banner banner banner
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Оценить:
 Рейтинг: 0

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü

Gülhane Parkı’nın ağaçları ne kadar yüksek olursa olsun, bir türlü sarayın duvarlarını aşıp da bahçeyi görmeye müsaade etmiyordu. Ama Hakkı, parkın en yüksek ağacını gözüne kestirdi. Onun tutunabilirse en uç dalından sarayın bahçesi belki görülebilirdi.

Az bir ihtimali bile göze alan yüreğe sahipti Hakkı.

Hakkı o kadar güçlü pazılara sahip ve o kadar çevikti ki koca çınar ağacının tepesine birkaç hamlede sirk cambazı gibi çıkmıştı. Bir anda Topkapı Sarayı’nın dış duvarlarının üzerinden sarayın bahçesini gözleyebileceğini sanmış, uzanmış lakin duvarların üstünden bahçeyi görmesi imkânsızmış. Lanet olsun der gibi aşağıda kendisini gözleyenlere işaret yapmış ve çıktığı gibi inmiş.

“Yahu ne olup bittiğini bilmiyoruz.”

“Ulema padişahla görüştü mü acep?”

“Genç Osman’ın cevabı ne oldu ki…”

“Yahu genç, inatçı, sözünden dönmez…”

“Ne yapmalı?”

“Nasıl haber alacağız. Bahçeye birini mi soksak?”

“Nasıl sokacağız.”

“Bu duvarları nasıl aşacağız?”

“Kapıkulu hazırlıklıdır. Kesin ateş açar.”

O sırada Hakkı’nın gözüne daha yüksek bir yer ilişmiş.

Ayasofya’nın minareleri…

Hakkı önden, Mustafa arkasından koşturmuş.

Hakkı minarelerden Topkapı duvarlarına bakan tarafındakinin kapısındaki kilidi eline geçirdiği koca taşla kırıp hızla merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamış.

Az sonra şerefelerden birine çıkmış. Buradan artık sarayın ön avlusu da arka bahçeleri de görünüyormuş. Ortalıkta kimsecikler yokmuş.

Ne ön avluda, ne arka bahçelerde…

Hızla çıktığı gibi koştura koştura inmiş merdivenlerden.

“Saray süt liman gardaşlar…”

“Ne yani kimse yok mu? Asker, kapıkulu…”

“Hiç kimse yok. Tam bir ölü sessizliği hâkim.”

“O zaman ne duruyoruz. Dalalım!”

“Evet, en doğrusu bu…”

Bunu sonradan yeniçeri ağası yapmıştı Mustafa’nın annesi. Boynunu kurtarmıştı bana getirdiklerinde. Ben de önce paye verip sonra boynunu vurdurdum itin.



Asilerin cüreti iyiden iyiye artmıştı. Önlerine kimse çıkmamıştı. Şuursuz ve ne yapacağını bilmeyen kalabalıktan daha tehlikelisi yoktur. Sürü hâlinde duvarlara çıkanlar içeriden kapıyı açtılar ve diğer şuursuz kalabalık sanki bir gayeye erişmiş gibi ön avluyu işgal ettiler.

Cihana hükmeden padişahın korunağı işte bu kadardı. Zaten devlet kendileri demek değil miydi? Kendileri değil miydi âleme nizam veren? İlâ-yı kelimetullah için göğüslerini düşmanın mızraklarına hedef eden? Şimdi adaleti tesis için tekrar Halife-i rû-yu zemîni hak ettikleri çizgiye getireceklerdi. Ne cesaret? Yeryüzünde Tanrı’nın kılıcı ve halifesi olan bir cihan padişahını hizaya getirmek…

İkinci avlunun duvarlarının üstünde, köşklere giden yollarda gezinip durdular. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama bir şey yapmadan da buradan çıkmayacaklardı. Ne yapacaklardı?

İkinci avluyu da işgal eden kuru kalabalık sarayın odunluğuna girdiler. Düzgün kesilmiş odunları birer silah olarak elinde silah olmayanlara dağıttılar. Bahçelere ve köşklerin bulunduğu yerlere gitmeye cesaret edemiyorlardı. Mukaddes bir mekânın içindeydiler çünkü.

Beklediler. Fakat saray uykuda gibiydi. Taleplerini karşılamaya kimse gelmemişti. Hiç kimse kalabalığı teskin edecek bir konuşma da yapmamıştı.

Ulema, vüzera hepsi tutukluydu. Padişah isyancıların taleplerini kendisine iletmeye cüret eden kim varsa ulemadan, vüzeradan yaşına makamına bakmadan susturmuş, hiçbirinin uyarılarına aldırış etmemişti. Karşılarına çıkacak kimseyi bulamayan ve giderek heyecanları ve tereddütleri artan insanlar bir gün önceki hadisenin vuku bulmasını da istemiyorlardı elbet. Dilaver Paşa kendi sarayını korumak üzere asilerin birkaçını öldürtmüştü. Her an sağdan soldan askerlerin çıkıp namluları üzerlerine doğrultacaklarını düşünen kalabalık içinden arada bir haklı(!) isteklerini haykıranlar da çıkmıyor değildi. Lalanın, kızlar ağasının ve sadrazamın kellelerini istiyorlardı.

İkinci avlunun kapılarındaki menteşeler de gıcırdamaya başlıyordu. Sonunda güruh ikinci avluyu da tamamıyla işgal etti.

Bab-ı saadet kapısı bu hücum karşısında yıkıldı. Bir an hanedana duydukları saygıyı hatırlayan yeniçeriler kapının yıkık hâlini elemle seyrettiler. Sarayın iç avlusundaki taşlardan birinin üstünde oturmuş hâlde kendilerini izleyen ulemadan birine bir anda bütün yeniçerilerin gözleri çevrildi. Ulemadan o zatın belki de kendilerini azarlamasını bekliyorlardı. Oysa herifçioğlunun yüreği ağzındaydı. Korkudan ne yapacağını bilmiyordu. Kalabalığı kışkırtan ve moral veren şu sözleri yuvarladı ağzından:

“Bizim sözümüz bir işe yaramadı bari gidin kendiniz söyleyin…”

Artık sarayın mahremine girmişlerdi. Cihanı fetheden hükümdarların mahremine…

Birlikte yürüdükleri yolları, ülkeleri düşünmeden edemediler.

Şimdi o mahreme girmişlerdi. Bazıları utanç ve korku içinde yaptıkları işe şaşıyorlardı. Neye cüret ettik biz diye hayıflanabilirlerdi eğer bir makul ses duyabilselerdi.

İstemek cüretini gösterdikleri şeyin ne olduğunu neye mal olacağını biliyorlar mıydı?

Uğruna canlarını verdikleri mahreme cüretkâr gözlerini dikmişlerdi. Tereddüt ettiler bir müddet. Bazıları birbirleri arasında fısıldaşıyor ve ne yapıyoruz yahu biz der gibi yüzlerindeki ifadeyi paylaşıyorlardı.

O anda ne olduysa oldu. Bu şuursuz, bu kuru kalabalığa bir ülkü etrafında birleşme duygusu aşılayan bir hedef gösterildi.

“Sultan Mustafa’yı isterük! Sultan Mustafa. Sultan Mustafa…”

Artık mütereddit kitle bir amaca erişmişti.

Sultan Mustafa’yı alıp atıyla gezdirmek ve mümkünse tahta oturtmak.

Başlangıçta padişahı yapmayı düşündüğü yeniliklerden vazgeçirmeye çalışmak olan talepler, şimdi artık daha ileri bir safhaya taşınmış; doğrudan azlinden, direnirse katline ve yerine bir akıl hastası olan Şehzade Mustafa’yı oturtma amacına kadar ulaşmıştı.

Artık Genç Osman lakaplı İkinci Osman’ın suyu ısınmıştı.

Ne kadar üzüldüm, anlatamam. Çocukluğu gözlerimin önünde… Şehzadeliğinin son demlerinde bir hafta boyunca benim sarayımda onu misafir etmiştim. Felekten bir hafta… Tadınca eğlenmişti rahmetli. Hepsi oymuş…

Ama şimdi ne olacak? Yüreğim kıpır kıpırdı. İhtilalciler Osman’ı devirmişlerdi. Osman’ı tıpkı amcası gibi bir odaya kapatırlar zannediyordum. Oysa olaylar çığırından çıktı, hiç de tahmin ettiğim gibi olmadı. Osman’ın yerine akıl hastası olan kayınbiraderi tahta geçecekti. Bu da Murad’ımın önünü açıyordu. Nasıl olsa vüzera bir toplantı tertip eder ve akli melekeleri yerinde olmayan padişahı devirirlerdi. Bu arada da kem gözlerden şehzademi korur, iyi bir padişah olmak üzere yetişmesine gayret ederdim.

Eski Saray’da unutulmuş olmak, hedef teşkil etmemek en iyisi…

Eski Saray’da olsam da gelişmeleri takip etmem en azından oğlumun, Murad’ımın akıbeti için elzemdi.