Gustave Flaubert
Bir Delikanlının Hikâyesi
BİRİNCİ BÖLÜM
I
15 Eylül 1840 günü sabahın altısında harekete hazırlanan Ville de Montereau vapuru, Saint-Bernard Rıhtımı’nda kalın dumanlarını halka halka savuruyordu.
Nefes nefese gelen yolcular ayaklarına dolaşan varillerden, halatlardan, çamaşır sepetlerinden adım atacak yer bulamıyorlar; tayfalar sorulanlara karşılık vermiyor; herkes birbirine çarpıyor; eşyalar iki yandaki çarkların davlumbazları arasına konuyor; saçların arasından sızıp her şeyi beyaz bir bulutla saran buharın fışırtılı uğultusu ortalığın gürültüsünü bastırırken geminin burnundaki kampana hiç durmadan çalıyordu.
Nihayet gemi hareket etti; nehrin iki kıyısındaki mağazalar, odun ve kömür depoları, fabrikalar uzayan birer kalın şerit gibi iki yandan akıp gitti.
On sekiz yaşlarında, uzun saçlı, koltuğunun altında bir albüm bulunan bir delikanlı, dümenin yanında hareketsiz duruyordu. Her yeri kaplayan sisin arasından adlarını bilmediği kilise çanlarını, binaları seyrediyordu; sonra Saint-Louis Adası’na, Cite’ye, Notre-Dame Katedrali’ne son bir defa baktı, Paris gözden kaybolunca da içini çekti.
Liseyi bitirip yeni mezun olan Bay Frédéric Moreau, Nogent-SurSeine’e gidiyordu; hukuk öğrenimine başlamadan önce iki ay yaz tatilini orada geçirecekti. Annesi, eline para vererek oğlunu Havre’daki amcasının yanına göndermişti, oğlu için ondan miras bekliyordu. Daha dün oradan dönmüştü, memleketine gitmek için en uzun yolu seçmek yüzünden başkentte birkaç gün kalamayışına üzülüyordu.
Gürültü, patırtı kesilmiş, herkes yerine yerleşmişti; ayakta duran birkaç kişi makine dairesinin yanında ısınıyor, geminin bacasından çıkan kara dumanlar ağır ağır ve ahenkle kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Bakırların üstüne çiğ damlacıkları damlıyor, güverte derinden derinden gelen hafif bir sallantı ile sallanıyor, hızlı hızlı dönen iki çarksa suları dövüyordu.
Nehrin iki kıyısı da kumsaldı. Dalgaların çarpması ile batıp çıkan ağaç kütüklerine veya yelkensiz bir kayıkta oturmuş balık tutan birine rastlandığı oluyordu; sonra serseri sisler dağıldı, güneş çıktı. Seine Nehri’nin sağ kıyısı boyunca uzanan tepe alçaldı, öbür kıyıda nehre daha yakın başka bir tepe göründü.
Bu tepe, İtalyan biçimi çatıları olan alçak evler arasındaki ağaçlarla bezenmişti. Evlerin yamaçlarda uzayan bahçeleri birbirinden badana edilmiş duvarlarla, demir parmaklıklarla, çimenlerle, ılık limonluklarla, ıtır çiçekleri dikilmiş saksılarla ayrılmıştı. Bu saksılar kat kat inen bahçelere öyle düzenli bir aralıkla dizilmişti ki insan buralara dirseğini koyup dayanabilirdi. Bu sakin, şirin evleri görünce yolcuların çoğu, ömrünün son günlerini böyle bir evde bilardo oynayarak, sandalda gezerek, yanında bir kadınla ya da hülyalara dalarak yaşamaya imrendi. Suda gezip dolaşmanın verdiği yepyeni zevk insana bütün dertlerini kolayca unuttururdu. Zevzekler çoktan şakalaşmalara başlamışlardı. Çoğu şarkı söylüyordu. Herkes neşeliydi. Birkaç tek atan da vardı.
Frédéric, gidince evde oturacağı odayı, bir dramın planını, birtakım tablo konuları, gelecekteki sevdaları düşünüyordu. Ruhunun özlediği mutluluğa hâlâ ulaşamadığını görüyordu. Kara sevdalı birtakım şiirler okudu kendi içinden. Güvertede hızlı hızlı yürüyordu. Ta geminin ucuna, kampananın yanına kadar gitti; halka olmuş yolcuların ve tayfaların içinde bir bayın köylü bir kadına, kadının boynundaki altın haçı evirip çevirterek çapkınlık hikâyeleri anlattığını gördü. Kırk yaşlarında, kıvırcık saçlı, dinç bir adamdı bu. Gürbüz endamı kara kadifeden ceketini dolduruyor, patiskadan gömleğinde iki zümrüt taş parlıyordu; bol beyaz pantolonu ise Rus derisinden, lacivert işlemeli, kırmızı, acayip botlarının üstüne dökülmüştü.
Frédéric gelince hiç istifini bozmadı. Sonra etrafındakilere sigara tuttu. Ama bu insanlarla arkadaşlık etmekten sıkılmış olacak ki oradan uzaklaştı. Frédéric de peşinden gitti.
Konuşma, önce türlü tütün cinsleri üstünde döndü dolaştı, tabii sonunda gelip kadınlar üstünde karar kıldı. Kırmızı botlu bay, delikanlıya bazı öğütler verdi; kendi nazariyelerini ortaya döktü, fıkralar anlattı, kendini örnek gösterdi; bütün bunları, eğlendirici bir hayâsızlıktan gelme bir masumluk da karışan ağdalı bir nezaket edasıyla söylüyordu.
Cumhuriyetçiymiş, çok yer gezmiş. Tiyatroların, gazetelerin içini dışını biliyor; ünlü sanatçıları tanıyor; hepsini, senli benliymiş gibi küçük adlarıyla anıyordu. Frédéric hemen adama düşüncelerini açtı, o da bunları beğendi, destekledi.
Ama geminin bacasına bakmak için konuşmayı yarıda bıraktı, sonra “Piston dakikada şu kadar gidip gelirse şu kadar zamanda…” vb. diye çarçabuk uzunca bir hesap yaptı, sonucu bulunca karşısındaki manzarayı pek hayran hayran seyretti. İşlerden kafası dinç olduğuna pek seviniyordu.
Frédéric bu adama saygı duymuştu, adını sormaktan kendini alamadı. Yabancı, bir solukta cevap verdi:
“Montmartre Bulvarı’ndaki Art Industriel mağazasının sahibi Jacques Arnoux.”
Kasketi sırma şeritli bir uşak gelip “Bay, aşağıya kadar inmezler mi? Matmazel ağlıyor.” dedi.
Adam gitti.
Art Industriel, bir resim dergisi çıkaran, bir de tablo mağazası bulunan, karışık, melez bir kurumdu. Frédéric bu adı memleketindeki kitapçının sergisinde, ilanlarda, iri harflerle yazılmış Jacques Arnoux adı ile birlikte birçok defalar görmüştü.
Tepedeki güneş direklerin demir bileziklerini parlatarak küpeştenin kaplamaları üstüne, suyun yüzüne dökülüyor; geminin provasında sulardan ayrılan iki derin iz, yamaçların eteklerine kadar uzayıp gidiyordu. Nehrin her dönemecinde hep o sararmış kavak ağaçlarından perde ortaya çıkıyordu. Kırlarda kimsecikler yoktu. Gökte sallanıp duran beyaz bulutçuklar vardı, her yeri kaplamış olan can sıkıntısı sanki geminin gidişini yavaşlatmış ve yolcuların görünüşünü daha da manasız hâle getirmiş gibiydi.
Birinci kamaradaki birkaç burjuva bir yana bırakılırsa yolcuların geri kalanı işçi, çoluğu çocuğu ile gelen esnaf takımıydı. O zamanlar yola çıkılırken külüstür giyinmek âdet olduğundan, hemen hepsinin başında eskimiş birer Yunan takkesi veya rengi solmuş birer şapka vardı. Kimi masaya sürtülmekten talazlanmış eski kara ceket veya mağazada çok giymekten düğmelerinin kapsülü açılmış redingot giymişti; kiminin şal yeleğinin altından üstüne kahve dökülmüş hasseden gömleği görünüyor; kimi partal kravatına pirinç iğne takmış; kiminin kenarı işlemeli abadan ayakkabılarını dikilmiş sübyeler tutuyordu. Ellerinde sapı deri kordonlu hezaren bastonları olan iki üç hayta, herkese yan yan bakıyor; aile babaları, bir şey sorarken gözlerini dört açıyorlardı. Ayakta durup konuşanlar olduğu gibi, eşyalarının üstüne çömelip çene çalanlar da vardı. Kimisi bir köşeye çekilmiş uyuyor, çoğu da yemek yiyordu. Güverte yere atılan ceviz kabukları, izmarit, armut kabukları, kâğıda sarılıp getirilen soğuk et kırıntılarıyla kirletilmişti. İş gömleği giymiş üç mobilya işçisi gemi kantininin önünde durmuşlardı; üstü başı partal bir çalgıcı, harpına dayanmış dinleniyordu; ara sıra kâh kazana atılan taş kömürünün sesi kâh gür bir ses kâh bir gülüş duyuluyordu; kaptansa köşkünde, iki davlumbaz arasında hiç durmadan gidip geliyordu. Frédéric kendi yerine gitmek için, birinci kamaranın parmaklığını itti, orada köpekleriyle duran iki avcıyı rahatsız etti.
Sanki hayalet görmüş gibi oldu:
Kadın tahta kanepenin ortasında tek başına oturmuştu veya gözleri kamaştığı için delikanlı başkasını seçemedi. Tam Frédéric yanından geçerken başını kaldırdı; delikanlı istemeye istemeye omuzlarını kıstı; yine o yönde, epey uzağa gidince dönüp kadına baktı.
Kadının başında geniş, hasır bir şapka vardı; pembe kurdelesi arkasında rüzgârda dalgalanıyordu. İri kaşlarının sivri uçlarını sararak aşağı inen kara tülleri ince, uzun yüzünü muhabbetle sıkıyor gibiydi. Küçük kareli, parlak muslinden elbisesi binlerce kıvrım yaparak saçılıp dökülüyordu. Elinde işlediği nakışa dalmıştı; düz burnu, çenesi, bütün vücudu mavi gök üstüne düşüyordu.
Kadın hep öyle durduğundan Frédéric süzdüğünü belli etmemek için sağda solda dolaştı durdu, sonra kanepeye dayanmış olan güneş şemsiyesinin yanına gelip dikildi, suyun üstünde giden bir kayığa bakar gibi bir tavır takınmıştı.
Ömründe bu kadar parlak bir ten, böylesine alımlı bir endam, böyle ışığı süzecek kadar ince parmaklar görmemişti. Nakış sepetine, sanki hiç görülmedik bir şeymiş gibi şaşkın şaşkın bakıyordu. Adı neydi, nerede otururdu, ne türlü bir hayatı vardı, geçmişi neydi? Odasının mobilyalarını, giydiği elbiseleri, düşüp kalktığı insanları tanımaya can atıyor, bu kadının vücuduna sahip olmak arzusu bile çok derin bir imrenmenin altında, acısına dayanılmaz bir merak içinde kaybolup gidiyordu.
Başına mendil bağlamış zenci bir kadın göründü, büyücek bir çocuğu elinden tutmuştu. Gözleri yaşlı olan çocuk, yeni uykudan uyanmıştı. Kadın çocuğu dizlerine oturttu:
“Küçük hanım, yedi yaşında kocaman çocuk oldu, hâlâ uslanmadı; annesi artık onu sevmeyecek; her istediğine peki demekle iyi etmedik.”
Frédéric’se bunları bir keşifte bulunmuş, kazanılmış bir şeymiş gibi işitmekten zevk duyuyordu.
Kadına Endülüslülük, belki de melezlik kondurmuştu; bu zenci kadını adalardan gelirken mi getirmişti?
Bu sırada, sırtındaki mor çizgili uzun şal geminin bakır kaplaması üstüne kaymıştı. Kim bilir denizde, rutubetli akşamlarda uyumak için bu şala kaç kere sarınıp ayaklarını örtmüştü? Ama şal saçlarından akıp yavaş yavaş kayıyordu, neredeyse suya düşecekti. Frédéric bir sıçrayışta şalı yakaladı. Kadın “Teşekkür ederim, efendim.” dedi.
Göz göze geldiler. Merdiven başında görünen Bay Arnoux “Karıcığım, hazır mısın?” diye bağırdı.
Matmazel Marthe, babasına doğru koştu, boynuna sarılıp bıyıklarını çekti. Harp çalındığını duyunca nasıl çalındığını görmek istedi. Biraz sonra zenci kadın tarafından getirilen çalgıcı, birinci kamaraya girdi. Arnoux evvelce modellik eden bu adamı tanıdı, onunla senli benli konuştu, oradakilerin hepsi buna şaştı. Sonunda, çalgıcı uzun saçlarını omzuna attı, kollarını uzattı, çalmaya başladı.
Bir Doğu romansıydı çaldığı; içinde hançerlerin, çiçeklerin, yıldızların sözü geçen bir romans… Üstü başı partal adam, bu romansı dokunaklı bir sesle söylüyordu; makinenin gürültüleri yanlış tempo ile söylenen melodiyi bastırdıkça çalgıcı daha kuvvetli çalıyordu. Teller inliyordu, madenî sesler sanki hıçkırıyor, kibirli ve yenilmiş bir aşkın ezgisini yırlıyor gibiydi. Nehrin iki kıyısındaki korular sulara kadar eğiliyordu, bir serinlik gelip geçti, Madam Arnoux dalgın dalgın uzaklara bakıyordu. Müzik bitince bir rüyadan sıyrılıyormuş gibi birkaç kere gözlerini kırpıştırdı.
Harp çalan adam ezilip büzülerek bunlara yaklaştı. Arnoux kapalı olan avucunu kaskete doğru uzattı, sıkılarak açıp bir altın lira attı. Kadının karşısında bu sadakayı vermeye kendisini zorlayan benbenlik1 değil, belki âdeta dinî duygu ile karışık bir hayır işlemek düşüncesiydi.
Arnoux, Frédéric’e yol vererek aşağı inmeye onu dostça zorladı. Delikanlı biraz önce yemek yediğini söyledi; aksine açlıktan ölüyordu ve cebinde beş parası yoktu.
Sonra, herkes gibi, kendisinin de salonda oturmaya hakkı olduğunu düşündü.
Yuvarlak masalara burjuvalar oturmuş, yemek yiyorlardı. Bir garson da hizmet ediyordu. Mösyö ve Madam Arnoux da sağda, dipte bir yere oturmuşlardı. Frédéric uzun, kadife bir kanepeye oturdu; orada duran bir gazeteyi eline aldı.
Karı koca Montereau’da inip Chalon’a giden posta arabasına bineceklermiş. İsviçre’deki gezileri bir ay sürecekmiş. Madam Arnoux, çocuğuna yüz verdiği için kocasına çıkıştı. Kocası kulağına eğilip tatlı sözler fısıldamış olacak ki kadın gülümsedi. Sonra Arnoux arkasındaki pencerenin perdesini çekmek için yerinden kalktı.
Alçak ve bembeyaz olan tavandan etrafa çiğ bir ışık saçılıyordu. Frédéric karşıdan onun kirpiklerinin gölgesini fark ediyordu. Kadın bardağında dudaklarını ıslatıyor, parmakları ile küçük bir ekmek kabuğunu koparıyor, bileğine bağlı altın zincirin ucundaki nazar boncuğu ara sıra tabağa değip ses çıkarıyordu. Oysa orada bulunanlar bunu hiç fark etmemiş görünüyorlardı.
Yuvarlak pencerelerden bazen, gemiden yolcu almak veya gemiye yolcu vermek için yanaşmış bir sandalın kayıp gittiği görülüyordu. Masa başında oturanlar pencerelerden eğilip bakıyor, kıyıda görülen yerlerin adlarını söylüyorlardı.
Arnoux geminin yemeklerini beğenmemişti, hesap gelince avaz avaz bağırdı, tenzilat yaptırdı. Sonra sıcak bir şey içmek için delikanlıyı geminin burnuna götürdü. Ama Frédéric biraz sonra tentenin altına döndü. Madam Arnoux da oraya gelmişti. Kurşuni kaplı ince bir kitap okuyordu. Ağzının iki ucu ara sıra kalkıyor, alnı bir zevk parıltısıyla aydınlanıyordu. Kadının pek ilgilenmiş göründüğü bu şeyleri yazanı kıskandı. Frédéric onu seyrettikçe ikisi arasında uçurumlar açıldığını anlıyordu. Hiçbir şey konuşmadan, hatta hiçbir hatıra bile bırakmadan biraz sonra bu kadından çaresiz ayrılmak zorunda kalacağını düşünüyordu!
Sağda bir ova uzanıyordu; solda da bir tepeye tatlı tatlı kavuşan bir otlak… Bu tepede bağlar, ceviz ağaçları, yeşillikler ortasında bir değirmen görünüyordu, ilerisinde de ufka dayanan beyaz kayalığın üstünde zikzaklar yapan dar yollar.. Beline sarılıp elbisesinin etekleri sararmış yaprakları süpürürken, parıldayan gözlerine bakarak, sesini dinleyerek onunla yan yana yamaçlara tırmanmak ne mutluluktu! Bakarsın gemi duruverir, ayaklarını attılar mı karadadırlar; yine de öyleyken, bu o kadar basit şey güneşi yerinden oynatmaktan daha zordu!
Biraz daha uzakta sivri çatılı, dört köşe kulecikleri olan bir şato göründü. Önünde çiçek tarhları uzanıyordu; karanlık kümbetler gibi, ulu ıhlamur ağaçları arasına gömülen yollar… Gürgen fidanlarının kıyısından geçtiğini gözünün önüne getirdi. Tam bu sırada, kapı önünde, tahtadan portakal fidanı saksıları arasında genç bir hanımla bir delikanlı göründü. Sonra hepsi gözden silindi.
Küçük kız, Frédéric’in etrafında oynuyordu. Çocuğu öpmek istedi. O, dadısının arkasına saklandı. Annesi, şalını kurtaran baya karşı nazik davranmadığından ötürü kızını azarladı. Bu bir konuşma fırsatı aramak mıydı yoksa?
Nihayet dayanamayıp benimle konuşacak mı? diye kendi kendine sormuştu.
Pek az vakti kalmıştı. Arnoux’nun evine kendisini nasıl davet ettirmeli? Oysa sonbaharın rengine dikkatini çekmekten başka ona söyleyecek bir şey bulamadı, ardından da “Neredeyse kış geldi, balolar ve ziyafetler mevsimi başlayacak!” diye ekledi.
Ama Arnoux eşyalarıyla uğraşıyordu. Surville kıyısı göründü, iki köprüye yaklaşıyorlardı; bir iplik fabrikasını, sonra da sıra sıra alçak evleri geçtiler; evlerin altında katran kazanları kurulmuş, ateşler yakılmıştı. Çocuklarsa kumlarda çember çevirerek koşuyorlardı. Frédéric sırtında uzun kollu yeleği olan birini tanıdı. “Haydi, çabuk gel!” diye ona bağırdı.
Varmışlardı. Frédéric yolcu kalabalığı arasında Arnoux’yu zor buldu, berikisi elini sıkarken “Güle güle, sevgili bay!” diye karşılık verdi.
Rıhtıma inince Frédéric dönüp baktı. Kadın dümenin yanında ayakta duruyordu. Delikanlı bütün ruhunu bakışlarında toplayan bir bakışla baktı; kadın, sanki Frédéric hiçbir şey yapmamış gibi, hiç istifini bozmadı. Sonra delikanlı, uşağının selamlarına hiç kulak asmadan “Neden arabayı buraya kadar getirmedin?” dedi.
Adamcağız özür dilemişti.
“Ne beceriksiz şeysin! Haydi, bana para ver!”
Parayı alınca hanın birinde yemek yemeye gitti.
Bir çeyrek saat sonra posta arabalarının bulunduğu avluya, sanki rastgele girmiş gibi girmek geldi içinden. Onu belki yine görür diye!
“Göreceğim de ne olacak?” dedi kendi kendine.
Paytona bindi, yola çıktılar. Atların ikisi de annesinin değilmiş. Kendi atlarının yanına koşmak için Tahsildar Bay Chambrion’dan atını istemiş. Dün yola çıkan Isidore akşama kadar Bray’de dinlenmiş, geceyi Montereau’da geçirmiş. İyice dinlenmiş olan hayvanlar onun için böyle hızlı, tırıs gidiyorlarmış.
Biçilmiş tarlalar göz alabildiğine uzanıyordu. Yolun iki tarafı da ağaçlıktı, ara sıra çakıl taşı yığınlarına rastlanıyordu. Yavaş yavaş Villeneuve-Saint-Georges, Ablon, Chatillon, Corbeil, daha başka yerler, bütün yolculuğu kafasında canlandı; hem de öyle aydın bir şekilde ki şu anda yeni bazı ayrıntıları, daha gizli kalmış özellikleri seçebiliyordu; elbisesinin son eteğinin altından kestane rengi ipekten ince potin içindeki ayağı görünüyordu; keten bezinden tente başının üstünde geniş bir sayvan şekline bürünmüştü, kenarındaki küçük kırmızı püsküller serin rüzgârda durmadan dalgalanıyordu.
Romantik kitaplardaki kadınlara benziyordu. Bu kadının kişiliğine ne bir şey katmak ne de bu kişilikten bir şey çıkarıp atmak istiyordu. Evren birdenbire engin hâle gelivermişti. Bu kadın ışık saçan bir noktaydı, gördüğümüz her şey ondan çıkıyordu. Arabanın tıngırtısı ile sallanan Frédéric, göz kapaklarını aralamış; gözleri bulutlarda, hülyalı ve sonsuz bir zevke kendini kapıp koyvermişti.
Bray’de hayvanlara yulaf verilmesini beklemedi, tek başına önden yürüyüp yola çıktı. Arnoux onu “Marie!” diye çağırmıştı. Yüksek sesle “Marie!” diye haykırdı. Sesi havada kayboldu.
Batıda, tutuşan bir kızıllık gökleri kaplamıştı. Anız tarlalar ortasında yükselen büyük buğday tınazlarının dev gölgeleri yerlere düşüyordu. Uzaklarda, çiftliğin birinde bir köpek havlamaya başladı. Delikanlı sebepsiz bir kuşkuya kapılarak ürperdi.
Isidore kendisine kavuşunca arabayı sürmek için sürücü yerine bindi. Baygınlığı geçmişti. Ne yapıp yapıp Arnoux’ların evine ayağını atmayı, onlarla münasebet kurmayı iyice aklına koymuştu. Evleri herhâlde eğlenceli olmalı. Zaten Arnoux’dan da hoşlanmıştı. Sonra kim bilir… O zaman yüzüne kan hücum etti; şakakları zonkluyordu; kırbacını şaklattı, dizginleri tarttı, atları öyle koşturuyordu ki ihtiyar arabacı “Yavaş sürün! Ne olur, yavaş sürün! Atları çatlatacaksınız!” deyip duruyordu.
Frédéric yavaş yavaş yatıştı, uşağının konuşmalarına kulak verdi.
Bayı büyük bir sabırsızlık içinde bekliyorlarmış. Matmazel Louise araba ile ben de gideceğim, diye tutturup ağlamış.
“Bu Matmazel Louise dediğin de kim?”
“Bilmiyor musunuz, Bay Roque’un küçük kızı?”
Frédéric “Aa! Unutmuşum!” diye önemsemeyerek karşılık verdi.
Onlar konuşurken atlar artık koşmaz olmuşlardı. İkisi de aksıyordu.
Delikanlı, Armes Meydanı’na, annesinin evinin kapısı önüne geldiği zaman, Saint-Laurent’da saat dokuzu çalıyordu. Kırlara bakan bahçesiyle bu geniş ev, memleketin en saygı gören insanı Madam Moreau’nun itibarına itibar katardı.
Madam Moreau şimdi sönmüş olan eski kişizade bir ailenin kızıydı. Anası babası onu halktan bir adamla evlendirmişlerdi. Kocası o hamileyken kılıçla öldürülmüş, karısını çok uğraştıran bir servet bırakmıştı. Madam Moreau haftada üç gün misafirlerini kabul eder, ara sıra güzel bir ziyafet verirdi. Ama yakılacak mumların sayısı önceden hesaplanırdı. Madam Moreau her yıl çiftliklerinin icarını dört gözle beklerdi. Kötü bir huy gibi gizlenen bu sıkıntı ona bir iş adamı ciddiliği vermişti. Böyle olmakla beraber erdeminde ne yalancı sofuluktan ne de acılıktan eser vardı. Ettiği en küçük iyilikler büyük birer sadaka gibi gelirdi. Tutacağı uşakları, genç kızlara vereceği eğitimi, yapacağı reçelleri herkes Madam Moreau’ya danışır, piskoposluk çevresini dolaşmaya çıktığında Piskopos Hazretleri onun evine inerdi.
Madam Moreau, oğlu için çok büyük emeller beslerdi. Hesaplı bir temkin güderek hükûmetin yerildiğini işitmekten hoşlanmazdı. Başlangıçta Frédéric’in bazı korunmalara ihtiyacı olacaktı; sonra kendi imkânlarını kullanarak Devlet Şûrası üyesi, büyükelçi, bakan olabilirdi. Sens Kolejindeki başarıları, şeref mükâfatını kazanması, bu türlü bir övünmeye hak kazandırmıştı.
Frédéric salona girince oradakilerin hepsi gürültü ile ayağa kalktı; öpüşüldü; iskemleler, koltuklar dizilip şöminenin başında halka olundu. Bay Gamblin hemen delikanlıya Madam Lafarge hakkındaki fikrini sordu. Devrin bu en gürültülü davası şiddetli bir tartışmaya yol açmakta gecikmedi; Madam Moreau tartışmayı kesti. Bay Gamblin tabii buna üzüldü; o bu tartışmayı, yarının bir hukukçusu sıfatıyla, delikanlı için faydalı buluyordu; onun için sinirlendi, çıkıp gitti.
Roque Baba’nın dostunun bu hareketine hiç şaşmamalıydı! Roque Baba’nın lakırtısı edilince Fortelle Malikânesi’ni geçenlerde satın alan Bay Dambreuse’ün lafı açıldı. Ama tahsildar, Frédéric’i bir kenara çekip Bay Guizot’nun son çıkan kitabı üstünde ne düşündüğünü sordu. Herkes işlerin ne olduğunu merak ediyordu, onun için Madam Benoit amcası üstüne sorular sormak suretiyle lafı açtı. Bu iyi akraba ne âlemdeydi? Kendisinden hiç haber alamıyordu. Onun Amerika’da uzak akrabadan bir kuzini yok muydu?
Aşçı kadın, “Bayın çorbası hazır.” dedi.
Herkes saygılı davranıp kalktı gitti. Sonra, ana oğul yalnız kalınca annesi alçak sesle “Ee ne haber?” dedi.
İhtiyar, delikanlıyı çok dostça karşılamış ama ne yapmak düşüncesinde olduğunu söylememiş.
Madam Moreau içini çekti.
Frédéric Şimdi nerede o acaba? diye aklından geçiriyordu.
Posta arabası yolda gidiyordu, o herhâlde şalına sarınıp uyuyan güzel başını arabanın çuhasına dayamıştır.
Tam odalarına çekilecekleri sırada, Cygne de la Croix’nin garsonu bir pusula getirdi.
“Ne o?” diye annesi sordu.
“Deslauriers’den, beni görmek istiyormuş.” dedi Frédéric.
Madam Moreau hor gören alaycı bir gülme ile “Öyle ya! Arkadaşın!” dedi. “Tam zamanını bulmuş doğrusu.”
Frédéric bir karar veremiyordu. Ama dostluk daha ağır bastı. Şapkasını aldı.
“Pek geç kalma bari!” dedi annesi.
II
Charles Deslauriers’nin babası bir yüzbaşı olup 1818’de askerlikten istifa etmiş, evlenmek için Nogent’a gelmişti. Karısının drahomasıyla mübaşirlik görevi satın almış, bunun geliriyle kıt kanaat geçiniyordu. Türlü haksızlıklara uğrayınca eski yaraları depreştiğinden, hep imparatorluğun hasretini çektiğinden, kendisini boğan öfkelerin acısını evdekilerden çıkarıyordu. Pek az çocuk onun çocuğunun yediği dayağı yemişti. O kadar dayak yediği hâlde yumurcak, dikkafalılığından vazgeçmiyordu. Annesi araya girecek olsa o da çocuğa edilen sert muamele ile karşılaşıyordu. Sonunda yüzbaşı, oğlunu bürosuna yerleştirdi, sabahtan akşama kadar masa başında oturup sözleşmeleri kopya ettirdi, onun için oğlanın sağ omzu öteki omzundan göze batacak kadar kuvvetlidir.
1833’te, M. le President’in daveti üzerine yüzbaşı etüdünü sattı. Karısı kanserden öldü. İş tutmak için Dijon’a gitti. Sonra Troyes’da kura neferi müteahhidi olarak yerleşti. Charles için yarım burs bulunca onu Sens Kolejine yazdırdı. Frédéric onu burada tanıdı. Ama biri on iki, öteki on beş yaşındaydı. Zaten ikisi arasında mizaç ve aileden gelme pek çok farklılıklar vardı.
Frédéric’in dolabında her türlü yiyecek, hiç kimsede görülmeyen şeyler, mesela tuvalet takımı bulunurdu. Sabah uykusunu, kırlangıçlara bakmasını, tiyatro piyesleri okumasını severdi; kolej hayatını sıkıcı bulduğundan evdeki tatlı dillerin hasretini çekerdi.
Mübaşirin oğluna kolej hayatı iyi gibi gelmişti. O kadar iyi çalışıyordu ki ikinci yılın sonlarında üçüncü sınıfa geçti. Böyle olmakla beraber, fakirliği veya kavgacı tabiatı yüzünden etrafındakiler kendisine garez olmuştu. Ama bir defasında, hademenin biri bütün sınıfın içinde ona fakir çocuğu diyecek oldu, hemen adamın gırtlağına sarıldı, üç öğretmen yardımcısı ayırmasaydı hademeyi öldürecekti. Buna hayran olan Frédéric, Charles’ın boynuna sarıldı. O günden sonra sıkı fıkı dost oldular. Büyüğün sevgisi şüphe yok ki küçüğün gururunu okşadı, öteki ise karşısına çıkan bu sadakati bir mutluluk sayarak kabullendi.
Yaz tatillerinde babası onu okulda bırakırdı. Tesadüf, gözüne ilişen bir Eflatun çevirisi onu heyecana getirdi. O zaman, metafizik üstüne yazılmış kitapları okumaya daldı, kısa zamanda çok ilerledi. Çünkü bu kitaplara taze kuvvetlerle ve her türlü baskıdan kurtulmuş bir zekânın gururu ile sarılıyordu; Jouffroy, Cousin, Laromiguiere, Malebranche, İskoçyalı filozoflar, kitaplıkta ne varsa hepsi elinden geçti. Okuyacak kitap bulmak için, kitaplığın anahtarını çalmayı bile göze almıştı.
Frédéric kendini daha az ciddi şeylere vermişti. Trois-Rois Sokağı’nda İsa’nın bir direğe kazınan şeceresinin, sonra da katedralin cümle kapısının resmini yaptı. Orta Çağ dramlarından sonra hatıralara; Froissart’a, Commines’e, Pierre de l’Estoile’e, Brantome’a merak sardırdı.
Bu okuduklarından zihninde uyanan hayaller o kadar kendisini sarmıştı ki bunları canlandırmak, yaşatmak ihtiyacını duymuştu. Bir gün Fransa’nın Walter Scott’ı olmak sevdasına düşmüştü. Deslauriers ise en ırak şeylere bile uygulanabilecek engin bir felsefe sistemi kurmayı düşünüyordu.
Teneffüslerde, avluda, duvar saatinin altındaki “Ahlak Öğüdü” yazılı levhanın karşısında durup bütün bunları konuşurlar; okulun küçük kilisesinde bunları fısıldaşırlar; mezarlığa bakan yatakhanede bunların hayalini kurarlardı. Gezme günlerinde birbirinin arkasındaki sıraya geçerler, hiç durmadan hep laflarlardı.