Книга Metres - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Metres
Metres
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Metres

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Metres

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

1

Geveze Bir Modist 1

Korsenin arkadan bir bağını modist, ötekini Meryem Dudu sıkı sıkıya çekince ömründe ilk defa bir moda cenderesine giren Saffet Hanım’ın şişman vücudundaki fazla etin bir kısmı göğsünden yukarı, çenesine doğru fırlar, öteki kısmı da hemen birbirine girerek sıkışır. Zavallının yüzü kıpkırmızı kesilir, gözleri büyür. O can acısıyla:

“Aman madama etim kemiğim birbirine geçti. Şimdi bayılacağım, biraz gevşetiniz…”

Modist: “Hanımefendim bütün hayatızda birinci defa olarak korsa koyorsunuz?”

Saffet Hanım: “Evet… Evet…”

Modist: “Anlorum… Vücudunuz terbiye görmemiş, henüz nizamını bulmamıştır… Korsa olmayınca hiç mezür alabilirim?.. Arkanızdaki en son numero korsadır… Artık bundan öteye battal şey olamaz.”

Saffet Hanım: “Aman gevşetiniz, bitiyorum.”

Modist: “Hanımefendi bana inan olunuz. Biraz dişinizi sıkınız. İlk önce böyle birden zorluk duyarsınız. Fakat bir iki günden bütün etleriniz kemiklerinize sıkışarak natürel biçimine oturur. Vücudunuz mum gibi dilberleşir… Artık korsaya alışırsınız. Onu sırtınızdan hiç çıkarmak arzu etmezsiniz. Şimdiyecek ah ben ne vücutları biçime sokmuşum! Ne hanımlar tanır idim ki büst’lerinin üzerinde etler çepeçevre mumbar gibi sarkar idi. Ah işte bu marifetli ellerim, o fazla şeyleri hiç etti. Modist dediğin biraz da doktor olmalıdır. Bendeniz vücutların naturasını örgenmişimdir. Omuzdan aşağı kemiklerin adını birer birer ihbar ederim. Hasılı hani şöyle yarım medisen gibi bir şeyim işte. Efendim Osmanlı hanımlarının kabahati hamur işine çok düşkün olmaktır. Börek idi, baklava idi, hoşafla beraber pilav idi, eh insanı böyle şeyler yağlandırır, şişirir. Vücudunun letafetini düşünen biraz da boğazına sabır olmalıdır.”

Saffet Hanım, sıkıntılı bir ifade ile:

“Aman madama biraz gevşet tıkanıyorum.”

Modist: “He bilirim… Şimdi pumon’lar2 sünger gibi birbirinin içine geçmiştir. Hatırınız için işte iki numero geri ediyorum. Duymuşunuz? Frenklerin bir meselası vardırsa şöyle derler: Le corset rend au corps de la femme la beauté de forme, souvent négligée par la natüre. Bunun tradüksionunu edeyim size?.. Bunu Osmanlıcaya dön-der edince şöyle olur: ‘Korse natürün çok defa feramuş buyurduğu letafeti karının cismine iade eder.’ Ah efendim kökünden düşünülürse bu ne derin laftır? Korsa icat olmaya idi bugün gördüğümüz o svelte3 biçimler, o kambre4 vücutlar acap hasıl olur idi? Korsanın istuarını5 tanırsınız? Mezür üzerine korse etmede Fransa milletler içinde en ileri kademeye ayak atmıştır. Evvelki siyekl’lerde6 karılar bu şimdiki korsaları bilmez idiler. O zamanki korsalar cisimlerini bazı katı şeylerle sıkıştırmaktı. Bu katı şeylerin altında vücut büstünün ahkâmı kendini göstermez idi. O şeyler balina gibi, ince çelik parçası gibi nazik olmalı, vargel7 olmalı, eğilir bükülür olmalı ki sıkışık olmakla beraber vücut biçimini dışarı versin. Hasılı o katı şey büstün eşkâline kendini prete8 eder olmalı… Anlatabiliyorum acap? Tevarihin lafına göre sonradan bu katı ecsamlı korsaların yerine tembel harcı denilen alaparösöz korsalar çıkmıştır. Bu korsalarda daha balina işin içine girmemiştir. Bunlar pek sempl9 şeylerdi. Vücudu modere10 olarak sıkar idi. Yalnız sırtın üzerinden ara araya kopçalanır idi. Ondan öteye kotil’den11 bezden, ipekten korsalar çıktı. Dikişsiz korsalar ilk defa olarak 1832 senesi İsa tarihinde Barleduc’te Verly tarafından fabrike edildi. Sonra ya korsalara balina girdi. Çelik girdi. Hasılı bugün haryetimize dokunan o koket biçimler ortaya çıktı. Modistlik sanırsınız ki bayağı bir iştir? Biraz doktor olmalı, tevarihe aşina olmalı, hasılı bu işi eden karılar lep deyince ondan leblebi çıkar olduğunu anlar takımdan olmalıdırlar. Hanımefendim şimdi biraz rahatlandınız?”

Saffet Hanım: “Bu cenderenin içinde rahat etmek kabil mi? Fakat ne ise, şimdi deminki kadar rahatsız değilim.”

Modist: “Vücudunuz korsaya yanaştıkça daha alışırsınız. Sizde hazım derler ne derler? Bu korsanın dijession12 üzerine tesiratı olacaktır. Yeni korsa koyanlar ilk günlerinde çok taam edemezler. Yedikleri de midelerine sinmez. Sanki bilirsin turp gibi içeride oturur. Sızılar, ekşiler duyarsınız… Doktor Bouvier, daha başkaları korsanın pumonlara, mideye tesiratı hakkında broşürler yazmışlar, çok boş laf etmişlerdir. Adam, onlara kim kulak asar ki?.. Çocuğu kundağa, karıyı korsaya sokmayınca olur?.. Doktorların bildikleri de acayip bir şeydir? Doktorum deyi ortaya çıkmış öyle cahil herifler vardır ki ‘Klavikül kemiği neredir?’ deyi imtihana çeker isem göğsünü bırakıp bacağını gösterir. Bana ‘Pangaltılı Hezar’ derler. Üç caddede dükkânım işler. Tertip ettiğim deriden ve çelikli korsalar ile ne kadar eğri büğrülerin bos’larını13 hiç etmişimdir. Sanki bilirsin ki makasa iğneye dokunan parmaklarında letafet perileri oturtmuştur. Pek çok beyden, hanımdan ahbabım, müşterim vardır. Ah benim efendim, sırtınızdaki korsa o geniş hans’larınız14 üzerine öyle bir güzelim oturuş oturdu ki ressamlar görseler kıskanacaklardır. Kendinizi görmek için hemen psişe’ye koşunuz.”

Saffet Hanım, gülerek:

Psişe nedir?”

Modist: “Vargel büyük endam aynanız yoktur?”

Saffet Hanım: “Endam aynamız var ama varıp gelmez, öyle yerinde durur.”

Modist: “Ben sizde o kadar tuvalete merak görmüyorum. Böyle güzel sıfatınız olsun da psişe’niz vargel olmasın… Hep bunlar taaccübümü davet eder şeylerdir. Size baktıkcas haryetim artor. Beyiniz sizi bu hâlde temaşa edecek olursa assüre15 ederim ki amurunuzdan16 divane olacaktır.”

Konuşmaya beyinin adı girdiğini görünce Saffet Hanım’ın korsenin sıkılığı ile zaten pembeleşmiş olan yüzü bir o kadar daha kızararak:

“Sus madama sus!.. Beni bu belalara sokan hep o beyim değil mi? Bakalım koca sayesinde daha ne dertler çekeceğim?.. Kendime kalsa hiç böyle şeyler giyer miyim? Zoruma ne oluyor ki vücudumu yısa boca17 bu demirli mengenenin içine sokayım? Fakat şimdi beyim beni mutlak korse giy diye sıkıştırmıyor. Bir zaman kaynanamla kocam alafranga kıyafette gezmem için çok söylediler. Artık bıktılar, bir şey söylemiyorlar. Ama ben tavırlarından anlıyorum ki alafrangalaşmaz isem sonra iş fena olacak.”

Modist: “Anlorum… Hakikat fikrime dank diyor… Hep bu şeyler beyinizin zorlaması gibidir? Ah mega neler duyuyorum? Şimdi şundan çıkıp giderken biri bana ‘Hezar kaç yaşındasın?’ der ise ‘Yirmi doguz idim, şimdi şu konakta bir yaşına daha girdim otuz oldum.’ cevabını edeceğim. Çünkü böyle şey işitmemişim. Ben pek çok Osmanlı konaklarına girerim. Onlarda rastladığım şeyler hep hanımların son moda süslenmek istemesi, eh oldukça, beylerin kendi hanımlarının bu fikirlerine karşı gelmeleridir. Burada ise onun aksini görorum.”

Meryem Dudu, modiste söyleyerek:

“Bizim beyefendiyi tanırsın?”

Modist: “Eh şöyle beş dakke göz göze geldik.”

Meryem Dudu: “Eğer gördüğünde dikkatli olaydın son sistem alamod bir bey olduğunu anlar idin.”

Modist: “Merakta olma, dikkat etmişim… Kostümünün kupu18 dikkatimden kaçtı zannedersin? O makas Pariz terzilerinin tutumudur. Burada şapo koyan Rumlar, İtalyanlar terzidirler sanki?”

Meryem Dudu: “He babanın canına rahmet… Ben leb dedim sen şıp deyi leblebiyi çıkardın. Bizim Hami Bey dört sene Pariz’de oturdu.”

Modist: “Deminden sana Hezar’ım demedim?”

Meryem Dudu: “E kardeş anladım ki Hezar’sın… Bizim bey Pariz’e gitmezden bu hanımla evlenmişti. Tekrar buraya döndüyse fikrini de kökünden dönmüş bulduk. Ben beyin oda hizmetçisiyim. Sabahları buyon’unu, alakok öf’ünü,19 sütlü kahvesini hep ben ederim. Beni yeniden egzersis’e koydu. ‘Servis hazırdır, buyurun.’ demek nasıl olacağını, kuver’in20 sofra üzerine nasıl oturtulacağını, tepsi tabak nasıl tutulur olduğunu bana ta eliften talime başladı. Şimdiki hâlimden memnundur. Bazen bana iltifat olsun deyi ‘Mari elin işe o kadar yatmıştır ki Pariz’e gitsen en menşur bir restoranda servant’lık ederek geçinebilirsin.’ der. Ben de bu lafları iltifat deyi dinlerim. İşte lafın kuryuğunu kaçırdım, ne door idim? Ha bey Pariz’e gittiğinde bu hanımla evlenmişti. Ondan avdet buyurduysa bey şeker olmuştu. -Hatırınız kalmasın gelin hanım- Hanım ise bunda şap kalmıştı. İç şapla şeker birbirine kaynar? İşte o gün bugün çalışıyor ki hanım da biraz şekerlensin.”

Saffet Hanım: “Ben böyle korselerin içinde sıkışa sıkışa mı şekerleneceğim?”

Modist: “Bu hanımı aldıklarında görmediler ki böyle şişmandır?”

Meryem Dudu: “Kız iken pek narin bir vücuttu. Çok güzel idi. Bey Pariz’de iken hanım da burada şişmanladı. İşte böyle battal oldu.”

Modist: “Beyi görsem söylerim, hanıma böreği, pilavı yasak etmeli. Tembellikten kurtarmalı, evin içinde çokça in bin ettirmeli, bu yolda ben çok ka görmüşüm. Kazazların Agavni iki sene evvel ne battal bir karıydı? Kocası Onnik onu az vakitten keçiboynuzuna çevirdi. Görünüyor ki gelin hanımın beyi de biraz tembeldir.”

Meryem Dudu: “Hasılı efendim, şimdicik bir türlü birbirine uymayorlar. Hanım eski kafada gidiyor. Bey opera söylüyor.”

Modist: “Hiç ummazsın ki bir müddet sonra beyinlerine21 uygunluk gelsin?”

Meryem Dudu: “Aklım ona yatmıyor.”

Modist, korsenin sıkıştırması ile yüzü ağlar bir hâl alan Saffet Hanım’ı dikkatle süzerek:

“Beyi hanıma fena bir şey emretmiyor. Alamod urba koysun diyor. İncelsin, zariflensin arzu edor. (Saffet’e karşı) Müslümanlığın müsaadesi vardır. Öyle ise siz de bu beyden tatlik olunuz.22 Ayırt olunuz. Sırtı cüppeli bir babaya varınız. Yok ama lafımın kusuruna kalmayınız.”

Saffet Hanım, öfkelenerek:

“Ah dilin tutulsun. Kocamdan neye boşanayım? İşte böyle bağıra çağıra bu bela berzah şeyleri giymeye elbette alışırım.”

Modist: “Kendi keyfine a hanımefendim… Ah hani ki alışasın. Kendime bir yağlı müşteri daha bulmuş olurum. Şu yetmiş numero korsayı vücuduna uyduruncaya kadar yetmiş türlü derde girdim.”

Saffet Hanım: “Kocamdan boşanırsam o benden sonra alacağı kadınların hiçbirisiyle geçinemez. Onun derdini benden başka kimse çekmez.”

Modist: “Beni meraka koydunuz? Beyiniz o sivilize23 çalımıyla beraber size cefa ediyor?”

Saffet Hanım: “Ah kokona nasıl anlatayım?”

Modist: “A şaştım… Küçük dilim büyük kesildi. Şu hoşur24 vücudunuza bakan kim der ki cefa içinde böyle şişmanlanmış olasınız. Beyin derdi size yaramış. Cefalandıkça üste gelmişsiniz.”

Saffet Hanım: “Benim şimdi zayıf vaktim. Bey Paris’ten yeni geldiği zaman vücudum bunun iki misli idi.”

Modist: “O zaman bana korsa için komand25 edeydiniz acaba ne patron26 üzerine makas vuracaktım? Ne biçim derttir ki sizi böyle zayıflandırmış?”

Saffet Hanım: “Derdimi söyletme… Yalnız şuna emin ol ki beyin ezgisini benden başka bir kadın çekmez. Benden başka bir kadınla o yaşayamaz. Anlıyor musun?”

Modist: “Boş laf etmeyiniz hanımefendim. Bu kelamınız düpedüz mefhumsuzdur. Karisiyle hır gür kesilen bir erkek metresiyle şeker kaymak olur. O da sizden sonra nikâhla evlenmez de bir ‘metres’ alır. Şimdi Evropa’da böyledir. Maryaj27 ile vakit geçiren bir erkeği orada mum ile arasan bulamazsın. Kaç senedir Pariz’de moralist’ler: ‘Evleniniz, çocuk ediniz, yoksa Fransa’nın kalabalığı sönüyor.’ diye bıngır bıngır bağırıyorlar.”

Saffet Hanım, şaşkınlıkla:

“Metres nedir madam?”

Modist: “Ev bark yıkımı Allah’ın belası!..”

Saffet Hanım: “Ay hastalık mı bu?”

Modist: “He. Evet… Evropa’dan gelme bir nev hastalık… Ahlak kolerası… Frenk illeti…”

Saffet Hanım: “Frengi mi dedin? Aman evlerimize şenlik…”

Modist: “Doğru dedin… Frengi illeti çok defa metresten çıkar. Fakat hanım, metresin ne olduğunu sahihtir ki bilmorsun?”

Saffet Hanım: “Yemin ederim ki bilmiyorum.”

Modist: “Okuman, yazman, imlan filan yoktur?”

Saffet Hanım: “Yoktur.”

Modist: “Öyle ise altın gibi temiz bir hanımsınız… Fakat size acıyorum. Bu toylukla başınız çok derde girecektir. Şişmansınız ama sıfatınız pek güzeldir. Âdeta size nadir bir bote28 diyebilirim. Beyiniz size ne cefa ediyorsa siz bana anlatınız. Ben de size sonra metres ne olduğunu beyan edeyim.”

Saffet Hanım gözleri yaşararak acınacak bir sesle:

“Madama sen çok iyi bir kadına benziyorsun.”

“O kendi zatlığınız hanımefendim.”

Saffet Hanım ürkek etrafına bakınarak:

“Kaynanam da huysuzdur, bey de… Dertleri çekilmez. (içini çekerek) Paris’ten geldikten sonra beyi bütün bütün değişmiş buldum. Nerede eski Hami? Nerede şimdiki Hami? Aralarında dağ kadar fark var. Evvelden huyu ne kadar yavaştı. Ne kadar halim bir delikanlıydı. Şimdi adi bir vesile ile insanın yüzüne bağırıyor. Paris’ten gelenler nazikleşir, hizmetçilere bile iltifatla muamele eder derlerdi. Bizim bey bu hükmün aksini gösterdi. Her şeye kızıyor, hele bazı kere büsbütün ateş kesiliyor, içinde bir sıkıntı var ama ne olduğunu anlayamıyorum. Artık ne beni gözü görüyor ne çocuğunu.”

“Vay çocuğunuz da vardır?”

“O Paris’e giderken karnımda idi.”

“Mahdumdur? Kerimedir?”

“Mahdum.”

“Allah çok ömürler, güzel huylar versin.”

“Âmin. Paris’e gitmezden evvel eve gelince kapıda içeriye şen, neşeli girerdi. Odamıza çıkar idik. Ah ne kadar eğlenir, ne şakalar ederdik. Hani o günler? Şimdi bir varmış bir yokmuş oldu. Artık çehresinden düşen bin parça oluyor. Ağzını açıp bir söz söylese mutlak bir kusurumu göstermek, beni acı acı zeklenmek29 için söylüyor. Karşısında ağzımı açmaya korkuyorum. Haddin var da dereden tepeden bir söz ucu bulmaya cesaret göster. O saat çehresini somurtarak ‘Sus… Sus… Senin gibi ümmiye bir kadınla ne konuşulur?’ diyor.”

“Umuye. O ne laftır ki?”

“Ne demek olduğunu ben de bilmiyorum. Hoca hanıma soracaktım, unuttum. Ümmiye zannederim ki ‘umacı’ gibi bir şey olacak…”

“Dorgusu çok güzel kalbin vardır hanımefendim. Kocam bana umacı diye idi ben kederimden tazı gibi zayıflanır idim.”

“Ey kokona başa gelen çekiliyor. Ben ümmiye isem ne kabahatim var? Allah öyle yaratmış. Anası beni gördü de aldı. Ben sahiden umacı imişim gibi yüzünü asıyor. Sedirin ta ötesine çekiliyor. Eline çarşaf kadar bir Frenk ceridesi30 alıyor.”

Tan’dır? Figaro’dur? Nedir?”

“Ben ne tandırı bilirim ne mangalı.”

“Bunları örgenmeye gayretlen yavrum. Şimdiki hayat moda hayatı, enstrüksiyon31 hayatıdır. Örgenen ileri varıyor; örgenmeyen taklak kılıyor.”

“İşte o elindeki cerideyi ha okuyor, ha okuyor. O kör olası kâğıdın içinde böyle bitmez tükenmez ne vardır bilmem ki?.. Tatlı sözünü işitmekten geçtim, artık kocamın yüzünü de göremez oldum. Elindeki ceride aramızı yüksek bir duvar gibi kapıyor. Artık bunda anlamayacak ne var? Bey, benim yüzümü görmemek için onu öyle tutuyor. O okurken ben oda içinde gezinir, ufak tefek iş görürüm. Çocuk huysuzlanır, onu döşeğe yatırırım, uyuturum. Sonra bir teneke dolusu cıgara yaparım. O iş de biter, saatlerle tentene örerim. Gayrı ondan da sıkılırım. Artık yapacak işim kalmaz. Nöbet uyuklamaya gelir. Uyuklarım… Uyuklarım… Uyuklarım. Arada bir gözümü açar bakarım ki hâlâ okuyor, sıkıntıdan avaz avaz haykıracağım gelir. Ne vardır madama o ceridelerde?”

“Tekmil bu yuvarlak dünyanın havadisi onlardadır.”

“A! Yalan!.. Hiç dünya yuvarlak olur mu? İşte dümdüz gözümüzün önünde duruyor.”

“Sahisini istersen ona benim de pek fikrim yatmaz. Beyoğlu’nda Pazar Alman’a, Bonmarşa’ya hiç gittin? Onda rafa koymuşlar, üç ayak üzerine oturmuş, karpuz gibi bir şey vardır. İşte o bu dünyanın cimcimesi imiş. Ben de bilirim ki dünya düzdür ama savan’lar32 yuvarlaktır iddia edorlar. Besbelli ki biz ile mehtap edorlar. Aksisini ispata muktedirsin? Değil isen düz gördüğün şeye yuvarlaktır diyorlarsa ‘He.’ demeye mecbursun. Evet o gazetelerde kronik vardır, fediver vardır, poletik vardır. Ticaret vardır, roman vardır. Hasılı vardır oğlu vardır.”

“Bu yuvarlak dünyanın bütün havadisini bizim beyden mi soracaklar? Azıcık da karısının yüzüne bakıp iki çift lakırtı etse olmaz mı?”

“Görünüyor ki seni karşısında hitaba şayan bulmor. Öyle ‘Pariz’ görmüş, ‘siyans’33 okumuş, büyük ‘sosyete’lerde nutka oturmuş, hasılı dünyanın dibine parmak vurmuş bir sivilize ile konuşmak senin harcındır zannedersin? Pariz’de oynanan bir operet’in türküsünü kritike ederse, laflarına bahane bulursa sen o sözden ne anlarsın? Yoksa Lonşan’da Baron de Vinyi’nin attan düştüğünü hikâye ederse sen baronu tanıyabilirsin? Illüstre’lerde34 resmine dikkat etmişsin?”

“A tuhaf şey! Ben elin Frenklerini nereden bileceğim?”

“Öyle ise onun da senin ile edecek bir lafı yoktur. Beyden şikâyetin bu türlü şeylerdir?”

“Hele dur dinle. Ben uyuklarken bazen yüzüme bakarak ‘Hanım, böyle vakitsiz uyuklamak, bidüziye esnemek, beyinsizlik, ahmaklık alametleridir.’ der. Ben de artık kızarım. ‘Acaba hangi beyinli adamı böyle saatlerce lakırtı etmeksizin oturmaya mecbur etseniz esnemeden, uyuklamadan durabilir? Sizin okumanız bitmiyor ki…’ cevabını veririm. Gene kaşlarını çatar: ‘İşte bak lakırtı etmesini biliyor musun? Ona okuma değil mütalaa derler.’ tekdirine kalkışır.”

“He işte bu lafında haklı. O işe ‘motalaa’ derler.”

“Okuma demek mütalaa demek değil midir?”

“Tut ki çoklarına göre öyledir. Lakin fines35 meraklıları için hiç de öyle olamaz. Çocukların okumasına, hani şu karnından, yüreğinden okursa, okuma derler. Büyüklerinkine ‘motalaa’ tabir ederler.”

“Ben o kadar incesini bilmiyorum. Kendisiyle aramızda böyle birkaç söz geçince, bu mütalaa fasılası bey için elinden cerideyi bırakıp Frenkçe koca bir kitap almasına vesile olur. Gene çehreler çatılır, sözlerine nihayet verilir. O kitabına dalar, ben de uykuya…”

“Sana bir bon nüvi,36 ona da zavallı diyeceğim gelor. Ne güzel karılık kocalıktır bu?”

“Güzel, çirkin… İşte böyle oluyor. Konakta haftada ancak bir veya iki defa kalır. O geceleri de böyle geçiririz.”

“Kusur geceler37 nerede kalır?”

“Bilir miyim? Sorulur mu?”

“Merak etmezsin? Kıskanmazsın? Şeytan aklına vesvese bırakmaz?”

Saffet Hanım pembe yanaklarından aşağı süzülen berrak iki katreyi çıplak, beyaz, tombul kolu ile silerek:

“Merak ederim, kıskanırım, çıldırırım, şeytan aklıma türlü şeyler getirir ama elimden ne gelir madama? Merhum Şadi Efendi’nin gelini olacağıma keşke bir hamal karısı olaydım da kıymetim bilineydi.”

Modist elleriyle yüzünü kapayıp hafifçe haykırarak:

“Şadi Efendi gelinisin? Şimdi ben onların yalısındayım? Çabuk söyle.”

Saffet Hanım modistin bu telaşından şaşırarak:

“Evet, Şadi Efendi’nin geliniyim. Burası onların yalısıdır. Ne var? Niçin çırpınıyorsun?”

“Öyle ise adiyö hanımefendim…”

“Ay neye?”

“Burası modistlerin mezarlığıdır. Kaynananız hanımefendinin hep aksatası38 veresiyedir. Üçe sekiz ilave etsen… Beşe yirmi beş koysan… İşin altından kalkmak kabil değildir. Modistlerin burada kaçı top attı? Kaçı iflasa çıktı. Bayzar Vartan’la beraber, Annik, Ahzabert, daha öteki, daha beriki…”

Gelirken nereye geldiğini bilmiyor muydun?

“Hayır bilmiyor idim. Siz evvelden …’de oturur idiniz?”

“Evvelden orada idik. Şimdi buraya geldik.”

“Bana bir uşak geldi. ‘Hami’ yazılı bir kart gösterdi. E, ben ne bileyim ki o ‘Hami’, merhum Şadi Efendi’nin oğludur? Peşine düştüm, burayacak geldim.”

“Merak etme. Kaynanamın aksatası veresiye ise benimki peşindir. Neme lazım, on paranı kabul etmem.”

“Böyle laf etmek terbiyesizliktir, lakin dar vakitteyim. Sermayemin bütününü buraya kapatamam. Şimdi büyük hanımefendi Taksim’deki Flora ile alışveriş edoor, değil mi? Eh, ona niçin haber etmediniz? Artık gelmeye biraz nazlanıyor sanırım. Hakkı vardır. Geçen gün biçare kadın ‘Ah iflasa çıktım.’ deyi ağlayordu. Bu konağa bir kere tutulmuş. Kaç senedir vermiş, hâlâ da veriyor. Lafına bakılırsa daha hiç almamış. Hanımım, safsın, meleksin de sana bu lafları edorum. Yoksa karşımda sen olmasan çantamı, mezürümü toplayınca hemen adiyö eder idim.”

Meryem Dudu: “Benim aylıklarım da bir buçuk senedir üst üste bindi. Geçende hanımefendiyi etekledim. Versin diye hemen sustaya durarak yalvar yakar oldum. ‘Yakında eda ederim.’ deyi cevap etti. Gene bir çiftlik satılor. Ayvazın uzun kulaktan bana geçtiği fısa bakılırsa çiftlik satılmor, sarraf zapt edor. Hakkını alacak, artakalanı bunlara verecekmiş. Ne olursa olsun, tek beş on para da benim cebime girsin.”

Modist: “Bu familyayı pek zengindir deyi işitirdik. Bu kadar irattan, akardan gelen ne olor acep?”

Saffet Hanım: “Ana oğul su gibi harç ediyorlar, vaktiyle öyle alışmışlar. Her taraflarından zırıl zırıl borç akıyor, zenginlikleri öyle bir kuru namdan ibarettir. İki çiftlik var, işte onun biri de gidiyor. Kaynanam yaşlandıkça süse, nizama daha düşkün oluyor.”

Modist: “Ah bilirim. İsimleri Firuze Hanımefendi’dir. İki yanağında birer gül oturmuş pupe39 gibi gezer.”

Saffet Hanım: “Benim sana anlattığım çektiklerimin yarısı bile değil. Hani sen de bana metres ne olduğunu anlatacaktın?”

Modist: “Bir erkek bir karıya alakalanıp da onunla hocanın yahut papasın haberi olmadan yani nikâhsız karı koca şeklinde yaşar ise o herife ‘aman’, karıya da ‘metres’ derler. Yarım saatlikten tut da beş on seneliğine metres vardır.”

Saffet Hanım’ın çehresi gelincik gibi kızararak:

“Ha anladım, kapatma…”

Modist: “Yağı, tuzu, biberi kendinden iç yakar öyle bir kapatma.”

Saffet, helecanlı bir seda ile:

“Acaba bizim beyin de var mıdır dersiniz?”

Modist: “O pak yüreğinize yara vurmak istemem. Lakin mutlak onun metresleri olmalıdır. Siz tekine razı olunuz. Ben birkaçından korkarım.”

Saffet Hanım çatır çatır arkasından korseyi çıkarıp atarak yarı çıplak bir vücutla bir sandalye üzerine yığılır. Hüngür hüngür bir matem ağlaması tutturur.

Modist şaşırarak:

“Koca hanıma ağlama yaraşır? Sus ol efendim. Ben laf olsun deyi öyle bir söz ettim. Beyinizin metreslerini gözüm ile görmemişim, kulağımla işitmemişim, iftira kabilinden bir cesaret göstermişim. O ki borçları çoksa metresi ne ile tutacak? Metresler ‘aman’larının sıfatlarına değil keselerine alakalanırlar.”

O sıra, oda kapısı açılır. Firuze Hanımefendi oğlu Hami Bey’in bir kız kardeş tavrı ile koltuğuna girmiş, edalı, ağır adımlarla içeri gelirler. Bunları görünce modist lakırtıyı, Saffet de ağlamayı keser. Meryem Dudu da biraz evvel söylediği gibi ellerini çekerek sustaya durur.

Firuze Hanımefendi’nin yüzüne bakan, yüzdeki çizgilerden mana çıkarabilenlerden ise yıllardan ziyade düzgün, pudra, allık, saç, kaş, göz, kirpik boyalarının, tuvalet sularının, sabunlarının aşındırmasına uğramış o yüzde derin bir bencilik, elli yıllık hayatla çekişen şiddetli bir gençlik isteği görür. Yıllar geçişlerinin izini derin çizgilerle göz önüne koyarken birkaç paralık boyanın yalancı şahitliği ile herkesi gençliğine inandırmaya uğraşan, bu boyalı yüzde elli yılın bıkkınlık veren alayına karşı koyan yalnız iki uzuv kalmıştı ki onlar da gözler idi. Gerçekten de birer firuze gibi parlayan, sahibinin bütün kadınlık ihtirasını dışarı vuran bu bir çift mavi gözün uçlarında pençe pençe peyda olmuş çizgiler ile burun kanatlarının üzerinden başlayarak dudakların birleştiği noktalara ulaşan çizgilerin ve göz kapaklarını çeviren buruşukların derinliği lepiskaya boyanmış saçların, kumral kalem gezdirilmiş kaşların, kirpiklerin, kat kat sürülmüş pembe pudranın renk oyunlarına rağmen Firuze Hanımefendi’nin yüzüne acıklı bir kocakarılık hâli getirmişti.