banner banner banner
Şehir Mektupları
Şehir Mektupları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Şehir Mektupları


“Hoca Efendi, boğulanlar niye denizin üzerine çıkıyorlar?”

Hoca, bunun hikmetini birdenbire akıl edemez. Fakat o zeki öğrenciye inandırıcı bir cevap vermek zorunda bulunduğu için der ki:

“Çocuklar görsünler de ibret alsınlar diye.”

4

Alafranga geçinen arkadaşlardan biri, geçenlerde, “Malumat”ın[12 - Malumat: 1895’ten itibaren Baba Tâhir’in çıkardığı, tanınmış bir gazete. Uzun bir süre haftalık,bir aralık da günlük olarak çıkmıştır.A.Rasi, ‘‘Şehir Mektupları’’ kitabındaki yazılarının çoğunu, ilkin bu gazetede yayımladı.] bir bahsi unutmakta olduğunu söyleyince çarçabuk sordum:

“O bahis hangi bahistir?”

“İspor.”

“İspor mu? İspor ne demektir?”

“İspor İngilizce bir kelimedir ki bizde koşu, yarış, müsabaka, güreş ve buna benzer eğlence ve oyunların hepsini içine alır. Hatta, deniz ve kara avcılıkları da bunun içindedir.”

Ben tafsilatı aldım ya, bu eksiği gidermek ve tamamlamak için, rast geldiğim, duyduğum şeyleri birer birer yazarak size mektup göndermeye karar verdim. Fakat, ne garip tesadüf! Arkadaşımla havanın sıcaklığından, akşamın serinliğinden bahsede bahsede, Şişli’nin Maslak ve Zincirlikuyu[13 - Maslak: İstanbul’da Şişli kazasından Boğaziçi’ne inen yol üzerinde bir gezinti, dinlenme yeri. Zincirlikuyu: Şişli’ye bağlı semtlerden biri.] taraflarına giden caddesinden yürüyorduk, öteden, bir dumandır söktü. Süratte göz kamaştırıcı şimşeği andıran, bir cin arabası görünmeye başladı. Sokaklarımızda alabildiğine gezen, garip hayvanlara ve insanlara bile ağzı açık saldıran köpeklerden birkaçı da ardını bırakmıyordu. Bu geliş öyle hır çıkarıcı gelişlerden değildi, önde bir tekerlek, o tekerleğin çemberine teğet çekilen çizgi istikametine doğru eğilmiş bir vücut, ondan ötede yine bir tekerlek durmadan hareket ediyordu.

Bu alet binicisinin, yaklaştıkça yüz hatları, kıyafeti, tavrı, hâli apaçık beliriyordu. Uzunca, sarışın, kadınların bergamudi[14 - Bergamudi: Turunçgillerden bir meyve olan ‘‘bergamud’’ un renginde, sarımsı pembe.] dedikleri rengin daha açık tonunda. Başında bu âleme mahsus olan damalı kasket, sırtında limoni, keten ve önü âdeta yeleklerin yanlarını kapayacak derecede düğmeli bir ceket, ham ipekten yapılma bir gömlek var. Takma yakalı, püskül boyun bağlı, omuzları geniş, pazusu ve kürek kemiği, adaleleri kuvvetli. Beline bir kuşak dolamış, bir ucu kuşağa, öbürü bismark renkli[15 - Bismark rengi: Koyu kahverengiye çalar bir renk.] kısa pantolonunun cebine dalmış gümüş veya nikelden bir zincir. Ayaklarında, dizine kadar örten hafif kahverengi bir çorap ile alafranga çarık vardı.

Terlemiş. Akşamın kararsız rüzgârı, velosipedle[16 - Velosiped (velocipede): Bisiklet.] önünde döne döne havlayan kayış bacakların kaldırdıkları tozu, durmadan yüzüne iade ediyordu. Çehresi kir içinde, koltuklarının altı akciğer ve karaciğerlerine doğru bir nemli zemin hâlinde idi. “İspor!” diye söylendim. Binici, bize gururlu bir bakışla bakarak yanımızdan hızla geçti. Bir göz açıp kapayıncaya kadar uzaklaşacak diye onu seyrederken, kasırgaya tutulmuşçasına, birkaç defa döner gibi oldu. Nazarımız değmiş olmalı ki biçare, edinmiş olduğu süratin verdiği kuvvetle devrilerek alet bir tarafa, kendi de hendeğin yanına yuvarlandı. Bu hâle acınır, değil mi? Fakat ben, gülmekten yanına gidemedim. Arkadaşım, o Frenklere mahsus tavrıyla yaklaşarak Fransızca, kazanın neden ileri geldiğini sordu. Makinenin çivisi mi düşmüş, tekerleği mi eğrilmiş, velhasıl bir şey olmuş. Geçmiş olsun, dedik. Meğer, vaka bununla savuşmuyormuş. İşin daha dehşetlisi varmış. Makineyi kucaklayıp götürmeli imiş. Doğrusu, ya! Yorgunluğun, düşmenin üzerine bu, yenir yutulur şey değil.

Artık, böyle bir vakaya tesadüf edildikten sonra, ne konuşulur? Arkadaşım, bu aletin Avrupa’da meydan verdiği eğlenceler hakkında tafsilata girişmişti. Aman ya Rabbi! Velosiped deyip de geçmeyiniz. Maddi faydalarından başka, sanayide de tatbik edilmiş. Mesela hırsızlık, takip, kızları, karıları iğfalde çok işe yarıyormuş. Hamdolsun, üçüncü noktaya temas eden olaylardan birini biz de şehrimizde gördük, işittik. Beyoğlu’nda, geçenlerde baş göstermiş olan ve bir velosiped binicisi ile zenginlerden birinin kızının Büyükdere’ye[17 - Büyükdere: Boğaz’ın Rumeli yakasındaki uzak semtlerden biri.] gidişlerini tasvir eden malum hikâye bu velosipedin son icatlarındandır.

Bu aletin mesirelerde yaptığı tesir, ilk garabetini büsbütün artırıyor. Çok kere gençler, bizim kızak kayarken “turna katarı” dediğimiz tarzda dizilerek, öncünün gösterdiği vaziyeti izleyip gelişigüzel bir geçit resmi yapıyorlar. Arada bir yarışma dizisi teşkil ederek baştan öttürülen düdükle birlikte ayaklarını oynatıyor ve istenen yere kadar gidip dönüyorlar. Tabur talimleri gibi ikişer dörder oluyorlar. Muntazam bir hareketle, tekerleri gözeterek sıra sıra koşup duruyorlar. Bunda yalnız bir eksik taraf var ki o da “sağdan geri”ler pek çabuk yapılamıyor. Tornistan mıdır, tornhayt (turn right)[18 - Turn right: (İngilizce) Sağa geriye! demektir. Denizcilik ve trafik terimidir.] mıdır nedir? Geriye dönüş hareketi asla yok. İcat edildiği yer, gelişmiş memleketlerin en birincilerinden olduğu için, “geriye dönüş”e delalet edecek belirtilerin hepsi yok edilmiş imiş!

İki ayaklı, iki tekerlekli olan bu gezici mahlukları gördükçe, “Haftalık Malumat”ın seyyar yazıcısı hatırıma geliyor. Geçenlerde yazdığı bir “mektupta”, sinir illetine tutulduğu için, sürekli gezip dolaşma içinde bulunduğunu bildiriyordu. Sorup öğrendiğime göre velosiped, asap düzelmesine, deniz hamamlarından daha fazla hizmet ediyormuş. Bizim yazıcı için bunun kadar iyi, bundan daha lezzetli bir ilaç olamaz. Bir tane alsın. Zaten tabanları, yaya gitme ve hareket yorgunluklarına alışkın; bir taraftan gezer, hastalığın zorladığı şeylere uymuş olur, bir taraftan da kendisini tedavi eder. İkinci olarak her aybaşı vereceği potin parasından kurtulur. Üçüncüsü ise her yere vakti vaktine yetişir. Hele dördüncü olarak Malumat’ın seyyar yazıcısı velosipetlidir, diye gazetesine şöhret aldırır.

Sanırım ki bu velosiped merakı bizim müvezzilere de sirayet edecek. Eski müvezziler ihtiyar, hâlsiz; koşamaz, bağıramazlar. Biraz gençleri de eskileri taklide mecbur olduklarından, gazete satarak geçinen birtakım çığırtkan çocuklara yetişememektedirler. Benim fikrime kalırsa müvezzilerimiz, o baldırı çıplaklara rekabet için, mutlaka velosiped kullanmalıdırlar. Çünkü hem rahat hem de faydalı.

5

Üç günden beri göz ağrısı çekiyorum. Sanki gözlerime yakıcı bir madde dökülmüş gibi cayır cayır yanıyor, kaşınıyor, kanlanıyor, acıyor. Günden güne artan bu elem beni korkuttu. Sevdiğim, bilgisine güvendiğim bizim göz doktoruna müracaat ettim.

Göz hekimi, bir müddet muayeneden sonra dedi ki:

“Göz kapağının altında, içinde hatta bebeğin üzerinde bile yabancı maddeler var.”

“Yabancı maddeler mi?”

“Evet.”

“Fakat… Nasıl olur? Bu kadar yabancı madde benim gözüme girer de ben hissetmez miyim?”

“Acaba, matbaada şaka ederken mürekkep tozu filan dökmesinler.”

“Hayır, böyle bir vakayı hatırlamıyorum.”

“Bu hafta nerelere gittin?”

“Fener’e.”

“Ha! Sebebini bulduk. Araba piyasası, toz duman…”

“Evet hatırlıyorum, pek çok toz vardı. Bir hâlde ki yarım saat sonra gözümün görme derecesi azaldı idi. Hatta yirmi otuz adım ötede bulunanları görmek kabil değildi. Toz, şeffafımsı bir perde gibi yerden semaya doğru kalkmıştı.

Hekim gözlerimi yıkadı, temizledi. Asitborikli su verdi. Nasıl kullanılacağını gösterdi. Gözlerimde ufak tefek yaralarda oluşan iltihap bulunduğu için, vapurdumanı gözlük kullanmamı tavsiye etti. Gözlüğü aldık, taktık. Aman efendim! Ne bela şey imiş! Kendimi, akşamüzeri köprüden geçiyorum zannettim. Tuhaf bir karanlık, düşeceğim diye korkuyorum. Aynaya baktım, garip bir şekil almışım. Dahası var. Ta burnumun üzerinde bir ağır yük. Terledikçe ortalık kararıyor. Durmadan silmeli. Daima temizlik işleriyle uğraşmalı, vesselam.”

Göz hekimi gözlük dediği zaman, nasılsa, “tek gözlük” hakkında fikrini sordum. Bana:

“Gözler, her zaman, denk kuvvette değildir. Hangisinin görüşü zayıf ise, ona göre numaralı taş cam verilir. Tek gözlük, esasında, iktisat için yapılmış ise de excentricite (eksantrisite) yani hoppalık ile züppelik arasındaki alışkanlıkları şıklık avadanlığı arasına katıvermiştir. Çift gözlük alınarak birine adi cam konsa daha iyi olur.” dedi.

Gözlük üzerine, az komik şeyler yapılmış değildir. Hakkında icat edilen hikâyeler veya olagelen gülünç şeyler pek çoktur.

Büyüklerden biri, gözlük heveslisi imiş. Kendisi gayet titiz, kibirli, azametli öfkeli olduğu için hizmetçileri ve adamları korkarlar imiş. Bir gün, evin içinde bir kıyamet kopar. Harem selamlık[19 - Harem, selamlık: Büyük konaklarda kadın ve erkeklere ayrılan yerler.] karmakarışık. Herkes efendinin gözlüğünü arıyor. Ayvaz[20 - Ayvaz: Mutfak ve yemek hizmeti gören uşak.] at uşağı, bahçıvan bahçede. Büyük kâhya, küçük kâhya, kahveci, ibrikdar[21 - İbrikdar: Eskiden misafirlere ibrikle su döken kimse.] sofa ile selamlık odalarında. Aşçı, yamakları, kilerci, ayvaz mutfak ile müştemilatında.[22 - Müştemilat: Büyük bir binaya ek ve gerekli olan küçük binalar.] İspir[23 - İspir: At uşağı.] ile arabacı, çocukları arabalarla faytonda. Dadı, bacı, taya kadın[24 - Taya: Dadı.], haremin sofa ve odalarında. Halayıklar[25 - Halayık: Cariye.] efendinin yatak, yemek, çamaşır, tuvalet hanelerinde. Hanımefendi, kızları elleri böğründe. Efendi hem haremde, hem selamlıkta arama ile meşgul.

Bir velvele, bir azar, bir haşlama, bir çığlık, bir ağlama, bir homurdanma, bir mırıltı, bir korku hükmünü sürdürmekte. Ayvaz sapsarı, kâhya endişeli, arabacı şaşkın, aşçı hayrette. Dadı, bacı gözlüğe lanet okuyor. Halayıklar: “Şeytan aldı götürdü, çalamadan getirdi.” tarzında geri getirme niyazları ediyorlar, iblise söven sövene.

Bu hâl hayli zaman sürer, ev halkı da yorgunluktan nefes almak için birer yer bulurlar. O aralık, baş kâhya huzuruna çıkar. İlkönce, telaş ile ne yapıp ne edeceğini şaşırmış imiş. Bir aralık kendini toplayıp da efendisinin yüzüne bakınca ne görse beğenirsiniz?

Gözlük efendinin alnında duruyor! Fakat efendi, yine ter ter tepiniyor; gözlük bulunmazsa, hepsini kovacağını söylüyor. Kâhya, sözünü bilir takımından olduğu için, efendiyi körlük ile suçlamak istemez; onun tehditlerine karşı:

“Merak etmeyin efendim, buluruz. Şimdilik alnınızdaki gözlük ile vakit geçiştirin de biz de ötekini ararız!” diye cevap vererek efendinin hiddetini yener.

Her neyse! Bize bir Fener’e gitmek kesemizi boşalttırdı; ama, gözlerimizi doldurdu. Vücutça hissettiğim ağrılara gelince kaldırımların bozukluğu dolayısıyla belim epeyce incinmiş; tenim hamam istiyor, gözlerim ağrılıklı, başım beynim uğultular içinde. Elbisemi sormayın, yaka ile öbür kısımları asıl rengini kaybetmiş. Yeleğin düğme bölümleri başka, koltuk ve yan tarafa gelen yerleri yine başka. Kalıkçıdan utandım. Herif, süpürge ile fesimi süpürüp de şak! şak! eline vurdukça, un çuvalı gibi tozuyordu. Âdeta ağarmış. Bir masraf daha!

Fener’in eğlencesi, söylendiği kadar, pek hoş değil. İnsan, arabalara uyup da boyuna gezecek olursa baş dönmesi illetine uğrayacak. Orası sanki araba sirki imiş gibi durmadan dönüyorlar. Ama ne arabalar! Çekçeklerden[26 - Çekçek: Dört tekerlekli el arabası.] tutun da paraşol,[27 - Paraşol (paraçol): Tek atlı, üstü kapalı, dört tekerlekli, yanları açık araba.] bağ arabası, fayton, brik,[28 - Brik: Tek atlı, iki tekerlekli, oturulacak yerleri yanlarında olan araba.], kupa,[29 - Kupa: Her tarafı kapalı, dört tekerlekli ve iki yanda pencereleri olan araba.] lando,[30 - Lando: Çift körüklü, dört tekerlekli, büyük araba.] yarım lando, tek atlı, çift atlıların hepsinden birer tane var. Atların rengi de çeşit çeşit: Kır bakla, demir kırı, al, siyah, karışık, benekli, beneksiz, abraş,[31 - Abraş: Alaca benekli.] bilmem daha neler!

O gezinti yerinde ara sıra merkep binicileri bile görülüyor.

Tuvalet, burada iki şık gösteriyor. Kadınlar, ya bildiğimiz gibi çarşaflı, yaşmaklı[32 - Yaşmak: Eskiden kadınların giydikleri ve ferace adı verilen manto ile beraber başlarına örttükleri tül. Yalnız gözleri açıkta bırakan bu tülün uçları boyuna dolanırdı.] veyahut yeldirmeli.[33 - Yeldirme: Eskiden, kadınların yazlık mantolarına verilen isim. Yeldirme ile yaşma kullanılmaz, başörtüsü kullanılırdı.] Çarşaflılarla yaşmaklıların çoğu arabalarda. Yeldirmeliler paraşollarda, bağ arabalarında. Fakat inceliği seven bakışlar daha çok sadelikten hoşlandığı için, ikinci kısım daha bir üstünlük kazanıyor. Mesela dolma, helva tabakları ve yenecek şeyler istif edilmiş olan sepet tertemiz bir hâlde arabanın en arkasına yerleştirilmiştir. Onun üzerinde mama dadı, onun üzerinde beyaz dadı, onun üzerinde bey, küçük beyden sonra küçük hanım, ondan sonra çatık çehreli büyük valide ile küçük anne yer almış bulunuyorlar. Arabacıyı sormayın: Kelle tıraşlı, üzerinde on tel püsküllü, kalıpsız, eski fes. Gerdan, surat bakır gibi. Sarışın bıyık, cılız mavi göz, buruşuk alın. Gerdandan sonra kırmızılı bir mintan, yelek gibi beyaz düğmeli. Belde yine kırmızı kuşak, sarı ile siyah arasında bir potur. Çorapsız ayaklara geçmiş, altı kerpiçeli[34 - Kerpiçe (karpiçe): Ayakkabı çivisi, kabara.], yarım kunduralar. Elde kamçı, dudakları habire “cık, cık!” ediyor.

Konuşabildiğini ispat etmek için de: Varda! Destur! diyor. Araba da şık: Uzunca bir kerevet. Tavanı kubbemsi, beyaz örtülü, örtünün yanları püsküllü.

İçerisi şiltelerle, kar gibi çarşaf ve yastıklarla döşeli. Yürürken gıcırdıyor. Koştu mu, içindekilerde yerinde durmak kabil değil. Üzerinde bir zıplama. Sesler gayet titrek, arada bir çığlık: Küçük bey, dilini ısırmış, ağlıyor. Mama dadı şeker veriyor. Beyaz dadı gözyaşlarını siliyor. Büyük anne meraklanıyor; küçük anne, sussun diye çil kuruş sıkıştırıyor. Ablası: “Sus, ayıptır!” diye azarlıyor. Biçare sepet, şangırtı içinde, sallanıp duruyor. Şimdi, Fener’e gider misiniz? İşte, size bir mesire!

6

Köprü ile Kadıköy arasındaki mesafenin kaç mil olduğunu bilmiyordum. Ben, köyüme gidip gelen vapurların tam bir meşakkatle, konakları aşa aşa, yarım saatten önce varamadıklarını gördükçe şaşıyordum. Her ne kadar Kadıköy vapurları gazetelerin dilinde hantallığı gösteren özel işaret ve alametlerden ise de bunda mübalağa olduğunu sanıyordum. Geçen gün, bir münasebetle, yine o vapurlardan birinde bulunuyordum. Vapur hareket ettikten bir iki dakika sonra, bir velvele koptu. Küpeşte[35 - Küpeşte: Gemilerin güvertesini çepeçevre çeviren parmaklık.] ye koşan koşana. Herkeste bir korku. Ne var diye, ben de seğirttim. Bakışlar, öteden beriye, dolu yelken gelen bir mavnaya dikilmiş, duruyor. “Aman, çarpışma olacak!” diyen diyene. Üstü başı oldukça temiz bir zata dedim ki: “Çarpışmadan bizim için ne tehlike var ki bu kadar korkuyorsunuz?”

Adamcağız dikkatle yüzüme baktı, dedi ki:

“Nasıl yok! Geçenlerde bunlardan biri vapurun çarkını hurdahaş etmiş.”

Meğer, korkan sadece halk değilmiş. Kaptan da endişeli duruyordu. Başı, eli bir tarafta. Var kuvvetiyle “Turn right! (tornrayt), stop her! (stoper)[36 - Turn right! sağa kır; stop her! (durdurun!) anlamında,İngilizce denizcilik terimleri.]” diye bağırıyordu. Her ne hâl ise, kazayı, tehlikeyi atlattık. Yerlerimize oturduk. Artık, çarpışma üzerine açılan sohbetlerin haddi hesabı yok. Fakat içlerinde, tuhafça bir zat dedi ki:

“Dikkat ettiniz mi?”