4. Tenkit Felsefesi ve Kuşkucular [Septikler]
Bu akım, Almanyalı Kant’ın felsefi ekolü olup sonraları pozitivizm felsefesinden ve idealizmden bazı şeyler almıştır. Bu akımı savunanlar hemen bütün yerleşmiş fikirleri yıkıp harap ettikleri hâlde bunların yerine bir şey koymazlar. Şurası da dikkate değer ki tenkitçiler, tahrip ettikleri fikirleri o derece nezaket ve zarafetle yıkarlar ki bu yöntemle yaptığı tahribat, diğerlerinden daha tesirlidir.
Bu akımın esas ilkesi şu şekilde özetlenebilir: İnsan idrakinde de birtakım fikirler ve zorunlu önermeler var. Bu zaruret işin aslında var mıdır? Yoksa insan aklında mevcut ve dış gerçekliği olmayan şeyler midir? Eleştiri felsefesi, bunlarda hiçbir dış gerçeklik olmadığını iddia ediyor. Şu hâlde insanlık için hakikatleri bilmek imkânsız olduğu gibi maneviyatın da varlığı, insan algısının hükmünden ibaret kalıyor.
İşte görülüyor ki tenkit ekolü zaruri olarak şek ve şüpheyle sonuçlanmaktadır.
5. İspat [Pozitivizm] Felsefesi ve Tekâmül [Evrimcilik]
İspat felsefesi, olaylardan ve görünüşlerden dışarı çıkmamak ve tecrübeyle sabit olamayacak şeyleri hikmetten [ilim ve felsefenin sahasından] dışarı çıkarmak emelindedir. Fakat ilkelerinin çoğunluğu, bu iddianın aksine olup birbirine zıt birçok fikri kendinde toplamıştır.
Tekâmül felsefesi ile ispat felsefesi arasında fark pek azdır. Her ikisi de maneviyatı, tecrübe alanı dışında kabul etmekte ve uğraşmaya değmez görmektedir.
6. Ferdiyetçiler [Tekçiler] ve Maddiyatçılar
Maddeciler, varlığı kuvvet ve madde adı ile iki asla indirgeyerek bütün maneviyatı bir kalemde ret ve inkâr eder. Tekçiler ise kudret ve maddeyi bir “öz”e indirgemek gibi artı bir düşünceye sahip ise de aralarındaki fark önemsizdir. Ferdiyetçilik, maddiyatçılık ekolü ile panteizm ekolünün karışımıdır, denilebilir.
7. Vücutçular ve Ruhaniler
Vücutçular [panteistler/tümtanrıcılar], vahdet-i vücut taraftarları ise de bunlarla İslam tevhitçileri arasında fark vardır. Ruhaniler, Cenabıhakk’ın bu âlemden öz itibarıyla ayrı ve ruhani bir şahıs olduğuna inanırlar.
8. İlahçılar [Teistler]
İlahçılar yani yaradancılar, bir dine mensup olmadığı, peygamberleri tasdik etmediği hâlde Allah’ın varlığına inananlardır.
9. Bilimin Yetkisi
İlim ve fen,5 bir şeyin “nasıl” olduğunu inceler. Bu durumda bilimin meşgul olacağı çalışma zemini, yalnız olaylar ve görünüşler sahasıdır. Bundan dolayı bilim, hiçbir vakit tecrübe ve inceleme vadisinden çıkamaz. Çıkarsa artık ona bilim6 adı verilemez.
Demek ki bilimin kendine has bir alanı vardır ki bu da hadiseler alanıdır. Bilim bu alanda kaldıkça hâkimdir, kendisine itaat edilendir, gerçektir. Zira insanlık tarafından icrası mümkün olan tecrübe ve inceleme üzerine kurulmuştur. Gerçi ilimde özellikleri itibarıyla tecrübe ve incelemesi mümkün olmayan teoriler ve hipotezler de vardır. Şu kadar ki bunlar hiç olmazsa eserlerinde ve neticelerinde tecrübesi mümkün olan konuları ihtiva edebilir. Mesela: Atom, kuvvetin ve maddenin korunması kuramları gibi. Hiçbir suretle tecrübe edilmeyen ve incelemesi mümkün olmayan konular, bilimin sahası dışında kalır. Eğer bilim, bu gibi hususlar hakkında hüküm vermeye kalkışırsa sınırının dışına, alanının üstüne çıkmış olur ve önemi kalmaz.
Mesela bir kimse, “Bilimsel olarak melekler yoktur.” dese; eğer bu sözüyle, “Bilim ve tecrübe açısından meleklerin varlığının incelenmesi mümkün değildir.” demek istiyorsa sözü doğrudur. Fakat tecrübe ile ispatı mümkün olmadığı için meleklerin varlığını inkârı kastediyorsa yalan söylemiş olur; çünkü ilk önce kendisi bilimin dışına çıkar.
Tecrübe ve inceleme ile ispatı mümkün olmayan bir şeyi inkâr etmek, ikrar kadar bilime aykırıdır.
Avrupa eserlerinde, en ziyade tenkide değer ve sakınılması gerekli olanları, bilim ile felsefeyi ve dini birbirlerine karıştıranlarıdır. Bilimi kendi sınırları dışına çıkarmak, onu mahvetmek demektir. Hâlbuki Avrupa’da birçok araştırmacı, bu hatayı bilerek işliyorlar.
Şu hâlde bilim, yetkisini aşıyor. Bu usul, bu yetkisini aşma, Avrupa’nın sosyal görüşlerine pek fena etki ettiği gibi bilimin de ilerlemesine engel olmaktadır. Çünkü ilmi, yetki ve kapsam dairesinin dışına çıkarıyor ve lüzumsuz bir sürü varsayım ile ilimi ilim olmaktan uzaklaştırıyor.
10. Felsefenin Yetkisi
İlim bir şeyin nasıl olduğunu araştırır, demiştik. Niçin öyle olduğunu inceleme vazifesi de felsefeye aittir.
Mesela dikkat nazarımıza bir hadiseyi, bir koyunu alalım. İlim, bir damlanın ana rahmine düştüğü dakikadan itibaren incelemeye başlar. “Bir koyun nasıl meydana gelir?” denilirse size bütün tafsilatıyla bilgi verir. Fakat verdiği tüm bu bilgilere karşı: “Niçin böyle oluyor?” derseniz ilim size cevap veremez. İlim hadiseyi bilir, ikinci derecedeki sebepleri de görebilir fakat en yüce sebebi, gayeyi, hikmeti göremez ve niçin sorusuna cevap veremez.
İnsanlık, bir hadisenin nasıl meydana geldiğini bilmekle yetinmez. Her bilinmeyene karşı, insanlık vicdanı, derhâl “Niçin?” sorusunu sorar. Bu soruların vardığı en son noktalar, insanlığı özellikle meşgul eder. Akıllı ve bilinçli her insan, dünyaya niye geldiğini, nereye gideceğini, etrafındaki bütün bu olayların ve görünüşlerin niçin var olduğunu sorar, sormaya fıtraten ve vicdanen kendini zorunlu hisseder.
Bilim soru soran kimseye, dünyaya nasıl geldiğini bildirir fakat niçin geldiğini bilmez ve bildiremez. Bu âleme her gelenin öleceğini söyler fakat nereye gideceğini ve ölümden sonra bir ikinci hayat olup olmadığını kestiremez. Yaratılanlar hakkında güzel fikirler verir fakat varlığının asli sebebini keşfedemez.
İnsanlık, bilimin bu acizliği önünde baş eğip kalmaz, sualine bir cevap almadıkça gönül endişesi rahatlığa kavuşmaz. İşte bu suale cevap bulmak zorunluluğudur ki insanlığı, bilim7 yanında, bilimin verdiği hükümlerin özü ve hükümlerinin mantıklı neticeleri olarak bir de felsefe meydana getirmeye zorlamıştır. Yaratılışından insana böyle bir endişe yerleştirildiği içindir ki Cenabıhak, insanlara peygamberler göndermiş ve dini ihsan etmiştir.
Demek ki bilim, bir olayın şekillerinde ve görünüşlerinde kalır. Felsefe ise içyüzlerine ve sebeplerine iner. Birinci nasıl olduğunu, ikinci niçin öyle olduğunu anlamaya uğraşır. Şu hâlde din lüzumsuz kalmaz mı? Dinin vazifesi nedir? Felsefe, dinden daha lüzumlu olur mu? Bu sualin cevabını Dördüncü Bölüm’de vereceğiz. Şimdilik şu kadar söyleyelim ki felsefe, dinin yardımcısı ve tamamlayıcısıdır. Fakat hiçbir vakit felsefe, “din hissi”ni doyuramaz. Hiçbir vakit felsefe, insanı dinden uzaklaştıramaz.
3. BÖLÜM
DİN
Dinin Tarifi – Din Hissi – Dinin Lüzumu ve Faydaları
1. Dinin Tarifi
Dinin tarifi yalın bir bakışla pek kolay sanılır. Din ile o derece kaynaşmışız ki âdeta din ve insan, eş anlamlı kelimeler hâline gelmiştir. Bundan dolayı dini, tarife muhtaç olmayacak derecede samimi bir anlayışla bilen insan, öncelikle “Din nedir?” sorusunu gereksiz bulursa da dini, efradını cami ve ağyarını mâni bir suretle [kendi unsurlarını içinde toplayacak ve kendinden olmayanları dışarıda bırakacak bir şekilde] tarif etmeye hâlâ araştırmacılar ve felsefeciler muvaffak olamamışlardır.
Din kelimesinden “hak veya batıl”, “falan veya filan din” anlaşılmamalıdır. Herhangi bir dini tarif etmek nispeten kolaydır. Zor olan, dini yani “din fikri”ni tarif etmektir.
Bu itibarla “Din nedir?” sorusunun cevabını verenler, esastan ziyade kendi görüşlerini dikkat nazarına almışlardır. Biz, teferruata ait olan cevapları bir tarafa bırakacağız. Fakat bütün cevaplarda, bütün tariflerde bazen açıkça, bazen üstü kapalı mevcut olan fikirlerden anlaşıldığına göre:
Din, iki ucun birleştirilip toplanmasından meydana gelen bir fikirdir. Bu iki ucun biri sosyal topluluk veya birey, diğeri insanlıktan ayrılmaz bir şekilde ve âdeta zorunlu olarak kalbe doğan tabiatüstü bir hakikattir.
Bu kapalı tarifi sade bir dille ifade edersek şu sonuca varılır ki: Din, bir insanın kendinden üstün ve muhtaç olduğu bir kudreti anlaması ve itiraf etmesidir.
Bu çok yüce bir hakikattir ki insan, hangi seviyede olursa olsun onu samimi bir şekilde içten bir ilhamla hisseder. Hissetme derecesi birbirinden farklı ve değişik olabilir; fakat bu hisse sahip olma hususunda insanlar ortaktır.
Bazı araştırmacılar dini şu suretle de tarif etmişlerdir:
“Din, öyle bir algılama özelliğidir ki çeşitli isimler ve şekiller altında insan onunla ‘mutlak sonsuz’u hisseder ve anlar. Bu özellik olmasaydı, yani insanların fıtratında böyle bir yetenek bulunmasaydı, din meçhul ve imkânsız kalırdı.”
İşte bir tarif daha:
“İnsanın bilinmesi imkânsız olan ‘Mutlak Zat’ı bilmek arzusu ve aşkı, dindir.”
Bu hakikat, yüce peygamberin yüce zatı tarafından: “Sübhaneke ma arafnake hakka ma’rifetike ya maruf.” (Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ey çok tanınmış olan Allah’ım, biz seni hakkıyla tanıyamadık, bilemedik.) diye yüce bir şekilde ifade buyrulmuştur. Bu tariflerin her üçü de aynı manayı ifade eder. Tahlil edilecek olursa görülür ki din fikrinde üç esas bulunmaktadır:
1. Bizim üstümüzde ve bize uyması beklenmeyen bir kudretin varlığını itiraf.
2. Bu kudretin kontrolü altında ve ona bağımlı olduğuna dair his.
3. Bu kudretle insan arasında ilişki [kulluk, mabutluk veya vahdet].
Dinin bu şekilde tarifine itiraz edenler ve bu tarifleri eksik bulanlar var. Fakat mesele insaflı bir şekilde değerlendirilirse itirazların, ciddi olmaktan ziyade bazı detaylara ait noktaları anlayış tarzıyla alakalı olduğu görülür.
Bu cümleden olarak “Buda” dininde ilah ve ilahelere verilen konumun ikinci derecede kaldığı ve hele tariflerin birçok dindeki tarifleri içermediği, belli başlı itirazları meydana getiriyorsa da bu gibi itirazlar anlaşılmaz ve delillendirilmemiş fikirlere dayandırıldığı için geçerli değildir.
Evvela Buda dini hakkında Avrupalıların henüz düzgün ve kesin fikirleri yoktur. Ve özellikle Buda dininin, Allahsız bir din olduğu, bir tür inkâr ve maddecilik ekolünden ibaret bulunduğu hakkında Avrupalılarda şu son zamanlarda ortaya çıkan fikirler, pek çok araştırma ve eleştiriye muhtaçtır.
Bize kalırsa bu fikirler, yanlış bir akımın ürünüdür. Avrupalıları bu yanlışlığa sevk eden, Budistlerin “nirvana” dedikleri “mutlak fena” [tam yokluk] hâlidir. Onlar kelimelerin tarifinden bunu yokluk manasına alıyorlar. Hâlbuki bir mutasavvıf, bunu pek kolaylıkla ıtlak [zayıf varlıktan ve benlikten soyunmak] fikri ile birleştirebilir. Şimdi de şu fikirleri özetleyelim: “Hikmet” gazetesinde yazdığımız “İslam Tasavvufu Felsefe ve Yeni Fenler” makalelerinde söylediğimiz gibi din, mabudu hissetmek, anlamak ve bilmekten ibarettir.
2. Din Hissi
Bu terkip ile ifade etmek istediğimiz amacı, “dinin samimi ve vicdani zevki” cümleleriyle açıklayabiliriz. Din, zamanımızda genel bir keyfiyettir. Fakat o büyük din hissi, hiçbir zaman genelleşmemiştir.
Güzel sanatlar zevki ve yeteneği, estetik duygu nasıl herkese verilen lütuflardan değilse, hepsinden daha hassas olan din hissi de öylece herkesin sahip olduğu özelliklerden değildir. Dinlerden herhangi birine mensup olan iki adamı inceleyelim. Bunlardan birisi, mensup olduğu dinin şeklî ibadetlerini harfiyen yerine getiriyor. Vicdanına ait duygulanmalarda hiçbir değişme ve heyecan, hiçbir cezbeye tutulma oluşmadığı hâlde ibadet ediyor.
Böyle bir adama dinsiz diyemeyiz. Fakat kendisinde dinî his olmadığı ve daha doğrusu bu hissin, kendisinde ya başlangıçtaki hâlinde gelişmemiş olarak kaldığı yahut da başka bir eğilime ve sevgiye dönüştüğü muhakkaktır. Böyle bir makinede dinî his olamaz. Böyle adamlarda ibadet eden, ruh ve vicdan değil, alışkanlık ve eğitim sonucunda bir makine düzen ve donukluğu ile hareket eden cesettir.
Örnek aldığımız diğer adama bakarsak görürüz ki birçok vesile ile Cenabıhakk’ı hatırlar, her güzel manzara ona güzelliklerin çıkış yeri olan şanı yüce var ediciyi, yani yaratıcıyı hatırlatır. Bu vesilelerin görünmesiyle beraber vicdanında tatlı bir heyecan, sevgi; ruhunun derinliklerinde benzetilmesi ve tarif edilmesi zor bir zevk hisseder. Yaratıcısı ve sahibine karşı kalbi, kulluğa yaraşır şekilde sevgiyle dolar. İşte bu adam dinî his sahibidir. Mesela İslam dinine inanmayan birçok Avrupalı büyük düşünür, bir cami ve cemaatle namaz kılındığını görerek İslam dininin ibadetlerinde kalp ve vicdana tesir eden bir büyüklük olduğunu beyan etmişlerdir. Bu gibi itirafların sahiplerindeki dinî hissi, bazen dine düşmanlık gösterenlerde bile görürüz. Mesela ispat ekolünün [pozitivist felsefenin] piri olan Auguste Comte, ömrünü maneviyatı yok etmeye adamışken en sonunda esrarengiz bir din çeşidi, garip bir tarikat meydana getirmiştir. Bu aşırılıktan da anlaşılıyor ki adı geçen dâhide, kuvvetli bir dinî his vardı ve sönmemiş idi.
Bunun aksine pek dindar bazı adamlar vardır ki bir mabede girerken, ibadetleri icra ederken hiçbir şey hissetmezler. Bir Avrupalıyı bile duygulandıran ve zevklere gark eden camilerimize kırk sene devam edip de hiçbir heyecan hissetmeyen adamlar da vardır.
Din aşkı, din uğrunda fedakârlık ve hizmet gibi güzel huy ve özellikler ancak dinî his sahiplerinde bulunur. Bu histen mahrum olanların dindarlığı ise ancak kendini beğenmişlik hislerini tatmin etmekten ibaret kalır ve böyleleri din aşkından, fedakârlıktan nasip almış değildirler.
3. Dinin Lüzumu ve Faydaları
Milyarlarca insanın, binlerce seneden beri bir dine bağlı olarak dinine sarılma lüzumunu hissetmiş olması, bugün bile yeryüzünün sakinleri milyarlarca insanın farklı dinlerden birine bağlanması, dinin gerekliliği hakkındaki kanıt ve delillerin anlamsız bir külfet olduğu düşüncesini uyandırıyor. Aslında bu fikir doğru ise de bu konuda ileri sürülecek deliller zihinleri aydınlatmaya yardım edeceğinden lüzumsuz değildir. Şurası da unutulmamalıdır ki dinin gerekliliğini inkâr eden adamlar her asırda görülmüştür. Zamanımızda da dinin vicdani, siyasi ve sosyal hiçbir lüzumu olmadığı fikrinde olan adamlar pek çoktur.
Din fikri, denilebilir ki insan algısının zaruri olarak doğurduğu şeylerdendir. İnsanlık tarihinin yedi bin senelik kısmında isimleri görülen kavimlerin hep birer dine bağlı oldukları anlaşılmıştır. Fakat zannedilmemelidir ki din fikri yedi bin seneliktir. Din, insan ile beraber ortaya çıkmıştır. Bu itibarla din ve insan kelimeleri âdeta eş anlamlı kelimelerden sayılmıştır. Çünkü bunların birbirlerinden ayrılması mümkün değildir. Tarih öncesi çağlarda yaşamış insanlarda da din fikrinin varlığı, inkârı mümkün olamayacak bir surette anlaşılmıştır.
Zamanımızdan üç yüz elli bin sene evvel tahmin edilen “Dördüncü Devir” başlarında yaşadıkları, bıraktıkları eserlerin ve fosillerin artıkları ile sabit olan ve taşlaşmış iskeletlerinin bulunduğu topraklara nispetle “Neandertal”, “Lojri”, “Kromanyon” gibi isimlerle anılan insanlığın en eski kavimlerinde din fikrinin varlığı buna delalet eden eserler ve elde edilen sonuçlar ile ortaya çıkmaktadır. Bu eski kavimlerden bir kısmının, ölülerini özel bir itina ile hep aynı şekilde gömmüş olması, kabirlere dikilen pek büyük taş parçaları, kabir yeri olarak seçilen mağaraların düzeni ve daha birçok alamet, din fikrinin varlığını açıkça ifade etmektedir.
Gerçekten de suni olan şeylerin karışıklığına uğramamış bir dimağın, bir idrakin, bazı hususları zaruri olarak tefekkür ve değerlendirmeye tabii bir meyli ve samimi bir ihtiyacı vardır. Her insan8 şu sorulara bir cevap bulmaya mecburiyet hisseder:
“Ben kimim?”
“Nereden geldim?”
“Nereye gidiyorum?”
“Beni çevreleyen bu eşya nedir? Nereden peyda olmuştur?”
Her insanın bu sorulara bulabileceği cevap, tarif ve içerik bakımından farklı olsa bile esas ve öz bakımından aynı şeylerdir. Bu sorular neticesinde soru sahibi, kendi şahsı ve çevresi üstünde bir varlık bulunduğunu keşfeder ve bu şekilde şanı çok yüce yaratıcıyı bulur ve bilir.
Bu derece uzun zamanlardan beri milyarlarca insanın âdeta zaruri ve tabii olarak hissettiği bir fikrin lüzumu, kendiliğinden ortaya çıkar. Bu hususta bir itiraz gelecek olsa bile bu, fikre ve dinin ruhuna ait olmayıp dinî anlayış biçimlerine ve şekillere yönelmiş olarak kalır.
Ceset için hava, su ve yenip içilecek şeylerin gerekliliğinin açıklığını kimse inkâr edemez. Ruh için birtakım manevi gıdalar vardır ki bunların da gerekliliği aynı derecede açıktır. Ceset için hava ne ise ruh için din odur. İhtimal ki bu benzetmemize karşı bahane göstermek için havasız ceset yaşayamadığı hâlde dinsiz bir ruhun yaşayabildiği söylenir. Böyle bir bahane ileri sürmek meseleyi güzelce tahlil etmemekten ileri gelir. Her şeyden önce zamanımızda dinsiz adam yoktur ve olamaz. Yalnız “din fikri” ile olumsuz bir tarzda meşgul olan adamlar vardır. Allah’ın varlığını ve dini inkâr edenler vardır; fakat dikkat edilsin ki bu inkâr, dinî fikrin yokluğu, dini tanımazlık demek değildir. Bu adamların din fikri ile meşguliyetleri, en az bir dine itikadı olan kimse derecesindedir.
Din fikrini, inkâr ve nefy suretiyle de olsa kabul etmek bile dinin lüzumu için bir delildir. Bundan dolayı bu konu ile ilgili gerçek soru şu şekilde olmalıdır:
“İnsan idrakinden din fikri çıkarılabilir mi?”
Bu soruya tereddütsüz “hayır” cevabını veririz. İnsan idraki hangi seviyede olursa olsun, din fikrinden uzaklaşabilecek bir kuvvete sahip değildir. Ne tarihte ne de zamanımızda din fikrinden esasen mahrum bir fert göremiyoruz. Din biçimlerinin ve din fikrini kabul biçimlerinin ise işin özüne hiçbir etkisi yoktur. Bu sebeple dini inkâr, dinin gerekliliğini inkâr demek olmadığından başka inkârla meşgul olmak bile o gerekliliği tasdik demektir. Şimdi yeni doğmuş bir çocuğu alarak kendisine hiçbir din fikri telkin etmesek acaba tabii bir gelişme sonucunda ilk arayacağı hususlar arasında din bulunmayacak mıdır?
İnsan idrakini, âlime yakışacak ve inceliklerini anlayacak şekilde tahlil edenler, din fikrinin zaruri fikirler sırasında olduğunu açık seçik bir şekilde ve hatta riyazî [matematiksel olarak, hesap ederek] bir kesinlikle ispat etmişlerdir.
Şimdi de dine daha insani ve daha samimi bir açıdan bakalım. Önce hiç kimsenin inkârına cesaret etmediği şu meseleyi zikredelim: Ahlak, yani ahlaki faziletler insanlık için elzemdir.
Gerçekten insanlık, ahlak ile diğer varlıklardan seçkin ve üstün bir mevki kazanmıştır. Genel ismiyle insanlık diye tarif ettiğimiz topluluk düzeni, ancak ahlak ile ayakta durabilir. Eğer ahlak olmasa vazifeler de olmaz. Vazifeler olmasa insanların hayvandan farkı kalmaz. İnsan cemiyetinin her şekli ahlak ile mümkündür. İçtimai topluluklar ve hükûmetler hep hukuka, hukuk ise ahlaka dayanır. Bu âlemde insanlara nasip olan, göreceli saadetin yegâne teminatı ve kefili ahlaktır. Ahlakın yüceltilmiş esaslı kaidelerini tahrif suretiyle onu yok edenler bile esasen prensipte (en principe) ahlakın lüzumunu kabul etmişlerdir.
“Acaba din ve ahlak ayrı ayrı şeyler midir? Din olmadan ahlak mümkün müdür?”
Sokrat ve onun talebeleri Eflatun ile Aristo’dan itibaren birtakım hakimler [felsefeciler], din ve ahlakın yücelikte bir ve eşit olmakla beraber ayrı ayrı şeyler olduğunu zan ve iddia etmişlerdir. Onların bu iddiaları bugün Batı’nın âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bulunuyor. Fakat mesele genişliğince ve derinliğince incelenecek olursa Sokrat’ı ve onun izinden gidenleri bu fikre sevk eden sebepler meydana çıkar. Önce şurasını söyleyelim ki Sokrat’ı bu fikre sevk eden belli başlı iki sebep vardır: Birisi bulunduğu çevre ve zaman, diğeri fazilet sevgisi…
Bilindiği gibi Sokrat’ın yaşadığı zamanda Eski Yunanlıların dini, bir hurafeler silsilesinden zarif putperestliğe dönüşmüş bir “insan şekline ibadet – anthropomorphisme”den ibaret idi.
Bu kadar bayağı bir şekle düşmüş olan bir dinin (dikkat edilsin ki din fikrinin değil, sözü edilen din biçiminin) dayanabileceği ahlak ile Sokrat’ın vahdet izleri taşıyan vicdanında görünen ahlak pek farklı idi. Eğer Sokrat ahlakı o zamanki dinî şekille ifade etmiş, ahlakı o şekilde mümkün görmüş olsaydı bizzat ahlakı mahvetmiş olacaktı.
Sokrat bir din yenileyicisi değildi, zamanındaki dini ıslah etmeye gücü yetecek biri de değildi. Bu kadar karmakarışık bir din biçimi üzerine bina edilecek ahlakın, ahlaksızlık olacağını çok iyi biliyordu. Bundan dolayıdır ki hiç olmazsa çevresindeki batıl dinin zorlayıcı ve bozucu şeyleri kapsayan çerçevesi dışında bir ahlak düşüncesi ortaya koymak istedi. Bu muhterem âlim, böylece din ve ahlakı ayrı ayrı şeyler olarak kabul etti. Fakat her ikisinin yücelik konusunda birliğini ve eşitliğini itiraf etmesi bile gösteriyor ki Sokrat, ahlak ilminin din fikrinden ayrılamayacağını esasen kabul etmiştir. Ayrılıkları din fikriyle değil, o zamanın din biçimiyle, yani bu biçimin batıl olduğuyla alakalıdır ki bu da çok doğrudur.
Bu söylediklerimizin bir hakikat olduğunu ispat etmek için bu önemli bahsi bütün açıklığıyla tenkit terazisine koymak gereklidir.
Ahlakın esas konusu “vazife”den ibarettir. Vazife, yapılması muhakkak gerekli ve mukaddestir. Yani vazife kutsaldır. Böyle olmazsa, ismen vazife kalsa bile hakikatte vazife sayılamaz. O hâlde vazifenin yapılması muhakkak gerekli ve mukaddes olabilmesi için mukaddes bir esasa dayanması gerekir. Bu mukaddes esas ise kısaca uluhiyet fikrinden ibaret olup bu da “ölümden sonra dirilmek”, “mükâfat ve ceza” fikriyle anlatılmış olur. Bu fikirler sisteminin toplamı ise bir dini oluşturur. Bu esaslar aradan çıkarılırsa ahlakın bir manası kalmaz. Vazife denilen ağır borcu ödemek için bir sebep de kalmaz. Dinsizlik ile ortaya çıkabilecek “fazilet”, kanun korkusu, hükûmetlerin korkutması ve cezalandırması ile “görünüşte kötülük yapmamak”tan ibaret kalır ki böyle bir hâle fazilet adı verilemeyeceği meydandadır.
Bir adam farz edelim ki Allah’ın varlığına, ölümden sonra dirilmeye, ahiretteki mükâfat ve cezaya inanmıyor, bu âlemin ne hikmet sebebiyle var edildiği kendisince meçhul, hatta kendisinin yaratılışının manevi sebebinin farkında değil. Bu varlık ona göre ya mihaniki [mekanik] kanunların faaliyetinin zarureti sonucu yahut da tesadüf eseri. Bu adam için yegâne saadet bu dünyada mümkün olan şeylerin zevkleri ile yaşamaktan ibaret. Fakat sosyal hayatta işgal ettiği vaziyet veyahut talihi gereği olarak bu adam mahrumiyete mahkûm. Kendi cinsinden olan birçok kimsenin eriştiği refah ve saadet ona nasip olmuyor ve kolayca bulunmuyor. Hâlbuki bu adamın yaşamasındaki yegâne sebep bu saadetten ibarettir.
Şimdi insaf ve mantık gereğince sorarız:
“Bu adamın fazilet sahibi olmasında, ahlakın emrettiği vazifeleri icra etmesinde, hatta yaşamasında bir mana var mıdır? Vazife, fedakârlığı, gerektiği zaman kendini feda etmeyi ve her vakit ihtirasları sınırlandırmayı emreder. Bu adam fedakârlığı niçin yapsın? Kendini niye feda etsin? İhtiraslarını, imkân buldukça niye sınırlandırsın? Sebep, hikmet?
Hiç! Hiçbir sebebi yoktur. Bu adama göre vazifenin yerine getirilmesi, bir delinin alışkanlık şevkiyle bir şey yapması kadar mantıksız ve manasızdır.
Denilebilir ki; insanlık hürmet ve muhabbetinden dolayı vazifesini yerine getirir. Fakat bu adamın farkına varıp da anlayabildiği şeylere göre insanlık nedir? Tesadüfün insafsız elinin, icat sebebi meçhul olan bir var etmesi!.. Hissiz ve vicdansız mekanik kanunların uydurduğu acayip şeylerden meydana gelmiş bir yığın… Öyle bir yığın ki üç beş günlük hayat için sayısız elemlere ve kederlere göğüs germeye mahkûm. Böyle bir adamdan beklenecek hareketler, vazife ve fazilet olamaz. İnsanlara karışmaktan hoşlanmamak, yeis ve nefret olabilir. Eğer bu fikirler sistemine bağlanmış bir adam, tesadüfen mutlular arasında bulunursa hemcinsine fenalık etmeyebilir. Fakat bu, fenalık etmeye lüzum ve ihtiyaç görmemek şartıyladır. Eğer bu şart aradan çıkarsa fenalık etmesi pek tabiidir. Çünkü fenalık etmemesi için olaylar silsilesi dışında sabit ve kesin bir sebebe inanmıyor, hiçbir zaruri fikir kendisinin hareketlerinin düzenleyicisi olamıyor! Olabilir ki böyle bir adam hemcinsine iyilik de edebilsin. Fakat bu da sosyal hayattaki vaziyeti itibarıyla veyahut sırf keyfî olarak bir hesap veya bir menfaat sebebiyledir. Bu takdirde o adama fazilet sahibi olduğunu göstermiş, vazifesini yapmış denilemez. Menfaatini gözetmiş, keyfini yapmış denilir.
Bu adamı aç kalmış farz ediniz. Niçin aç kalsın? Sebep?.. Acaba aç kaldığı hâlde başkalarının haklarına hürmet eder de bir şey çalmazsa diğer bir hayatta vazifesini bilir bir kimseye yaraşır şekilde olan bu hareketinin, bu faziletinin mükâfatını görecek mi? Hayır. Çünkü bu adama göre ukba [ahiret] yoktur. Halik [yaratıcı] yoktur, din yoktur ki böyle bir fikre sapsın. Şu hâlde aç kalmış iken çalmaması için üç sebep düşünülebilir: