz anlatarak ‘Elturan’ın ne anlama geldiğini tekrar ediyordum. Evdekiler başlarda telaffuz edemiyordu, sonradan alıştık. İnsanlar her zaman büyük bir ilgiyle oğlumun ismini soruyor, biz de anlatıyorduk. Hoca da iki üç kere sordu: “Bu nasıl bir isim, diye soruyorlar mı?” Cevap veriyordum: -Evet, ne anlama geldiğini anlatıyoruz, bazılarına da bu ismi sizin koyduğunuzu söylüyoruz. Dil bilimci Ş. Caparov da ‘Leninçil Caş’ gazetesinde ‘Ömrün Uzun ve Neslin Çoğalsın Oğlum!’ adlı makalesinde şunları yazmıştı: “Elturan. Bu özel isim iki kelimeden oluşmaktadır: Birincisi herkes tarafından bilinen halktır, yurttur; ikincisi Turan. Başka halklar eskiden Turan kelimesini Türkler ve onların yaşadıkları yerler için kullanıyorlardı. Şairlerin şiirlerinde özellikle Firdevsi’nin destanında Turanlıların yaşam biçimi, örf adetleri, psikolojisi geniş bir şekilde tasvir edilmiştir. Edebiyatçı Abdıldacan Akmataliyev’in yeni doğan oğluna değerli yazarımız Cengiz Aytmatov ‘El-turan’ ismini teklif etmiştir.” (8 Aralık 1988). Azerbaycanlı şair Şahmar Akparzade’nin oğlunun da isminin ‘Elturan’ olduğunu öğrendim. Hoca’dan duyduğu için mektup göndermiş. Azerbaycan’ın ve Kırgız’ın ‘Elturan’ları için şiir yazmış. “Babanı utandırma, insan ol, temiz ol, yüce ol!” anlamında bir şiirmiş.