banner banner banner
Demir Yolu Çocukları
Demir Yolu Çocukları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Demir Yolu Çocukları

Bir gün Peter, banyo kapısının üstüne bir oyuncak bomba yerleştirmişti. Ruth, kapıdan geçerken bombanın patlaması üzerine, -bu kızıl saçlı sofra hizmetçisi- onu yakaladı. Kulaklarını çekerken öfkeyle, “Senin de sonun kötü olacak!” diye bağırdı. “Seni gidi pis bacaksız seni! Eğer aklını başına almazsan, sen de sevgili babanın gittiği yere gidersin. Unutma!” dedi.

Roberta, hizmetçinin dediklerini annesine söyledi. Ertesi gün Ruth’a da yol verildi.

Sonra öyle bir gün geldi ki eve dönen anne hemen yattı, iki gün kalkamadı. Doktor çağrıldı, çocuklar perişan bir durumda evin içinde dolaşırken dünyanın sonunun gelip gelmediğini düşündüler. Anne bir sabah, soluk yüzünde ilk defa beliren çizgilerle kahvaltıya indi. Elinden geldiği kadar gülümsemeye çalışarak, “Her şey yoluna girdi yavrularım.” dedi. “Bu evden ayrılıp köyde yaşamaya gideceğiz. Öyle sevimli, küçük, beyaz bir ev ki… Kesinlikle çok seveceksiniz.”

Bu sözleri, bir hafta süren telaşlı bir toplanma işlemi izledi. Bu, yazlığa giderken olduğu gibi yalnızca elbiselerin derlenip toplanması değildi. Sandalye ve masaların toplanması, bunların üstlerinin çuvallık bezlerle örtülmesi bacaklarının samanla sarılması gibi bir toplanmaydı.

Yazlığa giderken toplanması gerekli olmayan her şey toplandı. Tabaklar, yatak örtüleri, şamdanlar, halılar, karyolalar, tencereler, maşa ve kürekler bile…

Ev, bir eşya deposuna dönmüştü. Çocuklar bundan pek hoşlandılar sanırım. Annenin çok işi vardı ama çocuklarla konuşmak, onlara kitap okumak, hatta Phyllis elinde tornavidayla koşarken düşüp eline batması üzerine onu keyiflendirmek için birkaç satır şiir yazacak kadar bile vakit buluyordu.

Roberta, kırmızı, kaplumbağa kabuğundan yapılmış ve pirinç kakma olan güzel bir dolabı göstererek, “Bunu sarmıyor musunuz anne?” diye sordu.

Anne, “Her şeyi götüremeyiz.” dedi,

“Hep kaba saba şeyleri götürmüyor muyuz ama?”

“Bize gerekli olanları yanımıza alıyoruz. Bir süre için yoksulmuşuz gibi davranmamız gerekiyor yavrum.”

Bütün kaba saba ve yararlı şeyler toplanıp, yünlü yeşil kumaştan önlükler takmış adamlarca yük arabasına taşındıktan sonra iki kızla anne ve Emma Teyze, eşyalarının hepsi de güzel olan iki ayrı odada yattılar. Yatakların hepsi gitmişti. Oturma odasının kanepesi üzerine Peter için bir yatak hazırlandı.

Anne üstünü örtüp yanlarını sıkıştırırken Peter keyifle kıvıl kıvıl ederek, “Amma da keyif!” dedi. “Taşınmayı çok sevdim. Her ay taşınsak ne iyi olur.”

Anne güldü, “Hiç de iyi olacağını sanmam. İyi geceler Peter.”

Geri döndüğünde Roberta onun yüzünü gördü ve bir daha da unutamadı.” Yatağına girerken, “Oh anneciğim! diye kendi kendine fısıldadı. “Ne kadar cesursun. Ne kadar seviyorum seni. Yüzün böyle acı doluyken nasıl da gülebiliyorsun?”

Ertesi gün yığın yığın sandıklar dolduruldu. Akşama doğru da kapalı bir araba sandıkları alıp istasyona götürmek için geldi.

Onları Emma Teyze uğurladı. Kendileri de Emma Teyze’yi uğurladıklarını fark ettiler ve bundan hiç de üzüntü duymadılar. Phyllis, “Emma Teyze’nin dadılık yapacağı o zavallı, küçük yabancı çocukları düşünüyorum da…” dedi. “Bana dünyayı verseler onlarla birlikte olmak istemezdim.”

Önceleri pencereden dışarısını seyretmekle oyalandılar. Fakat karanlık arttıkça uyku bastırdı. Anne onları yavaş yavaş sarsarak, “Uyanın yavrularım, geldik.” sözleriyle uyandırdığı zaman hiçbiri ne zamandan beri trende olduklarını hatırlayamadı.

Üşümüş ve karamsar bir durumda uyandılar. Bagajları trenden indirilirken titreyerek rüzgârlı peronda bekleştiler. Lokomotif, soluyup puflayarak yeniden yola düştü ve vagonları peşinden sürükledi. Çocuklar, nöbetçi vagonundaki arka lambaların karanlıkta kayboluşunu seyrettiler.

Bu tren, çocukların o demir yolunda gördükleri ve giderek çok sevecekleri ilk trendi. Demir yolunu zamanla ne kadar seveceklerini, bunun nasıl yeni yaşantılarının bel kemiği olacağını ve kendilerine ne şaşırtıcı yenilikler getireceğini akıllarının ucundan bile geçirmediler. Yalnızca titrediler, aksırdılar ve yeni evlerine ulaşmak için çok yol yürümek zorunda kalmamalarını dilediler. Peter’in burnu, o güne kadar hiç başına gelmedik bir biçimde üşümüştü. Roberta’nın şapkası buruşmuş, şapka lastiği sertleşmişti, Phyllis’in ayakkabı bağları çözülmüştü.

Anne, “Haydi çocuklar!” dedi. “Yürüyeceğiz. Burada araba yok.”

Karanlık ve çamur içinde bir yürüyüştü bu. Çocuklar pürüzlü yolda birkaç kez sendelediler. Phyllis bir seferinde boş bulunan bir çamur gölcüğüne düştü ve iyice ıslanmış olarak, mutsuz bir durumda çıkarıldı. Yol yokuş ve karanlıktı. Bagajların yüklenmiş olduğu iki tekerlekli yük arabası çok ağır yol alıyor, onlar da arabanın çamurlu tekerlek yollarını izliyorlardı. Gözleri karanlığa alışınca önlerinde bulanık bir gölge gibi iki yana sallanan sandık yığınını gördüler.

Yük arabasının geçmesi için uzunca bir çit kapısının açılması gerekti. Yol şimdi tarlalardan geçer gibiydi ve yokuş aşağı iniyordu. Derken sağ yanlarında büyük, siyah bir yumru göründü. Anne, “İşte ev!” dedi, “Panjurları neden kapattı acaba?”

Roberta, “Kim?” diye sordu.

“Evi temizlemesi, eşyaları bir düzene sokması ve akşam yemeğini hazırlaması için tuttuğum kadın.”

Alçak bir duvar, duvarın ardında da ağaçlar vardı. Anne, “Bu da evin bahçesi.” dedi.

Peter, “Bahçeden çok, kara lahana dolu eski bir küfeyi andırıyor.” diye karşılık verdi.

Yük arabası bahçe duvarı boyunca yol aldı, sonra evin arkasına döndü. Buradan gürültüyle büyük çakıl taşı döşeli bir avluya girdi ve evin arka kapısı önünde durdu.

Pencerelerin hiçbirinde ışık yoktu.

Herkes bir kere kapıya vurdu fakat gelen olmadı.

Yük arabasını süren adam, Bayan Viney’nin eve gitmiş olabileceğini söyledi, “Treniniz çok geç geldi.” diye de ekledi.

Anne, “Fakat evin anahtarı kendisinde!” diye karşılık verdi. “Ne yapacağız biz şimdi?”

“Anahtarı eşiğin altına bırakmıştır. Burada âdet öyledir.” Arabanın fenerini alarak eğildi, “Hah, burada işte! Dediğim gibi.”

Kapıyı açarak içeri girdi ve feneri masanın üstüne bıraktı, “Mumunuz var mı?”

Anne keyifsiz bir sesle konuştu, “Ne nerde, bilmiyorum ki!”

Arabacı bir kibrit çaktı. Masanın üstünde bir mum vardı, yaktı. Mumun ince hafif ışığında çocuklar taş döşeli, büyük, boş bir mutfak gördüler. Ne pencerelerde perde, ne de yerde bir kilim vardı. Evlerinden getirilmiş olan mutfak masası orta yerde duruyordu. Sandalyeler bir köşeye, kap kacak başka bir köşeye yığılmıştı. Ocak yakılmamıştı bile. Kara ocak ızgarasının üstünde soğuk, ölü küller duruyordu.

Arabacı sandıkları içeri taşıdıktan sonra, gitmek üzere mutfak kapısına yöneldiğinde, evin duvarları içinden geliyormuş duygusunu veren koşuşma gibi gürültüler oldu. Kızlar, “Bu ne?” diye bağırdılar.

Arabacı, “Sıçanlar!” dedi. “Bir şey değil.” Dışarı çıkıp kapıyı kapattı… Bu arada da oluşan esinti mumu söndürdü. Phyllis, “Ah!” dedi. “Neden geldik buraya?” Bir sandalyeye çarpıp devirdi. Peter karanlıkta, “Sıçanlar!” dedi, “Bir şey değil.”

2. BÖLÜM

PETER’İN KÖMÜR MADENİ

Karanlıkta masanın üstündeki kibrit kutusunu arayan anne, “Bakın hele!” dedi. “Kim bilir ne korkmuştur zavallı farecikler. Onların sıçan olduklarını hiç sanmam.”

Kibrit kutusunu buldu. Mumu yaktı. Titreşen ışıkta herkes birbirine baktı. “Evet…” diye devam etti. “Bir şeyler olmasını hep isterdiniz. Oldu işte. Bu da bir serüven, değil mi? Bayan Viney’e ekmek, tereyağı, et ve daha başka şeyler almasını, akşam yemeğini hazırlamasını söylemiştim. Herhâlde yemek odasındadır aldıkları. Gidip bakalım.”

Yemek odasına mutfaktan geçiliyordu. Ellerindeki tek mumla yemek odası mutfaktan daha karanlık göründü çünkü mutfağın duvarları beyaz badanalıydı. Yemek odasının duvarları ise döşemeden tavana kadar koyu renk tahta ile kaplanmıştı. Tavanda da boydan boya ağır, siyah kirişler uzanıyordu. Odayı karışık, bir yığın tozlu eşya doldurmuştu. Bunlar kendilerini bildiklerinden beri yaşadıkları eski evlerinden getirilmiş olan kahvaltı odasının eşyalarıydı. O günler sanki çok gerilerde ve çok uzaklarda kalmış gibiydi.

Odada bir masa ve sandalyeler vardı ama akşam yemeği diye bir şey bulamadılar. Anne, “Öbür odalara bakalım.” dedi. Baktılar. Her odada aynı şaşırtıcı eşya yığını, ocak demirleri ve çanak çömlek, yerlerde bir yığın öteberi gördüler; ağza atılacak hiçbir şey yoktu.” Kilerde bile tek buldukları, paslanmış bir kurabiye tenekesiyle içinde alçı karıştırılmış kırık bir tabaktı. Anne, “Ne kötü bir yaşlı kadın bu!” dedi. “Parayı cebine atıp gitti ve bize yiyecek almadı.”

“Yemek yiyemeyecek miyiz öyleyse?” diye sorarak sıkıntıyla bir iki adım geri atan Phyllis bir sabun tabağına basarak kırdı.

Anne, “Yiyemeyecek olur muyuz?” dedi, “Yalnız, bodruma koyduğumuz büyük sandıklardan birini açmamız gerekecek. Bastığın yere lütfen dikkat et, olur mu Phil? Peter, ışık tut bana.”

Bodruma mutfaktan iniliyordu. Beş tane tahta basamak vardı… Çocuklar burasının hiç de iyi bir bodrum olmadığını düşündüler çünkü tavanı, mutfağınki kadar yüksekti. Tavana bir domuz gerdanı ve bel kemiği asılmıştı. İçeride odun, kömür ve büyük sandıklar vardı.

Anne büyük bir sandığı açmaya çalışırken Peter de mum tuttu. Sandık çok sağlam çivilenmişti. Peter, “Çekiç nerede?” diye sordu.

Anne, “Bana da o gerekli.” dedi. “Sanırım, çekiç de bu sandığın içinde. Şurada kömür küreğiyle ateş karıştırma demiri var.” Bunlarla sandığı açmaya uğraştı. Peter bu işi kendisinin daha iyi yapabileceğini düşünerek, “Ben bir deneyeyim.” dedi.

İnsan birisini ateş karıştırırken, kutu açarken ya da bir sicimdeki düğümü çözmeye çalışırken görünce hep böyle düşünür. Roberta da, “Ellerini acıtacaksın anne…” dedi. “Bırak ben yapayım.”

Phyllis, “Babam burada olsaydı, çoktan açmıştı sandığı.” diye söylendi. “Neden tekmeliyorsun beni Roberta?”