banner banner banner
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Bu durumda Türkiye’den de örnekler verebiliriz? Başbakanı da bu örneğe dâhil edebiliriz…

Verebiliz tabii… “Şart midur!” demiş Temel. Sen İslam medeniyeti getirmekle, İslam dirilişi yapmakla, insanları kucaklamakla mükellef değil misin? Sen bir ülkede bile bunu gerçekleştiremiyorsun. Cihana bunu nasıl yapacaksın? Türkiye’de ya da başka bir ülkede iktidarları suçlamak için söylemiyorum. Bizim bir medeniyet kaygımız yok mu? Bizim, kapitalist, emperyalist medeniyete karşı bir alternatif olma iddiamız var mı yok mu? Yoksa biz bu sisteme entegre mi olduk? Kalvinist bir İslamcılıkla yaşantımızı ekonomik olarak, demokrasi olarak, seçim olarak gâvura benzettik de sadece adımız mı İslam kaldı. Bunu değiştirmek, dönüştürmek mükellefiyetinde değil mi İslam?

“2024” adlı romanınızda cemaat ile AKP’nin arasının bozulacağını daha 2006 yılında öngörmüştünüz. Bu öngörü neye dayanıyordu. Çünkü, analizlerinizin aksine bugün Türkiye’de yeni Osmanlı hayali görenler var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu da “Neo Enver” diyerek maceraperestlikle suçlayanlar var.

Yeni Osmanlıcılık projesini, Osmanlı’nın O’sunu bilmeden ortaya çıkanlarda görüyor olmamız son derece hazin. Diplomaside “monşer” diye tenkit ettiklerimizin dengeci politikalarından ve Osmanlı’dan tevarüs ettirdikleri o diplomatik davranış kodlarından habersiz olarak bizi her an Orta Doğu batağına, gayya kuyusuna çekebilecek problemleri bugün yaşıyoruz.

Eğer temelleri sağlam olsa argümanlarını kullanabilecek cehd de ve yön eylem planlaması yeteneğinde olsa alternatifli, çoğulcu üç beş senaryoyu ortaya koyar ve bu senaryolardan çıkacak stratejilere göre diplomasisini ve gücünü evirir, çevirir ve bilgeyi hâkim kılar. Ama tam tersine kuru laflar ortada ama işi çözecek ne proje var ne bir program var.

Biraz rakiplerin oyun planını bilmeyen, okumamış bir plan var galiba.

Biz bunu gördük, okuduk. 95’lerde “Su savaşları”na karşı “Su Barışı Projesi”ni yazdık. Filin lalezara girmesini engelleyen bir proje yaptık. Türkiye aklı bunu anlamadı. Mutlaka adımızın Richard, John, Michael filan olması lazımdı. Ya da uluslararası bir örgütün bunu söylemesi lazımdı. FAO, CIA gibi büyük örgütlerin bunu demesi lazımdı. Kürt sorununun çözümünde bu tür think thank’lerin türemesi gibi, benim önerimi de yurt dışı bağlantılı bir düşünce kuruluşu söyleyecekti. Hakikaten Türkiye’nin siyasi aklı kendindenci değil. Yani enternal bir yaratıcılıkla, içinden doğarak türemiyor. Eksternal baskıyla kendine yön biçiyor. Aynı Tanzimat Dönemi paşalarının yaptığı gibi; Osmanlı’da alttan bir talep olmadığı için yukarıdan da sarayın yaptıkları reform ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Yukarıdan bir reform sağlanamıyor çünkü alttan talep yok. O yüzden yandan taleplerle, “Siz bizi düzeltmelisiniz.” diye Avrupa’ya baskı yaptırarak Tanzimat paşaları akıl verdirirlerdi. Şimdi buna benzer askerî vesayetin kalkması, demokratikleşmenin olması için aynı o şekilde AB sürecini kullanmalıyız görüşleri var. AB sürecini içeride bazı düzenlemeler için gerekçe yapmak isteyenler, “AB’ye girmesek bile” gibi argümanlar kullanmaktadırlar. Oysa bizim AB üyeliği talebimiz gerçekçi bir taleptir. “Girmesek bile önemli değil.” anlayışı, enerjisini içeride entropi olarak kendi kendini yiyen, yok eden bir yapıya dönüştü. Yani kendi askerî gücünü yok ederek güya demokratikleşiyor. Ama üye olmadığı için o demokrasi bir işe yaramıyor. Demokrasi de global statükonun bir demokrasi oyunundan ibaret olarak Mısır’da Mursi’ye yaptıkları gibi seni bir seçme cenderesine sokuyor. Sen ne demokrasi kültürünü yaşayabiliyorsun ne de gerçekten demokrat olabiliyorsun. Fakat İslam’ın yerine hem demokrasiyi hem liberalizmi oturtup senin alternatif olma ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde global sisteme entegrasyonunu sağlıyor. Sen bir kere buna entegre olduktan sonra artık ondan taleplerini dile getirip, ondan çözüm bekliyorsun. Yani global statükodan çözüm beklemeye başlıyorsun.

Kürtçülük, Türkçülüğün Antitezi midir?

Buradan tekrar konunun tamamlanma ihtiyacı duyduğum bölümüne gelecek olursak, “biz” fikriyle kucaklayan ya da emperyalizme karşı duran milliyetçiliği sakıncalı görmüyorsunuz. Bu noktada Türklerin bir ön yargı taşımadıklarını da örnekliyorsunuz. Sizin anlayışınıza göre milliyetçiliğin uyandırıcı, diriltici bir etkisi var. Bu, Kürt milliyetçiliği için de geçerli değil mi?

Ben Kürt milliyetçiliğine asla karşı değilim. Herhangi bir Kırgız, Özbek, Türkmen milliyetçiliğine karşı olmadığım gibi. Ben Arap milliyetçiliğine de karşı değilim, Fars milliyetçiliğine de karşı değilim. Bunların hepsi bizim ortak medeniyet dairemizin itici gücü olabilir. Başarmak için milliyetçi bir atılım yanlış değildir. Mesela, Türkçülük Batı emperyalizmine karşı bir diriliş fikridir. Kürtlere bir zararı var mı? Geçen asırdaki bir Kürt, Türkçülükten rahatsız mıydı? Ne zaman rahatsız oldu? Şimdi anlatıyorlar ki: “Siz Türkçülük yaptığınız için onlar da Kürtçülük yapıyorlar.” Kürtlerin Türklükle bir problemi yoktu. Entelektüel bir dava olarak 100 yıl önceki Türkçülük, İngiliz emperyalizmine karşı idi. Kürt’ün onunla bir sorunu yoktu. Bugün Türk milliyetçiliğinin sanki Kürt’le Kürtlere karşıymış gibi takdimi; işte bu Batı’nın soktuğu fitnedir. Bugün Kürt raporlarında David Phillps’in, Henry Barkey’ın, yani CIA ajanlarının yazdıkları rapordan sonra, MÜSİAD’ın, TÜSİAD’ın, TESEV’in, SETA’nın ve daha ne kadar Kürt raporu yazmış, ne kadar IQ problemi yaşayan adam ve kuruluş varsa hepsi o CIA’in raporunu aynen alıp devşirmiş ve aynısını yazmış ve bunlar böyle bir sonuca gitmiştir. Yalana bak! Geçen asırda yapılan Türkçülük hiçbir Kürt’ün zararına olmadığı gibi, hiçbir Kürt de yapılan bu Türkçülükten rahatsız filan olmamıştır. Bu Batı emperyalizmine karşı Türklükte bir diriliş meydana getirmek ve Batı’dan etkilenmiş milliyetçilik fikrini canlandırmak için bir yarıştır. Üstelik bize geç intikal etmiştir. Yunanistan ayrıldı, bağımsızlığına kavuştu. En son Türkler her şeylerini kaybettikten sonra böyle bir milliyetçiliğe tevessül ettiler. Bu asla Müslüman bir unsura karşı yapılmadığı gibi, herhangi bir ekalliyetin aleyhine de cereyan etmemiştir.

Selahattin Eyyubi’nin ailesi tamamen Türk. O nasıl Kürt kimliğine büründürülüyor? Kardeşinin adı Türk adı.

Haklısın Selahattin Türk’tür. Ama bir tarafı Türk’tü. Ama ben orada değilim. Türklük bir oluştur. Türk oluş, Türk soylu olmaktan önemlidir. Selahattin Eyyubi, Kürtlere önder olma bakımından, rehber olma bakımından tek başına bile yeter. Veya Molla Gürani…

Tabii o da Diyarbakırlı…

Buradan şunu ifade etmek istiyorum: Kürt olabilirsiniz, Türkmen olabilirsiniz, Kazak olabilirsiniz, Özbek olabilirsiniz, Kırgız olabilirsiniz ama Türk olamazsınız. Yani birisi Kırgız oldu diye ben Türk’üm diyemez. Türklük nasıl bir şeydir; bir olgudur, bir oluştur. Vatandaşın kendini Türk hissetmesi zaten çok kolay bir projedir. Evet Türklük bir oluştur ama estetik bir oluştur. Yani, çalınan maya bir medeniyet yaratır ya; nedir o? Bir cami yapar Mimar Sinan gibi. Dolayısıyla cami bir medeniyet eseridir. Bütün Müslümanların ortak medeniyetinin kavramsal yapısıdır. Yani Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet çatışmasının yanlışlığını burada düzeltebiliriz. “Kültür değişmez millîdir, medeniyet değişir tekniktir.” diyordu ya, tam tersine medeniyet bir fikirdir, dindir; kültür ise onun unsurlarıdır.

Aslında kültür ve medeniyeti ayırmak pek sağlıklı değil.

Cami fikri bir medeniyettir. Ama Arap camisi ile Türk camisi farklıdır. İşte bu farklılık kültürdür. Selçuklu mimarisi ile Osmanlı mimarisi arasında kültürel farklılık vardır. Ama cami fikri ortak bir fikirdir. Bu anlamda bir Türk oluş fikrine gelirsek: Arnavut olduğu iddia edilen… Ama annesi Emine Hanım müthiş Horasan erenlerindendir, zaten çok sağlam bir Türk’tür; babası Tahir Efendi Arnavutluk’ta yaşar. Ama Mehmet Akif Türkçenin en mükemmel şairi olduğu için en büyük Türk’tür. Senden de benden de büyük Türk’tür. Dolayısıyla Ahmet Arvasi’nin “antropolojik sosyoloji” dediği ya da sosyolojik ırkçılık dediği şey budur. Yani sosyolojik ırkçılığa bile ihtiyaç yoktur. Akif, Türkçesiyle Türk oluşun zirvesidir. Mimar Sinan, mimarisiyle Türk oluşun zirvesidir. Mevlâna, düşünce sistemiyle, o anlattığı masallarla Türk oluşun zirvesidir. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Türkler ‘Mesnevi’ okurlar, pilav yerler ve savaşırlar.” Evet, “Mesnevi” okumayan zor Türk olur.

İlginçtir ki Türkler kitap okumuyorlar…

Türk olamıyorlar demektir. Bugün niye Anayasa’da Türk mü olsun Kürt mü olsun tartışması yapılıyor. Ne olursa olsun? Mesela bence Ostrozot diye bir şey yazsınlar. Hiçbir şey fark etmez.

Yeni bir ulus yaratmış oluruz.

Hiçbir şey fark etmez. Çünkü öyle bir kavim de yoktur, o anlattıkları Türk diye bir kavim de yoktur zaten. Türklük, Türki kavimler topluluğu olduğu kadar, sürekli gelişen ve genişleyebilen sosyolojik hatta felsefi bir büyük birlik oluştur. Binlerce yıllık terkiptir. Bizim anlattığımız Türklük bir oluştur. Bu oluş medeniyetini, kültürünü ama aslında mayasını temsil eder. O maya çalınmıyorsa burada akşamdan sabaha, sabahtan akşama kadar Türk desek, Türk’e hiçbir faydası yoktur. Türklük bir olgudur, bir oluştur. O daireye girmek isteyenler, çok kolay girebilirler. Orada bir estetik duruşla, o hakkın zirvesini elde edebilirler. Yani ırken Özbekler, Kırgızlar, Türkmenler… Yani kendilerini ırken daha sağlam Türk hissedenlerden daha öne geçebilirler ve Türklüğü daha doğru temsil edebilirler. Mesela Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, o büyük dehasıyla gelmiş geçmiş en büyük başbakanlardan birisidir. Esasında Sokullu Sırp kökenlidir değil mi? Ama Türk’tür.

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ

Lütfü Şehsuvaroğlu, annesi ve kardeşleriyle

Her insanın bir hikâyesi var. O hikâye, insanın yaşamını geçirdiği evrede ve çevrede ortaya çıkıyor. Kimliğimiz, kişiliğimiz o süreçte şekilleniyor. Sizi Erzincanlı olarak biliyorum. Sanırım, çocukluğunuzu da Erzincan’da geçirdiniz.

Annem Erzincanlı, babam Sivaslı. 1957 yılında Erzincan’da doğdum. İlkokul 5’e kadar Erzincan’da okudum. Babamın memleketi Sivas İmranlı. Ama aslımız Elbistan’daki Dulkadiroğlu Beyi Alaüddevle’nin oğlu Şehsuvar Bey’e dayanıyor. Kardeşlerden Şahbudak, Bozkurt Bey ve Şahsuvar var. Zannediyorum Şahbudak Bey Kırşehir tarafına gitti. Bir de bacıları Ayşe Hatun var. Dulkadiroğulları Beyliği, Osmanlı ile savaşmadan barış sağlayan son beylik.

1517’deki Yavuz’un doğu seferinde Anadolu birliğine katılan beylik sanırım.

Evet. Erzincan deprem bölgesi olmasına rağmen, güzel bir şehir. Depremden dolayı çok acı çekmiş bir şehir. Babamın da depremle ilgili çok şiiri var, benim de depremle ilgili çok şiirim var. Hani “Fahriye Abla” şiirinde belirtildiği gibi etrafı dağlık, ortası bağlık bir şehir. Sık sık deprem geçirdiği için de yapılaşma hep yenidir.

Sizin aileniz orada bir deprem yaşadı mı?

Hayır. 1938’deki gibi büyük bir deprem yaşamadık. Küçüklüğümde sarsıntılar olduğunu hatırlıyorum. Endişeyle dışarı çıkar, geceyi dışarıda geçirirdik.

Babanız memur muydu?

Babam nahiye müdürü idi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okumaya gitmiş. İkinci sınıftayken babasını kaybetmiş. Beş kardeşi var. Mecburen memleketine dönmek zorunda kalmış. Bunun üzerine ona nahiye müdürlüğü görevini vermişler.

Şimdiki mal müdürlüğüne mi karşılık geliyor nahiye müdürlüğü?

Nahiye müdürü, kaymakamın bir alt yetkilisi. Nahiyenin mülki amiri.

Annesi ve kardeşiyle

Şu anda böyle bir statü yok değil mi ülkemizde?

Kaldırıldığı için yok. İlçe ile köy arasında olan yerler nahiye idi. Şimdi belde deniyor bu tür yerleşim yerlerine. Oranın en büyük mülki amiri nahiye müdürü idi. Günümüzde bu memuriyet statüsü kaldırıldı. Babamın şimdi Armutlu denilen Armudan nahiye müdürü iken atı vardı, körüklü çizmesi vardı.

Babam, nahiye müdürlüğünden sonra Erzincan Şeker Fabrikasında vezne şefi oldu. Babam Armudan’da nahiye müdürlüğü yaparken karşımızda bir Munzur Dağı vardı, Keşiş Dağı vardı. Şiirimde de geçer;

Munzur Dağı’ndan hep atlılar inerdi,
Rüyalarını süslerdi,
Senin attığın oklar doruğuna değerdi.
Perdesi masallara açılırdı o evlerin,
Eyvanda da vardı,
Yukarıda da açardı.
Parıldayıp gülüşen çiçekler akşamüstü.
Ay doğardı sofaya,
Lamba yanardı,
Kara gecesi olmadı hiç,
Kara çarşaflı evin.
Küçük bir ninecik vardı,
Ay gibi alnı vardı.
Ne güzel sözleri vardı,
Güzel gözleri vardı.
Yumuşacık elleri,
Yüreğini sarardı.
Başıboş atasız değildi şimdiki gibi evin.

Ne zaman yazdınız bu şiiri?

Erzincan ile ilgili anılarım depreştiğinde, 12 Eylül’den önce yazdım. Çocukluğumda da şiir yazardım. Bu şiiri de 1967 ile 1970 yılları arasında kaldığımız Turhal’da yazdım.

Erzincan’a devam edelim mi biraz daha? Karşınızda Munzur Dağı vardı…

Munzur Dağı’nın tepesinde yatan bir kaya vardır. Ben onu hep Atatürk’e benzetirdim.

O kaya bir yatır mıydı?