Книга Metres - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Metres
Metres
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Metres

Yıllardan sonra davacıların iddialarının batıl olduğu meydana çıktı. Hakikat meydana çıktı ama bu hukukunu koruma işi Firuze Hanımefendi’ye kaça mal oldu? Hemen servetinin üçte biri bu yolda elden çıktı. Ellerinde düzgün senetlerle pek çok da alacaklı zuhur etti. Çiftliklerin, hanların büyük bir kısmı, sarraflarla, tefecilerle muameleli çıktı. Efendinin dillere destan olmuş o büyük servetinin ilişikleri temizlenerek gerçek mal olarak karısı ile oğlunun eline geçen kısmı, bütününe göre, ancak beşte bir kadar bir şeydi.

Şadi Efendi gibi bir defa adı zengine çıkmış olanların halk arasında çok kere servetinin çok büyütülmesi tuhaf bir âdettir. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.” meseli meşhurdur. Demek ki zenginlerin servetlerini tahmin ile vakit geçirmekten hoşlanan “lira” hasretlileri onu keseye atamamaktan ileri gelen yoksulluk acılarını şunun bunun parasının hesabını çoğaltmakla ağız ballandırarak unutmaya çalışıyorlar.

İşte böyle etraftan malına pertavsız ile bakan züğürtlerin büyütmesiyle birkaç milyon lira sahibi sanılan Şadi Efendi, iradının hepsi ancak beş altı yüz bin liraya çıkışabilen bir zattı.

Kaptan kaba boşaltılan bir suyun azalması gibi kocadan karısına, babadan oğluna geçişinde bu servet küçüldü. Borçların ödenmesi, davaların görülmesi, hasılı, yel üfürdü su götürdü, Firuze Hanımefendi’yle Hami Bey ancak ellişer bin liralık birer servet sahibi olabildiler. Herkesin “milyonlar” tahmin ettiği altınların “süzüntüsü” böylece yüz bin liraya inmişti. Fakat dışarıdan gene işin aslı bilinmeyerek bu ana oğulun servetleri pek büyültülerek hesap ediliyordu.

Müstesna bir güzellik sahibi, yirmi üç yaşındaki Firuze paranın güzelliğe, güzelliğin paraya verdiği parlaklığın mucize yaratan hassalarını bildiğinden, güzelliğinin şöhretine bir de parasının Karun’unki gibi hesaplanmasının karıştığını duydukça sevinerek, serveti hakkında halkın bu görüşüne uygun görünecek bir geçim kapısı açtı.

Kışın Beyoğlu’nda, yazın yalıda oturuluyordu. Haremin tantanası hiç bozulmadı. Selamlıktaki hizmetkârlar pek eksilmedi. Lando, rahat ve genişliği; kupa, lüzumu; fayton, hafiflik ve ferahlığı için elden çıkarılmadılar. Yağızların boyun kırışları, kesme kuyrukları; kırların yavaşlıkları hoşa gittiğinden, doruların emektarlığı göz önünde bulundurulduğundan ahır hemen boşalmadı. Konakta, yalıda her şey yerinde, insanlar eski hâlinde gibiydi. Bu gürültü içinde eksilen yalnız bir ihtiyar efendi olmuştu. Merhumun kendi eliyle diktiği fidan günden güne büyüyor, babasının acısını unutturuyordu.

Parası güzelliğinden, güzelliği parasından baskın Firuze’nin, milyonları olduğu sanılan bu genç dulun şöhreti büyük küçük meclislerde konuşuluyor, her yerde bir türlü fikir yürütülüyordu. Onunla evlenmek isteyenlerin sayısı yüzleri geçti binlere vardı. Hanımefendiye âdeta deste deste istidalar veriliyordu. Bayılanın, ölenin, tutuşanın, yananın çokluğu hakkındaki sözlere hem dost şaşıyordu hem düşman.

Firuze, evlenmek için etrafında böyle kırılışanlara gülüyor, hiçbirini kendine layık bulmuyordu. Efendinin kısa süren matemi bittikten, ağlanabildiği kadar ağlanıp âdet yerini bulduktan sonra sıra eğlenceye, zevk sefaya, gülmeye oynamaya geldi. Bu arada rahmetli de büsbütün unutulmayarak, birçok camilerde güzel sesli hafızlara hatimler indirtiliyor, mevlitler okutturuluyordu.

Beri taraftan birbirinden güzel sekiz on genç cariye alındı. Her birinin istidatlarına göre kiminin eline keman, kimininkine ut, kanun, tambur, tef verildi. Ayağına çabuk olanlar raksa ayrıldı. Bir ikisi piyano başına geçirildi. Bunlara da flavta, keman ilave edildi. Alaturka alafranga iki takım düzüldü. Memleketin sazda, seste, piyanoda, viyolonda şöhret yapmış musiki ustalarından en ünlüleri bu kızların yetiştirilmesine tayin edildi. Hey hey mi hey hey!.. Medet mi medet!.. Bambum mu bambum!..

Haftada bir iki gece yalının kafesleri fora… Her pencerede başka bir donanma varmış gibi türlü renkte ışıklar denizin titrek dalgaları üzerine nurlar saçarken piyanoya, kemana, flavtaya eşlik eden titrek, gönül gıcıklayıcı güzel bir kadın sesi en meşhur operanın ruhu çırpındıracak duygulara düşüren bir parçasını kâh hazin kâh şiddetli nağmelerle okuyarak arkadaki koruda akisler uyandırıp sanki mevhum bir rakiple yarışırdı.

Biraz sonra, mükemmel bir ince saz takımının kârları, semaileri, besteleri, şarkıları, gazelleriyle bezmde başka bir hâlet, nağmede tesirli bir samimiyet, neşede diğer bir vect ve istiğrak peyda olurdu. Dinleyenler yavaş yavaş alaturka ağır havalarımızın uyuşturucu tesiriyle kendilerinden geçerken, birdenbire kemençenin, kemanın yaylarından, udun, tamburun tellerinden, teflerin şakrak zillerinden bir raks havasının, mesela “Bülbül olsam kona da bilsem dallere.” şarkısının kıvrak, sıçratıcı nağmeleri avuç avuç bir neşe yağmuru gibi ortalığa saçılmaya, en uyuşuk gönülleri raksa getirmeye, bellerde, omuzlarda kendiliğinden titremeler peydahlanmaya ve meclisin ahengini dalgalandırıp neşelendirmeye başlayınca, sırma saçaklı serpme pul fistanlı iki raks perisi meydana fırlayarak fistanlarının renginden alev almış sanılan pembe yanakları üzerinde kesik Avrupa kâkülleri o “Ya hey!” sesleriyle yayılıp yayılıp toplandıkça, gözler süzüle süzüle gümüş boyunlar sağa sola kaydıkça, sinelerden kabaran o ikişer taze göğüsler sığınacak kucak arar gibi titreye titreye ortalığı zelzeleye verdikçe, seyircilerin akılları zıvanalarından karış karış oynar, gene yerini bulurdu.

Böyle sazlar neşe püskürür, rakkaselerin gözleri süzülür, avizelerin, fanusların parıltıları altında irili ufaklı kadehlerle renk renk içkiler içilirken ahengi dinlemek için bu neşeli yalının önünde toplanan kayıklarda, sandallardaki insanlar arasında Firuze Hanımefendi’nin şu sefalı yaşayışı hakkında bin türlü dedikodu yapılırdı. Bunlar arasında, hanımefendi beğendiği delikanlıyı ağırlığınca altına boğuyormuş cinsinden sözler birtakım züğürt zamparaların uykularını kaçırarak rüyalarında hep altın madenleri görmek, ağırlıklarınca altınla tartılmak gibi evhama uğramalarına sebep olmuştu.

Üç çifte şık kayık hazırlanıp da arkaya serilmiş ipekli al ihramın sırma saçakları denizin mavi rengi durgun suları üzerinde izler bırakarak, sırma işlemeli al çuha saltalı, burma bıyıklı üç kuvvetli hamlacının bol yenli hilali gömleklerden uzanan adaleli pazılarının kuvvetiyle kayık bir tüy hafifliğiyle kayıp giderken, içindeki kuş tüyü döşemeye yaslanmış o güzelin, uzaktan vücudu pek fark olunmayan o “puf” yaşmaktan irtisam eden ince kaşlarına, toplu, pembe, ince dudaklarına canlar dayanmazdı.

Firuze Hanımefendi karşısına bir cariye alarak deniz gezintilerini çok defa böyle yapardı.

Hanımefendi Göksu’ya gitse bir düğün evi gibi orası şenlenir; Kalender’e doğrulsa hanımın güzelliğine tutulmuş vurgunlar hep o tarafa dökülürlerdi.

Hami Beyefendi’nin terbiyesine, derslerine çeşitli hocalar tayin olundu. Fakat çocuğun zayıflığı, çelimsizliği annesini pek büyük endişelere düşürdüğünden çocuğa, öğretmenlerinin sözlerine uyması değil, hocalara küçük beyin emirlerine uygun şekilde bir nevi tedris usulü icat etmeleri tembih edildi. Çocuk hiç sıkıştırılmayacak. İsterse dersine çalışacak, istemezse çalışmayacak. Mesela “Nasara ne kelime?” sualine çocuk “ism-i fail” derse bu yanlış cevap şöyle alkışlanacak: “Maşallah beyim! Süphanallah efendim! Bu ne zekâvet! Evet, ism-i faildir; fakat şu da hatırınızda kalsın ki nasara ara sıra da fiil-i mazi olur.” denecek. Çocuk nasaranın fiil-i maziliğini hiç kabul etmeyerek bu yanlış çıkarmadan müteessir olur, ağlamaya başlarsa hoca hemen özür dileyecek ve nasara için dünyada bir şey olmak münasip ise onun da ancak ism-i faillik olacağını söyleyecek.

Ders sırasına oturmadan önce çocuğu doktor dikkatle muayene ederek, o günkü sağlık durumuna göre ne kadar zaman derse dayanacağını tayin ederek bu iş için hocaya talimat verecek, tembihlerde bulunacak.

Hocaların, hele Arapça hocalarının birçoğu bu türlü ders vermek şartlarını haysiyetleriyle uygun bulmayarak işlerini bıraktılar. Sekiz on hoca değiştirdikten sonra Firuze Hanımefendi en sonunda oğluna aradığı gibi hocalar buldu. Bu sonraki hocalar her akşam baklavayı, böreği bulunca nasaradan çok beyin huyuna suyuna gitmekte kârlı çıkacaklarını anladılar. Bütün çekimleri şımarık çocuğun keyfine bıraktılar. Kendileri var kuvvetlerini sofra başında kollarını sıvayıp kaymaklı baklavanın gücenmez bir tarafından yakalayıp, her noktasına geçmesi için balın içinde üstatça çevirerek haydi selamet ola mideye göndermek cihetine sarf etmeye koyuldular. Ve bu öğretme usulünü her şeyden tatlı buldular.

Hocaların tatlıya, puf böreğine karşı bir kere bu düşkünlükleri belli olduktan sonra, Hami Bey irili ufaklı köle ve cariyelerini etraftan toplar, zavallı hoca efendinin gözlerini bağlayarak yalının o geniş sofalarında körebe oyununa kalkardı. Hoca yediği tatlılar burnundan gelinceye kadar koşar, bu yorgunluğun acısını o akşam ya revaniden ya muhallebinden çıkarmaya yemin ederdi. Sofra başına oturunca “Gene bugün derse bedel körebe oyunu ile vakit geçirdik. O kadar koştum, o mertebe yoruldum ki, karnım boş torbaya döndü.” sözleriyle o akşamki yemeğe istihkak derecesini herkese tasdik ettirmek ister, sonra kollarını sıvar, sözlerini tasdik etseler de gık deyinceye kadar yerdi, etmeseler de.

Fransızca hocasının o yalıda başına gelenler büsbütün başka türlü geçmişti. Her şeyin halisinin makbul olması eskiden beri tecrübe edilmiş bir gerçek olduğundan adını Pol’a, Piyer’e çıkarıp başlarına şapo koyup gramersiz bir dil, dibinden bozuk bir aksanla hocalığa yeltenen yakası yağlı, havsız redingotlu tatlı su Frenklerine pek o kadar ehemmiyet verilmeyerek Hami Beyefendi’ye Fransız oğlu Fransız bir hoca aranmış ve böyle milliyet ayarı tastamam bir tanesi ele geçirilmişti. Zavallı Mösyö Jan, o yalıdaki hocaların dalkavuklukla hocalık arasındaki hürmetsiz mevkilerinden habersizdi. Daha bir kelime Türkçe de bilmiyordu. Kahya efendi, tercümanın aracılığı ile Hami Bey’in sağlık ve akıl durumu hakkında birtakım bilgi verdikten sonra çocuğu sıkmayarak gayet incelikle ders vermesi gerektiğini anlattı. Muallim Cenapları silindir şapkasını bir sandalye üzerine ağzı yukarıya ters koyarak, bütün yapılan tembihlere uygun bir şekilde, bütün güler yüzlülüğü ile derse başladığı gün, muzip çocuk yanındaki küçük köleye parmağıyla şapkayı gösterip pek lazımlı bir şeye benzetmiş ve benzetmedeki inceliğe ikisi de gülmekten kırılmışlardı.

Hoca Türkçe bilmediği için çocuğun benzetme sanatındaki bu ustalığını anlayamamış, yalnız çocuğun siniri tuttu zannederek bir zaman dersi tatil etmiş ve o kahkahalar arasında donuk bir çehre göstererek çocukların neşelerini bozmamak için kendisi de bir parça gülmekten geri durmamıştı.

Mösyö Jan, bir gün sofaya çıkarak mendil ile gözleri bağlanmış Türkçe hocasının bir alay çocuğun ortasında sıçradığını ve curcunayı ayyuka çıkaran çocukların hocaya karşı yumruklarını birbirine vurarak “Ebeme pilav pişirdim, içine sıçan düşürdüm!” avazıyla bağrıştıklarını görmüştü.

Ne pilavdan ne de içine düşürülenden bir şey anlamayarak, yalnız çocuklara vücut egzersizi yaptırılıyor zannederek bu ikinci vazife için hocanın ne kadar fazla maaş aldığını merak etmişti.

Fransız muallimi artık ufak tefek Türkçe kelimeleri anlamaya başlayınca Hami’nin arsızlığına dayanamamaya başladı. Ara sıra hiddetlenerek “Yok sen profesör… Ben profesör. Yok ben çocuk, sen çocuk…” gibi anlaşılmaz tekdirlere kalkışırdı.

Bir gün derste çocuğa étre yardımcı fiilinin passé indéfini’sini sordu. Hami “Je suis ètè, tu es été, il est été…” şeklinde okumaya başladı. Hoca çok öfkelendi. Fransızca hiç böyle sıyga bulunmadığını, bunun doğrusunun j’ai ètè olduğunu biraz sertçe ihtar etti.

Hami, hiddette hocasını birkaç kat geçerek kıpkırmızı bir çehre ile:

“Doğrusu benim okuduğum gibidir. Evet: Je suis ètè’dir işte.”

“Ah mon diyö! Ben hata söylüyor?”

“Hata söylüyor.”

“Gramer kitap yanlış yazmış?”

“Evet grameriniz bütün bütün yanlış yazmış.”

“O Dieu des bêtes! Sen dokuz, on yaşta bir Türk çocuk biliyor o kadar ki Fransız gramerien’ler bilmiyorlar böyle?”

“Çok laf yok… Doğrusu je suis ètè olacak. Anladın mı sinyor patates?”

“Ben patates?”

“Ben olacak değilim ya, sen… Baban da bayır turpu!”

“Benim babam bayır turp? Bu bana dolu bir insult (hakaret)!”

“Hımbıl! Laf boş olacak değil ya elbette dolu olacak.”

Fransız gözlerini dört açarak:

Allons donc imbécile! Tu désires que nous changions notre grammaire pour te plaire.” (Haydi oradan ahmak! Sana hoş görünmek için gramerimizi değiştirmemizi mi arzu ediyorsun?)

Hami imbécile hakaretini işitince hemen balık gibi yüz üstü odanın ortasına upuzun atılarak ağlama ile yangın kulesi bekçilerinin “Niyyyyaaavvv…” diye çıkardıkları gürültülü ses arasında uzun acı bir feryat kopardı.

Çocuğun bu çirkin avazı çok büyük bir acıya veya teessüre işaret olduğu yalı halkınca tecrübe edilmişti. Sanki evin bir tarafı birdenbire parlayıvermiş gibi bu sesi işiten elinden işini bırakarak küçük beyin imdadına koştu. Odanın içi hemen yarım dakikada başları örtülü örtüsüz kadınlar, birçok uşaklarla doldu.

Daha işin ne olduğu anlaşılmadan Firuze Hanımefendi “Evladıma ne yaptınız? Herifler, karılar söyleyiniz bakayım, yavrucuğuma ne oldu?” diye acayip sorularla kalabalığı yararak odaya girdi.

Bir nara ile bütün yalı halkını başına toplayacağını bilen Hami haykıra haykıra Fransızca hocasına ne ağza alınmaz koyu küfürler fırlatıyordu! Biri bu küfürleri dinleseydi bu kadar ayıp sözleri o yaşta bir çocuğun nereden ve nasıl öğrenmiş olduğuna şaşardı.

Firuze Hanım: “Doktor nerede? Yavrum hiddetle tıkanacak, bayılacak. Canım, kâhya efendiyi bulun. Ben ona çocuğun celalli olduğunu Frenk’e anlatsın demedim mi?”

Hami, hocasına söverken, annesi son derece tatlılıkla alnından, yanaklarından okşayarak:

“Eh yavrum! Eh gülüm! Evet. Evet, dediğin gibi olsun meleğim. Oh. Oh, pekâlâ.”

Kâhya efendi yetişir. Doktor gelir. Küçük beyin sinirlerini yatıştırmak için kordiyaller50 yapılır. Sonunda hoca ile çocuk arasındaki anlaşmazlığın neden çıktığı anlaşılır.

Hep çocuğa hak verildiğini, bütün ona inanıldığını görerek şaşırıp kalan muallim o kalabalığa:

“Bu çok ayıp… Ne vakit bir çocuk bağırıyor bu kadar adam geliyor. O ne söylüyor, hep inanıyor. Yalnız çocuk değil terbiye yok… Siz hep yok…”

Hami Bey bağırarak:

Imbécile onun kendisidir. J’ai été değil, je suis étè’dir işte.”

Kâhya efendi hocanın kulağına: “Mösyö Jan rica ederiz, çocuk ne derse sen de öyledir de.”

“O… Bu çok drole…51 Çocuk ne vakit diyor ‘Kâhya efendi baba dört ayak vardır, kulakları yüksektir.’ biz inanacak ki böyledir.”

Hanımefendi bir aralık ortadan kaybolur, gene gelir. Mösyö Jan’ın eline gizlice, en aşağı on beş lira eder bir altın saat sıkıştırarak yavaşça:

“Rica ederim kuzum mösyö… Sözünü geri al, çocuğun dediğini tasdik et. Yavrumun kanı başına sıçramış.”

Mösyö Jan saati görünce hiddetlenmekle kabul etmek arasında şaşırmış bir tavırla:

“Yok madam, efendim hanım! Siz böyle benim ahlak bozacak yerde ne vakit onun ahlak yapıyor, daha iyi oluyor.”

“Mösyö pek ziyade rica ederim.”

“Her ne vakit bir karı yalvarıyor, biz olur diyor.”

Muallim çocuğun önüne girerek:

“Ben yanlış yaptı, verbe être, passé indéfini yok j’ai été fakat je suis été. Benim bu yanlış affeder.”

Hami, bu üstünlüğünden ileri gelen bir hor görürlükle:

“Ya ben sana demedim miydi? Mırmırık boza suratlı herif!”

Mösyö Jan, Galile’ye engizisyon mahkemesi önünde sözünü geri aldırdıkları gibi bir çocuğun hatırı için gerçeği inkâr ettikten sonra hemen kendini bahçeye attı. Orada çok büyük bir şemsiye gibi açık bir fıstık ağacının altında denize karşı nargilesini guruldatan Farisi hocasıyla, gözlerini süze süze her yudumu göbeğine kadar çekerek kahve içen Arabi muallimine rastladı. Bunlar Mösyö Jan’ı güler yüzle karşıladılar. Hami’nin bu densizliği onlar için yüz defa tekrarlanmış bir şeydi.

Arabi hocası kahveyi yere bırakarak:

“Müsü! Bu yalıda öyle muntazam ders okutmak yok… Çocuk ne derse öyle olacak. Yemekler güzel, hem bol. Bana âlâ yahni, kaymaklı nefis tatlılar… (Farisi hocasını göstererek) Murtaza Efendi için cilav, zerdeli hindi, sana mükemmel buyyon, lezzetli biftek… Bunları yemeli, sonra bu ağacın altına oturup kahveyi, cıgarayı da çekmeli. Dikkat olunacak nokta, yalnız ders sırasında çocuk mastara emir sıygasıdır dese katiyen zıddına basmamalı. Hemen evet demeli. Bak sinyor cenapları bu konakta bir âdet vardır. Küçük beyle çıkacak ilk çatışmada hocayı yola getirmek için eline bir altın saat verirler. İkinci patırtıda on lira, üçüncüde kapı dışarı ederler. Biz Murtaza Efendi’yle saatleri ve sonra altınları aldık. Şimdi beyi gücendirmemeye gayretle keyfimize bakıyoruz.”

Farisi hocası marpucu ağzından çıkararak gevşek gevşek uzun bir gülümseme ile başını sallaya sallaya:

“Hiç böyle tuhaf püser daha görmemişem. Derse dikkati yoktur, lakin zekidir. Geçende ister idi ki beni hiddete getirsin, ders sırasında iddiaya başladı ki amuhten mastarı52 armuttan alınmıştır, manası da çok tatlı olmak demektir.”

Arabi hocası: “Vallahi meseleye ağzım sulandı Murtaza Efendi.”

“Ben saati koynuma koymuşam, liraları keseye atmışam. Bilirem ki gayrı kalan kovulmaktır. Amuhtenin muşmuladan çıktığını iddia etse daha redde mecalim yok. Cevap ettim: ‘Beli beyim yahşi söylüyorsan, pek doğru, amuhtenin aslı armuttandır. Biraz daha büyür isen lügat babası olacaksın.’ Bu sözüme çok hoşlandı. Anasına medih olunmuşam. Ertesi günü hanımefendi beni kapı ardına çağırdı, ‘Öğretmenden memnunum Murtaza Efendi. Çocuğu güzel okutuyorsun.’ iltifatıyla beş lira ihsan buyurdu. Alıram liraları, çekerem nargileyi… Dahası mene gerekmezdi köpeoğlu!”

Mösyö Jan yarı yarıya anlayabildiği bu garip sözleri dinledi. Kendi kendine Je ferai autant que ces messiers, (Ben de bu efendiler gibi yaparım.) dedi.

Bir zaman sonra Hami ile aralarında çıkan ikinci bir anlaşmazlıkta muallim cenapları cebine on lira atarak Fransız dilinin temel kurallarından bazılarını inkâr etti. Beyefendinin keyfini yerine getirdi. Fakat üçüncü anlaşmazlıkta Mösyö Jan öteki hoca efendiler kadar geniş yürekli olamadı, yalıdan kovuldu. Valizini bir hamala yükletip kapıdan çıkarken Hami’nin irili ufaklı köleleri, cariyeleri bütün oyun ve rezalet hizmetçileri yumruklarını birbirine vurarak “Sen yok profesör, ben profesör! Ben yok çocuk, sen çocuk…” yaygaraları şu son saygıyı da esirgemediler!

Milliyetçe Fransız olan hocaların inatları, Mösyö Jan gibi birkaçında denendi. Artık o dili öğretmek için bir Rum hoca bulundu. Nikolayidi Efendi yaranmak işinde Arapça ve Farsça hocalarını kulaç kulaç geçti. Eski ve yeni dillerde âdeta allame olan bu zat besbelli para kazanmak dilini, âlimi olduğu ölü diller kadar bilemediğinden uzun zaman boş kese, boş mide ile orada burada sürünmüştü.

Öyle ferah bir yalıda kendisine mükemmel bir oda ayrılarak çoktan beri hasretini çektiği sıcak çorba ile sulu pirzolaya kavuşunca talebesinin hatırı için değil gramer kuralını değiştirmek, Eyfel Kulesi mızıka ile dans ediyormuş deseler, kuleyi oynarken gören ilk şahidin kendi olduğunu iddiadan sıkılmayacak bir hâle gelmişti.

Akşamüzerleri fıstık ağacının gölgesi altında Arapça hocası sigarasını, Farisi hocası nargilesini içerek keyif çatarlar ve Nikolayidi Efendi kilercinin hazırladığı işret tepsisinden kadeh düzikoyu53 yuvarlayarak o nefis mezelerin seçimi meselesinde saniyelerle yorulurken, bu üç muallim o gün Hami Bey’in keyfi için ne kadar dil kaidesi baltaladıklarını birbirine hikâye ederek gülüşürlerdi.

3

Kinizm Taraflısı Bir Filozof

Firuze Hanımefendi, öncelerini bir parça anlattığımız öyle bir hayatın zevklerinin verdiği yorgunlukla yüzü buruşmuş bir kadın, oğlu Hami Bey ise işte böyle dandini beyim hoppala paşamla terbiye görmüş bir gençti. Bu ailenin Şadi Efendi’nin ölümünden sonraki her türlü tartı ve ölçü dışındaki vur patlasın yaşaması ancak dokuz on yıl kadar sürebildi. Çiftliklerin çoğu satıldı. Kalanlar sarraflara ipotek edildi. Hami on beş on altı yaşına girdiği zaman bütün gelirleri ayda yüz elli, iki yüz liraya kadar inmişti ki bu azalış ana oğulun dokuz on yıldır geçirdikleri israfçı hayata göre âdeta acınacak bir yoksulluk, çekilmez bir fukaralık hâli demekti. Meşhur meseldir: “Kırk yılda bir zengin fakir, bir fakir zengin olmaz.” Bu meselin ilk söylendiği zamanda besbelli bugünkü borsalar, piyasalar, fondalar yokmuş. Çünkü şimdi zenginlik, sermaye ve ticaretinin parmakla gösterilecek kadar genişliğiyle ün almış olan biri bir telgrafla birkaç dakikada top atıveriyor, gene böyle bir piyasa muamelesinde adı sanı pek bilinmeyen başka biri de çarçabuk zengin olabiliyor. Demek eskiden insanlar ağır ağır zengin olurlar, yavaş yavaş fukara düşerlermiş. Fakat bu meselin hâlâ bazı ailelere göre düşündürücü bir tarafı bulunabilir. İşte rahmetli Şadi Efendi ailesinde görüldüğü gibi pek sıkıştıkları bir zamanda Firuze Hanım gayet değerli bir top şal, büyük kıratta bir yakut yüzük, daha bunlara benzer şeyler çıkararak gizlice sattırır, gene günlerini gün etme imkânını bulur idi. Birkaç yıl da böyle geçti. Çalgıcı halayıkların gençleri satıldı. İhtiyarları çırak çıkarıldı. Musiki, dans hocaları savuldu. Erkek, kadın hizmetçiler, seyisler, aşçılar beşte dört derecesinde azaltıldı, kısıldı. Yeniden yeniye akarlar elden çıkarılarak yıllık gelir bin lirayı tutmamaya başladı. O zamana kadar Hami de yirmi dört, yirmi beş yaşını buldu. Beyoğlu’nda ve şurada buradaki aşk işlerini pek ileri bir dereceye vardırdı. Firuze Hanım eldeki paralarının artık dayanamayacağı bu israflara bir son vermek için belki avunur diye oğlunu evlendirdi. Saffet Hanım’ı buldu, aldı. Gelin hanım o kadar semirmezden önce sahiden benzeri az bulunur güzellerdendi. En ziyade merak ettiği, heves gösterdiği bir şey ile üç dört aydan çok uğraşamamak huyunda bulunan Hami, karısının ahmaklığına, cahilliğine, bönlüğüne artık dayanamaz oldu. Firuze Hanımefendi’nin böyle bilgisiz kadınlardan birini gelin diye seçmesine kimsenin aklı ermedi. Kayınvalide hanım, bu seçmedeki hikmeti kendinden soranlara “Yaşı küçüktür, kendim öğretir yetiştiririm, bu güzellikte bir kıza her zaman insan rastlamaz diye tamah ederek Saffet’i oğluma aldım. Fakat gelinim o kadar dar istidatlı çıktı ki kendisine bir şey öğretebilmek şöyle dursun, vücuduna kadın kıyafetine benzer bir elbise bile giydiremedik.” cevabını verirdi.

O ailenin sırlarını bildiklerini iddia eden bazı kimseler Firuze’nin bu karşılığına içlerinden gülerdi. Çünkü onlara göre bu seçmenin hikmeti evin içine pek gözü açık bir gelin getirmek kaynananın işine gelemeyeceğinden başka bir şey değildi. Firuze Hanım gençliğindeki aşklarıyla dillere destan olmuştu.

Pek taze dul kalmışken evlenme tarafına yanaşmaması bu kadının geçirdiği hayatı birtakım kötü yorumlarla çekiştirenlere hak verdiriyordu. “Bir kadının öyle hesapsız parası, sürü ile âşığı olduktan sonra koca diye evine bir kâhya, bir baş belası dikmesinde ne mana vardır?” gibi alaylar ara sıra ta kendi kulağına kadar gittikçe Firuze tiksinmiş gibi kaşlarını kaldırıp dudaklarını kıvırarak “Âlemde ne işsiz saçma sapan söyleyenler var. Benim malımdan, gönlümden başka düşünecek bir şey bulamıyorlar mı?” sözleriyle herkesin böyle takazasına54 karşı çehresini çatardı.

Sonra sonra yaşı ilerledikçe hakkında söylenen bu gibi sözlerden içerlemeye başladı. Herkese karşı derli toplu görünmek, bu söylenenleri yaşayışı ve davranışı ile yalan çıkarmak isteğine kapıldı. Ama anlatmak istediği bu salah meyli ile de kendini kimseye beğendiremedi.

O zaman öteki beriki “Galiba mal suyunu çekti. Yüzü gözü de buruştu. Artık kendini besbelli beğenen olmuyor da zoraki ehliperdelik taslıyor.” demekten çekinmediler.

Çok güzel olmakla şöhret bulmuş bir kadının güzelliğinin tazeliği ömrün sonbaharına erince o eski aşk zaferlerinden gönlünde bir gurur artığı kalıyor. Sonu gelmez sandığı o güzelliğine zamanın açtığı yarıkları düzeltmeye ve bu zor işte kendi kendine başarı kazanmaya çabalıyor. Bir kere insan o mevsime girdi mi çok geçmiyor, karlar yağıyor, artık ömrün kış devrine mahsus zorlu fırtınalar ile hırpalanan o yüzü onarmak güçleşiyor, insan bazı gözlerindeki görüş berraklığına, bazı da aynanın tam olarak gösterdiğine inanmıyor. Yüzüne bakanlara kendisi de bir şey anlamak ister gibi bakarak sanki soruyor: “Ben nasılım? Gene evvelki gibi miyim?”

Bundan sonra güzelliğini övmek için işiteceği yalanlardan, yüze gülücülüklerden hoşlanıyor. Başka sebeplerle belki hâlâ kendine aşkını bildirenler, muhabbetin sadakatini söyleyenler oluyor. Bunları hep kendini aldatmak için dinliyor, bu tatlı rüyayı uzayabildiği kadar uzatmak isteğinden vazgeçmiyor. Fakat bir gün kalbine bir sıkıntı geliyor, duygularında bir değişiklik oluyor. Sevgilisinin davranışındaki samimiyetsizliği, sözlerindeki yapmacıklığı artık kendi nefsine karşı gizleyemiyor. Hemen aynaya koşuyor. O düzgünlerin, boyaların altından sırıtan yorgunluğu, buruşukluğu, bütün o korkunç gerçekleri inkâr etmeye, tevile imkân bulamıyor. Kendi kendine “Ben bitmişim! Bu çehre artık sevilemez. Beni sever görünenler, güzelliğimin tazeliğini hiç geçmeyecek gibi bir yaradılış istinası gibi göstermek isteyenler, hep o yüzüme gülenler, demek bir çıkarları olduğundan yalan söylüyorlar, beni aldatıyorlar.” diyor.