banner banner banner
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı


Bir ateştir yanar tüter,
Bu ordunun adı, ister
Ümmet olsun, ister ulus.”

Bu kimliğe birisi itiraz edebilir. “Efendim bu kimliğe İslam ümmeti diyelim.” Diyelim. Ne beis! Kimlik zaten İslam. Bir başkası, “Efendim bu kimliğe Türk diyelim.” diyebilir. Yani diyor ki: “Bu ordunun adı ister ümmet olsun, ister ulus.” Bu önemli değil diyor. Şimdi bir sürü ulusalcı, ulusçu nazariyeler var. Onların yazdığı doktora tezleri ya da siyasetler var. Bu ulusun üyelerinin harcadığı bir sürü emek var, para var, mesai var. O zaman anlıyoruz ki ne büyük hazineyi tüketiyoruz yok yere, değil mi? Ne büyük hazine o zaman tüketmek değil mi? Bu ulusçu tezlerin hepsini al çöpe at. Bu yanda da ümmetçi tezlerin hepsini al çöpe at. Hiçbirinin İslam’a faydası yok. Ümmetçi tez yazsan ne olur, ulusçu tez yazsan ne olur!

“Bir ateştir yanar tüter, bu ordunun adı ister ümmet olsun, ister ulus.” Buna ister ümmet de ister ulus de. Hiçbir önemi yok. Önemli olan ne? Önemli olan ateş olmak. Yanar tüter ateş olmak. Yani Allah’ın yeryüzündeki kılıcı, yani adanmışlık. Konuşmamızın başında ne dedik? Bizim bütün kimliğimiz adanmışlık, asıl vasfımız adanmışlık. Bu adanmış olanlar Kırmançi olsa, Zaza olsa, Kırgız olsa, Türkmen olsa, Kazak olsa, Çerkez olsa ne yazar! Öyle değil mi? Diyelim ki ben, müthiş bir Türk soyluyum ve Türk kimliğini iddia ediyorum. Ama içinde bu adanmışlık yok. Bu Türk olabilemez ki zaten. Bunun kanı Türk olsa… Ki böyle bir ırk da yok. Yanı Kırgız var, Tatar var, Özbek var, Türkmen var… Adam Türkmen oluşu, Türk ulusu zannediyor. Türk diye net bir ırk sadece Tibet’te dağın tepesinde yaşayan 50 bin nüfuslu bir ırktır. Esas Türk onlardır. Bizim Türklük oluş manasında bir Türklüktür. Bugün de bir ihtiyaçtır bu Türklük kavramını açıklama bakımından. Türklük bir oluştur. Hatta henüz Batı’da ırkçılık, faşizm, Nazizm hortlamadan 1930’ların, 1940’ların dünyasına gelmeden, Avrupa’daki emperyalist tutkuların yani eski sömürgecilerin devamı olan yeni sömürgecilik, Batı dünyasını bir ırk arayışına itti. “Batı buna neden ihtiyaç duydu” konusunda söylenecek çok şey var; bu konunun bir daha araştırılması lazım. Buna makul demiyorum. Bu Batı’nın medeniyetinin icabı olan tutum ve davranışlar.

Bunun bir benzeri henüz Türkiye’de yaşanmadan, Mustafa Kemal Atatürk’ün zamanında bile, bu ırkçılık hortlatılabilecekken -bazı ırkçılık yönlü, kafatasçı laboratuvar çalışmaları münferiden olsa bile- o zamanki kimlik bile, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanın Türk olduğunu kabul eden bir anlayıştır. Hatta bu anlayış Enver Paşa tecrübesinden dolayı dışarıdaki Türklüğü de inkâr eden bir mahiyet arz etmektedir. Bir dönem Turan’ı bir kenara koyan veya üç tarz-ı siyaseti Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülükten çok can kaybetmiş bir topluluk olarak Türkiye’de yaşayanlar (Burada Türkiye halkları demenin bir yanlışı yoktur: Erzurum halkı, Diyarbakır halkı falan, halk filan denebilir.) tarihteki acıları unutup barış içinde bir arada yaşamanın yeni bir formülünü buldular. Yeni devlet ile millet uyumunu buldular.

Orada halktan kasıt o değil sanırım. Bir yerleşim yerine atıf yapılmıyor Erzurum ya da Diyarbakır halkı denirken…

Ben böyle de kullanabileceğimizi düşünüyorum. Burada farklı farklı budunlar, kavimler, aşiretler olsa bile bu kimlikler yok sayılmamalıdır. Hatta o kimlikler bizzat korunmalıdır. Çünkü bizim kültürümüz, bize emanet edilen her kimliği, kültürüyle beraber merhamet duygusuyla yaşatma istidadı taşır. Bize tevdi edilen Çingene olsun, Rum olsun, Ermeni olsun her unsur merhamet duygusuyla muamele görür.

Merhamet ve sadakat iki kardeştir. O merhametle yaklaştığımız bütün ekalliyetler, bütünün bir parçası olarak görülürler ve bütünle beraber sadakatle bu devlete bağlı olurlar. Yani merhamet ve sadakat iki paralel duygudur.

O merhameti hukukun neresine yerleştireceksiniz? Bir devlet kuruyorsunuz, bir sistem kuruyorsunuz; o sistem, o devlette merhameti nereye yerleştireceksiniz? Yani bunu bir formüle etmek gerekiyor.

Toplumsal bir psikolojiden, yani millet vasfından bahsediyoruz. Burada devletin hiçbir önemi yoktur. Toplumun bu vasfı, devletin de karakteri olur. Devletin hukukundaki yanlışlar… Yani şimdi Aleviler, Yavuz böyle yaptı diyor, İslamcılar İskilipli Atıf Hoca’ya böyle yapıldı, Atatürk böyle yaptı, Kürtler şöyle zulüm gördü, devlet bunu yaptı diyorlar ya, bütün bunları dünya devletlerini incelediğinde yaptıkları bir ton hukuksuzluklara, ırkçılıklara, katliamlara karşı özünde devletin yaptıklarının değeri bakımından milletin vasfı göz önüne alındığında (evet birçok hata yapılmıştır ama) -millet bu hatadan vareste olduğu için- hiçbir kıymetiharbiyesi yoktur. Millette bu vasıf, yani kan dökücülük, iç savaş, Kürt düşmanlığı, Ermeni, Rum düşmanlığı, şişirilmiş bazı olaylar -işte 6-7 Eylül Olayları gibi, Maraş katliamı gibi, Ermeni Tehciri gibi davranışlar- o dönemin savaş psikolojisi içerisinde değerlendirilebilecek davranışlardır. Ama millette bu kıyım, en başta söylediğimiz bu Kaddafi’yi yok eden veya başka yerlerde olan kıyıcılıklar veya katliamlar, Anadolu’da olmuş mu? Demek ki millet vasfının kendisi devletin hukuk sisteminden daha değerlidir. Kaldı ki devletin hukuk sisteminde de böyle bir yanlış iş yoktur. Tehcirde bile her şey hukuk içerisinde cereyan etmiştir. Yazılı bir metin olarak ortadadır; dört bir taraftan yedi düvelle savaşan Osmanlı, arkadan hıyanetlerle karşılaşsa bile bu hıyaneti açıklamamış ve hukukun dışına da çıkmamıştır.

Netice itibarıyla Cumhuriyet’in kuruluşunda da vatandaşlık bağıyla herkesi bağlayan Türk kimliği eksik bile olsa ırkçı bir tarife dayanmadığı için bugün bile makuldür.

O bir tecrübenin neticesi tabii. Alınmış bir dersin sonunda gelinen yer orası değil mi?

Osmanlı’nın o kültürü tevarüs ediyor. Osmanlı da Horasan erenlerinden aldığı kültürü yaşatıyor. Netice itibarıyla kültür ve medeniyetten ziyade bugün üzerinde durmamız gereken, yeniden bin yıl önceki mayanın çalınması gibi bir üst kimlik oluşunun ihyasına, iddiasına, yeniden dirilişine ve böylelikle bir medeniyetin yeniden dirilişine sahne olabilir. Bunu 9. yüzyılda El Cahız, bininci yılda Kaşgarlı Mahmut, Hoca Ahmet Yesevi ve Horasan erenleri başlattılar. Anadolu’ya bu maya çalındı ve daha sonraki yüzyılda Mevlânalar, Yunus Emreler, Somuncu Babalar, Hacı Bayram Veliler, Tacettin Veliler 1600’lere kadar uzanan yeni bir diriliş başlattılar. O diriliş sayesinde o fütühat, o ruhların değişimi dönüşümü sağlandı. Balkanlar’a kadar, Viyana’ya kadar gittiler. Orada o müthiş dayak yeme hadisemizden sonra ricat başladı ve o psikolojik ortamda, işte malum önce Balkan bozgununa, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’na giden, yenilgiden bile zaferler üreten ve hem bir iç dinginliğe ve kendine güvene hem de müthiş bir yıkıma şahitlik etmişlerin o yıkımla bile yeni varoluşlarına kapı aralandı.

Şimdi bizim bu tecrübelerden -içinde bulundukları şartlar ne olursa olsun, bölünüklükleri nasıl tecelli ederse etsin, siyasetleri ve ekonomileri ne kadar çürük olursa olsun, insan fıtratları ne kadar sakatlanmış olursa olsun- hem yaşadığımız İslam âlemini hem Orta Doğu’yu, Kafkaslar’ı, Balkanlar’ı, zillet içinde olan bu üç coğrafyayı, içimize taşımak yerine, buradaki güneşi oradakilerin aydınlanmalarını sağlayacak şekilde, bir güven duygusuyla ulaştırmamız gerekir. Bu da ithal bir İslam’la, Seyid Kutup İslam’ıyla, Mısır İslam’ıyla, Pakistan İslam’ıyla olmaz. Bizi biz yapan, öz değerlerimize yeniden dönüşle mümkün olabilir.

Siz adının önemsiz olduğunu söylediğiniz mayanın esasında İslam olan Anadolu’ya özgü bir kimlik yarattığını söylüyorsunuz. Yani feragat kültüründen söz ediyorsunuz. Günümüz etnikçi çözümlemelerine bakınca bileşik meydana getiren mayayı çok önemsiyorsunuz.

Bu maya o kadar önemli ki bunu Mehmet Akif anladı ve “Şark’ın en sevgili Sultanı Selahattin” dedi. Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala Diyarbakır valisi iken ben de TRT Yönetim Kurulu üyesiydim. Urfa Sıra Gecesi, Çankırı Yaren Meclisi gibi yitip gitmiş kaybolmuş bir “velime gecesi” başlattık. Diyarbakır eşrafının çok iyi bildiği bir velime gecesi başlattık. O gecelerden birinde Vali Bey; “Örgütün en hızlı yazarlarını getireceğim abi.” dedi. Gazi Köşkü’nde hep beraber bir yemek yedik. Onlara Selahattin Eyyubi’yi anlattım (Malum Selahattin Eyyubi bir Kürt-Türkmen sentezidir.). Molla Gürani’yi anlattım. Ve en önemlisi bu mayayı anlattım. Artık burada bu mayanın dokunduğu herkes bizden olmuştur ve bin yıllık adanmışlıkla o Viyana kapılarına giden, ortak fütühatı sağlamışlardır. Buna itirazı olan var mı? Bir Kürt olarak, bir Kırmançi olarak, bir Zaza olarak, bir Goran olarak… O haçlı ordularını buradan defeden büyük kumandana itiraz eden olabilir mi? Onun ayağının tozuyum. Sen de bir Kürt olarak şimdi aşkın bir felsefe içerisindesin, Batı’nın musallat ettiği kavimcilik, ulusçuluk sana da bulaşmış. Bu da senin hakkındır. Onlara dedim ki: “Siz Kürtçülük yapabilirsiniz, Kürt milliyetçiliği de yapmalısınız. Milliyetçilik sizi aşkın bir felsefeye eriştirir. Burada yeni bir diriliş muştusu kazanabilirsiniz. Örneğin bugün bir Arap milliyetçiliği Arap uluslarını ayağa kaldırmak için iyi bir şey olur.” İslam âlemine zararı olur mu? Bilinçli bir milliyetçilikse milliyet değerlerinin içinde ortak paydalar olur.

Bugün Afganistan’da, Afrika’da, Orta Doğu’da gördüğümüz gibi vandalizme varan bir davranış biçimi, milliyetçilik olmasa gerek.

Milliyetçilik hiçbir zaman vandalizme yönelmez. Bir kere bunu düzeltelim. Vandalizme yönelen bir davranış milliyetçilik olmaz.

Günümüz pratiğinden perdeye yansıyan fotoğraf bu şekilde.

Milliyetçilik, milliyet değerlerini içeren davranış demek. Milliyet değerlerinin içinde din var, kültür var, medeniyet var, birlikte yaşama iradesi, ortak tarih şuuru, ortak devlet kaygısı yani siyasi birlik. Bunlar önemli. Dolayısıyla bir Arap milleti, o geniş İslam ümmetinin dairesi içerisinde vasıflandırılabilir. Bir Fars milliyeti vasıflandırılabilir. Bir Türkmen, bir Kazak, bir Kırgız, bir Kürt milliyeti de bu dairenin içinde vasıflandırılabilir. Milliyetçilik, Batı tarafından kötü kullanıldığı için çatışma alanıymış gibi yutturuluyor. Bizim milliyetçiliğimiz feodal yapı içermez. Tarihte de içermez. Marx da “Asya tipi üretim tarzı” diyerek bunu çözememiştir. Mesela Osmanlı toplumunda Osmanlı milliyetinin ne olduğu veya Selçuklu milliyetinin ne olduğuna baktığımız zaman, bu mayanın çaldığı birlik şuurundan dolayı, bir “biz” sosyolojisi vardır. Bu biz sosyolojisinin Batı tarafından anlaşılması, algılanması imkânsızdır. Onların milliyetçiliği ile bizim milliyetçiliğimiz zaten asla örtüşmez. Emperyalizmin saldırısına uğramış topraklardır İslam toprakları. Emperyalizme karşı koymak için bunların elbette milliyetçiliğe ihtiyacı vardır. Bütün Doğu milliyetçiliklerinin özü Batı emperyalizmine karşı olmaktır. Bunu yapabildiği için Selahattin Eyyubi, “Şark’ın en sevgili sultanıdır”.

Bunları anlattıktan sonra dedim ki: “Bir Kürt milliyetçiliği yapmalısınız.” Zaten aydınların da baş problemi budur. Mümtaz’ın (Türköne) da birinci problemi budur. Diyor ki: “Biz Türk milliyetçiliği yapmayalım ki onlar da Kürt milliyetçiliği yapmasın.” Buna ancak “Yok ya!” denir. Kürtler aptaldı sanki. Sen Türk milliyetçiliği yapmıyor gibi gözükeceksin, Kürtleri salak yerine koyacaksın, o “Evet milliyetçilik kötü bir şeydir, yapmayayım!” diyecek. Öyle mi! Ahmaktı Kürtler! Onun milliyetçilik yapmaya hakkı yok mu? Bugün Yörük dernekleri var, Yörük milliyetçiliği yapıyorlar.

Yapmıyorlar da yaptırıyorlar gibi geliyor bana.

Hayır yapıyorlar. Yapmaları da doğrudur. Hiç kimse yaptırmıyor, kendileri yapıyor.

Türklük bir şemsiye değil miydi? Hani mayaydı bu. O zaman bu maya tutmamış demektir.

İşte o bilince ulaşamadığımızı söylüyorum. Bu milliyetçilikler aslında o külün, o ortak medeniyetin bir parçasıdır. O medeniyetin içinde bir eylem planı ortaya koyarlar, ona milliyetçilik derim.

Yörükçülüğü milliyetçilik olarak mı addediyorsunuz?

Dar milliyetçilik diyelim. Araya girdin insicam bozuldu. Bekle biraz. Bir noktaya varmaya çalışıyorum. O da milliyetçiliklerin milliyet değerleri üzerinden yapılması gereğidir. Yine de dar milliyetçilikleri anlamaya çalışıyoruz.

ANADOLU NASIL KÜRDİSTAN OLUR?

Her türlü milliyetçiliğin başbakan tarafından ayaklar altına alındığı bir dönemde, siz milliyetçiliğin toplumların kimliğinin oluşmasına ve milleti oluşturan değerlerin yaşatılmasına pozitif katkı yapacağını söylüyorsunuz. Çatışmaya değil, rekabet yoluyla gelişmeye yol açacağını savunuyorsunuz. Bu sözlerinizden etnik milliyetçiliği sakıncalı görmediğiniz sonucunu çıkarıyorum. O zaman milletin tarifini bir daha yapmamız gerekmeyecek mi?

Evet, Yörükçülük yapmak yanlıştır. Yörükçülük, etnik milliyetçiliktir. Onu söylüyorum; o yapacak, Kürt yapmayacak, öyle mi? Niye yapmasın! Bugün Kırgız milliyetçiliği yok mu? Kırgızistan diye bir ülke var ve Kırgızlar milliyetçilik yapmak hakkına sahiptir. Kazakistan diye bir ülke var ve Kazaklar da milliyetçilik yapmak hakkına sahiptir. Peki bunlar bir üst Türk kimliğinde şuurlansa kötü mü olur? Üstelik bu şuurlanma da devam ediyor. Kötü bir şey değil. Ayrıca bunlar da Müslüman. İslam, ümmet dairesinde şuurlansa kötü mü olur? Arif Nihat’ın “ister ümmet desin ister ulus desin”e geliyoruz. Bunlar birbirine paralel, iç içe halkalardır. Bir taş atarsın göle, iç içe halkalar oluşur ya, onun gibi birbiriyle çelişmez, birbiriyle çatışmaz iç içe halkalar hâline getirebiliriz. Ben onu söylüyorum. Batı bize çelişiyormuş gibi gösteriyor. Diyarbakır’daki arkadaşlara, “Belki bir Kürt milliyetçiliği bu ülkeyi alır, kanatlandırır ve Türkler zayıflayınca onların yerine geçebilirsiniz. O zaman buranın tamamına Kürdistan diyebiliriz. Batı zaten buraya ‘Turkiya’ dedi, biz demedik. Netice itibarıyla buraya Kürdistan denmiş ne beis. Bu adanmışlığa sahip misiniz? Yani siz Yunus Emre misiniz? Siz Mevlâna mısınız? Siz Hacı Bektaş mısınız? Siz Hoca Ahmet Yesevi misiniz? Siz Kaşgarlı Mahmut çıkardınız mı? Sizin Mimar Sinan’ınız var mı?” dedim.

Eğer bunları ihya edebiliyorsanız buraya Kürdistan demenin sorun teşkil etmeyeceğini söylüyorsunuz.

Kardeşinin adı Bozkurt olan ve emperyalizme karşı mücadelede en ön safta mücadele eden bir Kürt’ün ayağının tozu değilsem en şerefsiz insanım. Ben Selahattin’in ordusunda değilsem Türk olsam da en şerefsiz insanım. Emperyalizme karşı koymadıktan sonra benim Türklüğümün bir anlamı var mı? İçinizden bugün Amerikan emperyalizmini kovacak bir yiğit çıkartabiliyor musunuz? Bu yiğidin arkasında durmayan şerefsizdir. Selahattin Eyyubi’nin ordusunda nefer olmak en büyük şereftir.

Bu konuya ilişkin ikinci örneğim: Bir Adıyaman şeyhi vardı Kahta’da; Muhammed Raşit Erol, bırakın Türkleri, tırnak içinde söyleyeyim, Türklerin en azılıları, Ülkücüler bunun müridi idi.

Hâlen de müritliğini yapan bir sürü ülkücü var diye biliyorum.

Evet. Peki Adıyaman şeyhinin Yunus Emre gibi, Mevlâna gibi bir kitabı var mı? “Sohbetler” diye bir kitabını dağıtmıştık biliyorum. “Nizam-ı Âlem” dergisinde de sohbetlerinden bazı bölümler aktardım. Yani bir Yunus, bir Mısrî, bir Mevlâna, bir Hacı Bektaş değildi. Peki bu Adıyaman şeyhinin neyi vardı? Siması güzeldi. Müritleri fotoğrafına bakarak rabıta yaparlardı. Bir simasıyla bir Kürt, bütün Türklerin gönlünü kazandı. Öyle mi? Demek ki içinizden bir Yunus çıksa, bir Mevlâna çıksa, bir Hacı Bektaş Veli çıksa, bir Hoca Ahmet Yesevi çıkarsanız, bütün bu Türkler yani Türkmenler, Kırgızlar, Kazaklar, Yörükler, Azeriler, Erzurumlular, hatta ulusalcılar size ram olmaz mı? Böyle yaparsanız buraya da Kürdiya demenin de hiçbir sakıncası yoktur.

Aynı şekilde Niyazi Mısrî gibi, Fuzuli gibi, Yunus Emre gibi büyük tasavvufi dirilişi meydana getirmiş bir Kürt’e kim ram olmaz.

Ben gelmedim dâvi için,
Benim işim sevi için,
Gönüller dost evi için,
Gönüller yapmaya geldim

derse bir alperen, o zaman bütün kalbimizle buralar sizindir. Anasır-ı asli olarak bu millet bugüne kadar milliyetçilik yapmamıştır. O yüzden bekliyor devleti ne yapacak diye. Bugün devlet, o büyük oluşa karşı gelen bölücü unsurlarla uzlaşmış, anlaşmış gözüküyor. Şimdi eğer siz öldürmeye devam ederseniz içinizden Yunus, Mevlâna gibi 13. asırdaki dirilişçiler gibi dirilişçi çıkarmaz da tıpkı Adıyaman şeyhini örnek alıp ilmî olarak, felsefi olarak, tasavvufi olarak, dil olarak (Bunu Kürtçe de yapabilirsiniz.) buna bir şeyler katıp anlatırsanız, bu topraklar sizi anlar. Anadolu süttür, süt bozuk değilse mayayı çalabiliyorsan tutar. Şu anda bu potansiyel yok. Bu potansiyel olmadığı için öldürerek bir yere varılamaz. Anadolu şimdi seyrediyor. Siz öldürmeye devam ederseniz ve anasır-ı asli devlette bir zaaf görürse bu Kürtlerin felaketi olur. Kısaca PKK’ya sempati ile bakan o Kürt aydınlara böyle dedim. Selahattin Eyyubi’yi, Molla Gürani’yi anlattım. Adıyaman şeyhini örnek verdim. Sevgi dilini, gönül dilini ve bin yıl önceki modeli anlattım. Bugünkü aşkınlık Kürtlerin emperyalizme hizmet edip bu topraklara ihanetiyle mi sonuçlanacak? Yoksa bin yıl önceki Türkmen modeli gibi gönül seferberliğine mi ulaştıracak? Kalkıp bana sarıldılar. O zaman Efkan dedi ki: “Abi senin gibi iki üç kişi olsa bu Kürt sorunu biter.”

Uzun zamandır öldürüyorlar ve herhangi bir felaket ile karşılaşmadılar. Öldürdükçe kazanıyorlar. Dünyevi anlamda buna sınırlar diyorsak sınırlarını çiziyorlar. Onların kendi tanımlarıyla kimlik diyorlarsa kimliklerini kazandılar.

Geçen asırda İngilizlerin cetvelle çizdikleri sınırlarda farklı farklı Arap devletçikleri meydana getirildi. Bütün İslam âleminde Suriye kuruldu, Mısır kuruldu, Irak kuruldu.

Şu anda da yeni bir oluşun içerisindeler.

Ne oldu? Onlarda felaket bitti mi?

Tarih böyle akıp gitmiyor mu? Nihayetsiz bir süreç değil ki bu.

Niye bu bölünüklük? Niye bu zillet? Batı’nın bize ördüğü ağı parçalayıp kendimize has kimliğimizi, o mayanın bize vazettiği adanmışlığı, niye bir İslam medeniyetinin yeniden dirilişi hâline getirmiyoruz?

Bu bir savunma dili mi acaba! Biz birçok sorunun nedenini sorgularken hep Batı’ya atıf yapıyoruz. İç sorunlarda, dış sorunlarda, bölücülükte, yıkıcılıkta ya da kavramlarda filan… İslam tarihine şöyle bir baktığımızda İslam coğrafyası kan ve gözyaşı coğrafyası aynı zamanda.

Her zaman mı böyleydi? Medeniyet kurmamış mıyız? Pax Ottomanica getirdiğimizde haçlı seferlerinden sonra Selçuklu’nun bir nebze başarabildiği (Anadolu beylikleri de diyebiliriz buna.)… Ama en büyük projesi Osmanlı’da gerçekleşti. Osmanlı barışını meydana getirdiğimizde Batı’da insanlar açlıkla mücadele edemiyorlardı. İrlanda’da insanlar sokaklardaki kedileri yiyorlardı. Veba almış başını gitmişti ve vebanın sorumlusu olarak Yahudi’yi görüyordu. Nerede Yahudi varsa öldürüyorlardı. Sanayi Devrimi’yle, burjuva devrimiyle bir noktaya geldiler ve sömürgecilik olgusuyla Avrupa’da bir refah toplumu meydana getirdiler. Bu daha yeni. Ondan önce bölünük Avrupa, zilletlerin her türlüsünü yaşıyordu. İnsanlık dışı her türlü olay burada cereyan ediyordu. Orta Çağ denen karanlık onlar için karanlıktı. Orta Çağ’da Doğu’da büyük bir aydınlanma vardı. Bizim bunu anlamamız lazım. Yani şunu dersen: “Her belanın arkasında bir Batı kurgusu aramak doğru mu?” Böyle bir hastalığımız var. Doğru.

Biraz reflektif bir tutum, tarif edilmiş bir tanım gibi çözümlemelerimiz. Yahudilere atıf yapılır, masonlara atıf yapılır, Batılılara atıf yapılır, kökü dışarıda diye içeriden kaynaklı sorunlar görmezden gelinir.

Orta Doğu’da olan hadiselerin birçoğunda suçlu kendimiziz. Yani kendi kültürümüzün, medeniyet değerlerimizin farkında değiliz. Yeniden diriliş içinde oraya dönemiyoruz. Ondan sonra başımızı belaya soktular diyoruz. Mısır’daki İhvan hareketi gibi. Senelerdir seçime girmemiş, seçimi doğru bulmayan, demokrasi karşıtı bir örgüt kuruyorsun, ondan sonra Batı tekrar tezgâhla seni oyunun içine sokuyor, sen orada demokrasi kültürü olmadan yüzde 50 oy aldım diye bir iktidar paylaşımına giriyorsun, ondan sonra karıları başörtülü, kendileri namaz kılan generallerin baskısında, ülkede herhangi bir projen olmadan, iddian olmadan kan dökücülüğün bir parçası oluyorsun. Oradaki mazlumların, oradaki İhvan’ın şüphesiz arkasındayız ama bu İslam medeniyeti mi demek? Geçenlerde cemaatin haftalık yayın organı “Aksiyon”da bir başyazar, “Bir Medeniyet Ölüyor” diye bir yazı yazdı. Medeniyet buysa ölsün. Düşünebiliyor musunuz, kendi ülkesinde bile, bir birlik için, bir oluş için mesaj veremiyorsun. Bu kan dökülürken hâlâ istifa edemiyorsun. Muhsin Yazıcıoğlu benim kardeşimdi. Diyelim ki onu cumhurbaşkanlığı seçimlerine soktuk. Cumhurbaşkanı oldu, sonra onu içeri attılar. İki kişi ölse istifa ederdi. Niye kalsın ki o makamda! O makamla İslam kurtulmuş mu oluyor? Son zamanlarda yolsuzluğu örtbas ederek hükûmetin ayakta kalacağını zannetmek de aynı gafletin eseri.