Frédéric “Aa! Bu kadarı fazla!” diye bağırdı.
Sevinci daha tatmadan elinden almak istiyorlardı. Paris’te oturmaya kesin olarak karar verdiğini bildirdi.
“Orada ne yapacaksın?”
“Hiç!”
Oğlunun takındığı tavırlar karşısında şaşıran Madam Moreau, ona ne olmak istediğini sordu.
Frédéric “Bakan!” diye karşılık verdi.
Hiç de şaka etmediğini, diplomasi mesleğine atılmak niyetinde olduğunu söyledi; çalışmaları ve kabiliyetleri kendisini bu mesleğe sürüklüyormuş. Bay Dambreuse’ün yardımı ile önce Devlet Şûrası’na girecekti.
“Bay Dambreuse’ü tanıyorsun demek?”
“Tanıyorum tabii. Bay Roque tanıttı.”
“Bu tuhaf işte.” dedi Madam Moreau.
Madam Moreau’nun kalbinde oğlunu yüksek mevkilerde görmek hülyaları tekrar canlanmıştı. Kendini bu hülyalara kaptırdı, başka şeylerin hiç lafını etmedi.
Frédéric’e kalsa hemen yola çıkmaya hazırdı. Yarın için posta arabalarındaki bütün yerler tutulmuştu. Ertesi gün saat yediye kadar kendi kendini yedi durdu. Akşam yemeğine oturdukları sırada, kilisenin çanı üç defa çaldı. İçeri giren hizmetçi kadın da Madam Eleonore’ün ölmüş olduğunu haber verdi.
Ne olursa olsun, bu ölüm ne başkaları için, hatta ne de çocuk için bir felaketti. Genç kız ileride bunun daha çok faydasını görecekti.
İki ev birbirine pek yakın olduğundan koşuşmalar, konuşma gürültüleri işitiliyordu. Yakınlarındaki bu ölüyü düşünmek ana ile oğlun ayrılışlarına bir yas havası katmıştı. Madam Moreau iki üç defa gözlerinin yaşını sildi, Frédéric’in yüreği kabarmıştı.
Yemekten kalkınca Catherine, Frédéric’i iki kapı arasında durdurdu. Matmazel mutlaka kendisini görmek istiyor, bahçede bekliyormuş. Frédéric bahçeye çıktı, çitten atladı, ağaçlara biraz başını çarparak Bay Roque’un evine doğru ilerledi. İkinci kattaki bir pencerede ışık parlıyordu; sonra karanlıkların içinde bir karaltı göründü, bir ses fısıldadı:
“Benim.”
Herhâlde arkasına giydiği kara elbiseden olacak, Louise, Frédéric’in gözüne her zamankinden daha büyük göründü. Lafa nereden başlayacağını bilemediğinden, ellerini tutup içini çekerek “Ah! Zavallı Louise’ciğim…” demekle yetindi.
Kız hiç karşılık vermedi. Uzun bir süre delikanlıya derin derin baktı. Frédéric arabayı kaçırmaktan korkuyordu. Uzaklardan kulağına araba sesleri gelir gibi oluyordu, bu işe bir son vermek için “Catherine söyledi, bir şeyler varmış.” dedi.
“Evet, doğru! Size diyecektim ki…”
Bu “siz” lafı Frédéric’i şaşırttı; kız yine susunca “Peki, ne diyecektin?” dedi.
“Ben de bilmiyorum. Unuttum! Gidiyormuşsunuz, doğru mu?”
“Evet, hemen şimdi…”
Kız tekrarladı:
“Aa! Hemen mi?.. Temelli mi?.. Bir daha birbirimizi görmeyecek miyiz?”
Sesi hıçkırıklarla boğuluyordu.
“Allah’a ısmarladık! Allah’a ısmarladık! Haydi, kucakla beni!”
Louise büyük bir coşkunlukla Frédéric’i kolları arasında sıktı.
İKİNCİ BÖLÜM
I
Frédéric, yerine yerleşip beş at tarafından çekilen araba yaylanınca bir sarhoşluk içine düştüğünü anladı. Bir saray planı yapan bir mimar gibi, hayatına önceden bir çekidüzen verdi. Bu hayatı en ince ve en haşmetli şeylerle doldurdu. Hayatı göklere yükseliyor, bolluk içinde yüzüyordu. Bunları derin derin düşünüp öyle dalmıştı ki etrafındaki hiçbir şeyi gözü görmez olmuştu.
Soudrun bayırının alt başındayken, nerede olduklarını anladı. Topu topu beş kilometre yol gitmişlerdi! Buna canı sıkıldı. Yolu görmek için pencerenin camını indirdi. Tam ne kadar zamanda varacaklarını ikide birde sürücüye sordu durdu. Böyle olmakla beraber sakinleşti, köşesinde gözleri açık duruyordu.
Sürücünün oturduğu yerin yanında asılı duran fener, oklar arasındaki atların sağrılarını aydınlatıyordu. Önde, öteki atların köpüklü dalgalar gibi dalgalanan yelelerinden başka bir şey görmüyordu. Hayvanların solukları önde iki tarafta sis yapıyor, küçük demir zincirler şıkırdıyor, aynalar çerçeveleri içinde zangırdıyordu. Ağır arabaysa biteviye bir hızla, kaldırımlar üstünde gidiyordu. Ötede, bir samanlığın duvarı veya kırlar ortasında tek başına bir han seçiliyordu. Bazen köylerin içinden geçerken bir ekmekçi fırınının ağzından yalazlı ışıklar fışkırıyor ve atların acayip karaltısı karşıki evin yüzü üstünde koşuyordu. Menzillerde hayvanlar arabadan boşaltıldığı zaman, bir dakika süren büyük bir sessizlik oluyordu. Adamın biri yukarıda, sundurmanın altında tepinirken kapı eşiğinde ayakta duran bir kadın mumu sönmesin diye elini siper ediyordu. Sonra sürücü basamağa sıçrıyor, posta arabası yine yola düzülüyordu.
Mormans’da saatin biri çeyrek geçeyi çaldığı duyuldu.
Frédéric, Demek bugün ha!.. diye düşündü. Hemen bugün, birazdan! Ama yavaş yavaş, umutları ve hatıraları, Nogent, Choiseul Sokağı, Madam Arnoux, annesi, hepsi birbirine karışmıştı.
Boğuk bir tahta sesiyle uyandı, Charenton Köprüsü’nü geçiyorlardı, Paris görünmüş demekti. O zaman, iki yol arkadaşı, biri kasketini, biri fularını çıkarıp şapkalarını giydiler, konuştular. Kahverengi redingot giymiş, kırmızı yüzlü, şişman olan ilki tacirmiş; ikincisi kendini bir hekime göstermek için başkente geliyormuş. Geceleyin bu adamı rahatsız ettiğinden korkup Frédéric hemen özür diledi, mutluluktan ruhu o kadar rikkate gelmişti.
Gar rıhtımını herhâlde sular basmış olacak ki bu tarafa sapmadan dümdüz devam ettiler; yine kırlar başladı. Uzakta fabrikaların yüksek bacaları tütüyordu. Sonra Ivry’ye saptılar. Bir sokağa girdiler. Frédéric birden Pantheon’un kubbesini gördü.
Altüst olan ova belirsiz harabeleri andırıyordu. Tahkimli surlar ovada bir tümsek yapmıştı. Yol kıyılarındaki topraktan yaya kaldırımları üstündeki ağaç fidanları çivili çıtalarla korunmuştu. Yer yer kimyevi maddeler yapan kurumlarla, odun depoları görülüyordu. Çiftlik kapılarını andıran yüksek kapıların aralık kanatlarından ortasında pis su birikintileri bulunan, çirkef ve süprüntü dolu iğrenç avlular görünüyordu. Sığır kanı rengindeki uzun meyhanelerin ikinci katlarında, pencereler arasında, renkli çiçeklerden bir taç içinde çapraz iki bilardo istekası resmi vardı, ötede beride duvarları alçıdan yarım kalmış kulübeler görünüyordu. Sonra iki yandaki ev dizisi artık hiç kesilmez oldu. Bu evlerin çıplak yüzleri üstünde, uzaktan uzağa, bir tütüncü dükkânını gösteren, tenekeden yapılmış kocaman bir sigara beliriyordu. Ebe kadınların levhalarında, danteladan kundaklı yeni doğmuş bir çocuğu kucağında sallayan takkeli yaşlı kadın resimleri vardı. Duvarların köşelerine asılmış, dörtte üçü yırtılmış ilanlar rüzgârda yırtık elbiseler gibi sallanıyordu. İş elbisesi giymiş bazı işçiler, bira yüklü arabalar, çamaşırcı arabaları, et taşıyan arabalar geçip gidiyordu; ince bir yağmur çiseliyordu, hava soğuktu, gök solgundu, ama sislerin arkasında Frédéric’çe dünyalar değerinde olan bir çift göz parlıyordu.
Şehrin kapısında uzun zaman beklediler; yumurta tacirleri arabacılar ve bir koyun sürüsü yolu tıkamıştı çünkü. Kaputunun yakasını indirmiş olan nöbetçi eri ısınmak için kulübesinin önünde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Oktruva9 memuru arabanın üstüne tırmandı, bir boru öttü. Bulvarı tırıs giderek geçtiler, oklar sallanıyor, koşum kayışları rüzgârda dalgalanıyordu. Kamçı nemli havanın içinde şaklıyordu. Sürücü çınlayan sesiyle, “Varda! Varda!” diye bağırıyor, süpürücüler kıyıya diziliyor, yayalar arkaya sekiyor, pencerelere çamur sıçrıyor; karşıdan çöp arabaları, tek atlı iki tekerlekli arabalar, omnibüsler geliyordu. Nihayet Bitkiler Bahçesi’nin demir parmaklığı göründü.
Sarımtırak bir renkte akan Seine Nehri’nin suları köprülerin döşeme tabanlarına kadar yükselmişti. Sulardan etrafa bir serinlik dağılıyordu. Frédéric bu serinliği, aşk buğularını ve fikir buharlarını taşır gibi gelen o güzel Paris havasını tatlı tatlı koklayarak var kuvvetiyle ciğerlerine çekti; ilk kira binek arabasını görünce duygulandı. Şarapçı dükkânlarının saman dökülmüş kapı eşiklerine, kutularıyla ayakkabı boyacılarına, çekirdek-kahve kavurma dolaplarını çevirip sallayan bakkal çıraklarına kadar her şeyi sevmişti. Bazı kadınlar şemsiyeleri altında sık adımlarla yürüyorlardı; Frédéric, tesadüf, belki Madam Arnoux sokağa çıkmıştır diye, her geçen kadının yüzünü görmek için pencereden dışarı sarkmıştı.
Dükkânların önlerinden geçiyorlardı, kalabalık artmış, gürültü çoğalmıştı. Saint- Bernard Rıhtımı’ndan sonra Tournelle Rıhtımı’nı, Montebello Rıhtımı’nı geçtiler, Napolyon Rıhtımı’na daldılar. Frédéric onun pencerelerini görmek istedi; daha uzaktı. Sonra Pont-Neuf Köprüsü üstünden Seine’i bir daha geçtiler, Louvre’a kadar indiler. Saint-Honore, Croix-des-Petits-Champs ve Bouloi sokaklarından geçip Coq-Heron Sokağı’na vardılar ve otelin avlusundan içeri girdiler.
Duyduğu zevkin tadını çıkarmak için Frédéric ağır ağır giyindi, hatta Montmartre Bulvarı’na yürüyerek gitti. Biraz sonra mermer levhanın üstünde sevgili adı tekrar göreceğini düşünerek gülümsüyordu. Gözlerini kaldırdı; ne camekân kalmış ne levha kalmış ne bir şey!
Choiseul Sokağı’na seğirtti. Bay ve Bayan Arnoux o evde oturmuyorlarmış. Kapıcının odasında bir komşu kadın duruyordu. Frédéric bekledi, nihayet kapıcı göründü, eski kapıcı değildi bu. Adreslerini hiç bilmiyormuş.
Frédéric bir kahveye girdi, yemeğini yerken bir yandan da ticaret almanağını karıştırdı. Almanakta üç yüz tane Arnoux olduğu hâlde Jacques Arnoux yoktu! Acaba nerede oturuyorlardı? Herhâlde Pellerin bilirdi. Onun da Poissonière dış mahallesindeki atölyesine kadar uzandı. Ne çıngırak ne tokmak olduğundan kapıyı birkaç kere güm güm diye yumrukladı. Hiç ses yok.
Sonra, Hussonnet aklına geldi. Ama bu adamı nerede bulmalı? Bir seferinde, ona metresinin evine, Fleurus Sokağı’na kadar yoldaşlık etmişti. Fleurus Sokağı’na varınca kızın adını bilmediğinin farkına vardı.
Polis müdürlüğüne başvurdu Merdivenden merdivene, odadan odaya dolaştı durdu. Danışma bürosu kapanmıştı. Yarın bir daha uğramasını söylediler.
Sonra, Arnoux’yu bilen, tanıyan var mı diye her gördüğü tablo tacirinin dükkânına girdi, çıktı. Bay Arnoux artık ticaretle uğraşmıyormuş.
Nihayet umutsuz, yorgunluktan bitkin, hasta bir hâlde oteline dönüp geldi, yattı. Yorganın altına girdiği sırada, aklına gelen bir düşünce ile sevincinden sıçradı:
“Regimbart! Ne sersem şeyim! Niye bunu akıl etmedim?”
Ertesi gün, daha saat yedide Notre-Dame-des-Victoires Sokağı’ndaki bir içkicinin dükkânına damladı; burada beyaz şarap içmek Regimbart’ın âdetiydi. Dükkân daha açılmamıştı. Etrafta yarım saat kadar şöyle bir gezindi, yine geldi. Regimbart çıkmış. Frédéric sokağa daldı. Hatta uzaktan Regimbart’ın şapkasını görür gibi oldu; bir cenaze arabası, yas arabaları araya girdi. Kalabalık dağılınca da hayalet gözden kaybolmuştu.
Bereket versin, Vatandaş’ın her gün tam saat on birde Gaillon Meydanı’ndaki küçük bir aşçı dükkânında yemek yediğini hatırladı. O saate kadar sabretmek gerekiyordu. Vakit geçirmek için Borsa ile Madeleine, Madeleine’le Gymnase arasında uzun zaman başıboş dolaşıp durduktan sonra Frédéric tam saat on birde, Regimbart’ı bulacağı güveniyle Gaillon Meydanı’ndaki lokantadan içeri girdi.
Aşçı tersleyen bir eda ile “Böyle birisini tanımıyorum!” dedi.
Frédéric ısrar etmişti. Adam, kalın, kocaman kaşlarını kaldırıp esrarlı esrarlı başını sallayarak “Tanımıyorum dedim ya bayım!” diye karşılık verdi.
Ama son görüşmelerinde, Vatandaş kendisine Alexandre Kahvesinin lafını etmişti. Frédéric yumurtalı bir çöreği tıkındı, bir arabaya atlayıp arabacıya Sainte-Geneviève’in yukarı taraflarında Alexandre’ın Kahvesi diye bir kahve bilip bilmediğini sordu. Arabacı onu Francs-Bourgeois-Saint-Michel Sokağı’nda bu adı taşıyan bir kahveye götürdü, Frédéric daha, “Bay Regimbart, lütfen…” diye sorar sormaz kahveci son derece nazik bir gülümseme ile “Henüz yüzünü görmedik.” diye karşılık verdi, bir yandan da bangoda duran karısına zeki bir bakışla baktı.
Hemen saate göz atarak ekledi:
“Ama neredeyse gelir, on dakika sürmez, en çok bir çeyrek. Celestin, çabuk gazeteleri… Bay ne içmek isterler?”
Hiçbir şey içmeye ihtiyacı olmadığı hâlde Frédéric bir kadeh rom yuvarladı, ardından bir kadeh kirş, onun ardından bir kadeh kurasao, sonra soğuk, sıcak çeşitli groglar içti. O günkü Siècle gazetesini baştan aşağı okudu, bir daha okudu. Charivari’nin karikatürünü kâğıdının cinsine kadar inceledi; sonunda ilanları bile ezberlemişti. Ara sıra kaldırımda ayak sesi duysa “Hah, o!” diyor, camlarda adamın birinin şekli yandan görünüyor, ama hep geçip gidiyordu!
Can sıkıntısından kurtulmak düşüncesiyle Frédéric yer değiştiriyordu. Gidip ta dipte bir yere oturdu; sonra sağ tarafa, daha sonra da sol tarafa… Tahta kanepede kollarını iki yana uzatıp durmuştu. Ama arkalığın kadifesine usul usul basan bir kedi tepsinin üstündeki şerbet lekelerini yalamak için birden sıçrayarak onu korkutmuştu. Dört yaşında, çekilmez bir yumurcak olan evin çocuğu ise bangonun basamaklarında bir kaynana zırıltısı ile oynuyordu. Benzi uçuk, çürük dişli, ufak tefek bir kadın olan annesi manasız manasız gülümsüyordu. Bu Regimbart da nerede kaldı canım? Frédéric sonsuz bir sıkıntı içinde onu bekliyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Benbenlik: Kendini beğenme, övme, kibir. (e.n.)
2
Mubassır: Okullarda öğrencilerin durumu ile ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse. (e.n.)
3
Pus: İnç. (e.n.)
4
Koltuk meyhanesi: İşlek semtlerde, yol üzerinde bulunan, az mezeyle ayaküstü içki içilen ucuz meyhane. (e.n.)
5
Burada yazar, “prendre” sözünün “almak” (kadını almak) ve “içmek” manaları üzerinde Türkçeye çevrilmesi güç bir kelime oyunu yapıyor. (ç.n.)
6
Negerek: Ufak tefek eşya, öteberi. (e.n.)
7
Müstaceliyet: İvedilik. (e.n.)
8
Füzen: Kömür kalemle yapılmış resim. (e.n.)
9
Oktruva: Eskiden bir kente girerken ticari eşyalardan veya şahıslardan alınan vergi. (e.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов