banner banner banner
Demir Yolu Çocukları
Demir Yolu Çocukları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Demir Yolu Çocukları

“Ben tekmelemedim.”

Bu sırada sandıktaki büyük çivilerden ilki gıcırtıyla çıkmaya başladı. Derken bir çıta kalktı. Onu, mum ışığında demir dişler gibi ışıldayan uzun çiviler uçlarında olduğu hâlde öbür çıtalar izledi. Anne, “Yaşasın!” dedi. “Mumlar var burada. Önce onları ele alalım. Kızlar, siz mumları yakın. Tabak gibi bir şeyler bulun. Biraz mum yağı damlatın. Mumları da dikine gelecek şekilde bu yağların üstüne yerleştirin.”

“Kaç tane yakalım?”

Anne keyifle, “Kaç tane isterseniz.” dedi, “Yeter ki neşeli olalım. Baykuşlarla farelerden başka kimse karanlıkta neşeli olamaz.”

Kızlar mumları yaktı. Phyllis’in çaktığı ilk kibritin başı fırladı ve eline yapıştı. Fakat Roberta’nın dediği gibi bu yalnızca küçük bir yanıktı. Bereket versin, böyle işkencelerin moda olduğu Eski Roma zamanında değillerdi, Phyllis’in bütünüyle yanması gerekirdi o zaman.

Yemek odası on dört mumun ışıltısıyla pırıl pırıl olunca Roberta kömür ve odun getirerek ocağı yaktı. Sonra büyüklüğe özenen bir ifadeyle: “Mayıs ayı için hava çok soğuk.” dedi.

Ocağın ve mumların aydınlığı, yemek odasının havasını çok değiştirmiş, duvarları kaplayan tahtalardaki süs oymalarını ortaya çıkarmıştı.

Kızlar çabuk çabuk odayı bir düzene soktular. Sandalyeleri duvar boyunca sıraladılar, öteberiyi bir köşeye yığıp görünmesin diye de önüne, babanın yemekten sonra oturmayı alışkanlık hâline getirdiği deri kaplı büyük koltuğu çektiler.

İçinde yiyecek dolu bir tepsiyle içeri giren anne, “Aferin çocuklar!” dedi. “Oda bir şeye benzedi. Ben bir masa örtüsü bulayım da…”

Masa örtüsü, doğru dürüst kilidi olan bir sandıktaydı. Sandık, kürekle değil, anahtarla açıldı. Masanın üstüne örtü yayıldı, ziyafet sofrası hazırlandı.

Herkes çok yorgundu fakat akşam yemeğinin değişik ve şirin görüntüsü onları keyiflendirmişti. Neler yoktu ki bu sofrada: çeşitli bisküviler, kutu sardalyaları, zencefil reçeli, kuru üzüm, şekerleme ve marmelat. Anne, “Emma Teyze’nin bunları sandığa koyması ne iyi oldu.” dedi. “Phil marmelat kaşığını sardalyaların içine koyma!” Phyllis, “Peki anne.” diyerek kaşığı bisküvilerin arasına koydu.

Roberta birdenbire, “Bardaklarımızı Emma Teyze’nin onuruna kaldıralım!” dedi. “Emma Teyze bunları paketlememiş olsaydı ne yapardık? Emma Teyze’ye…”

Bardaklar olmadığı için suları koydukları çay fincanlarını kaldırdılar.

Emma Teyze’ye karşı pek iyi davranmamış olduklarını hatırladılar. Emma Teyze, anne gibi insanın boynuna sarılma isteği duyacağı bir kimse değildi ama pekâlâ onları aç bırakmamayı becermişti.

Emma Teyze yatak örtülerini de hazırlamış, eşyaları taşıyan adamlar da karyolaları bir arada denk yapmışlardı. O bakımdan yataklar çabuk hazırlandı. Anne, “İyi geceler yavrularım.” dedi. “Evde hiç sıçan olmadığına güvenim var ama kapımı açık bırakacağım. Eğer bir fare gelecek olursa yalnızca bağırın yeter. Ben ona yapacağımı bilirim!”

Anne böyle dedikten sonra kendi yatacağı odaya doğru gitti.

Roberta, yolculuk esnasında kullandığı çalar saatinin sesiyle uyandı. Çok uzaklarda bir kilise çanının sesi gibi geldi ona. Bu arada hâlâ odasında dolaşmakta olan annenin ayak seslerini de duydu.

Roberta ertesi sabah hafifçe fakat amacına ulaşacak bir biçimde saçlarını çekerek Phyllis’i uyandırdı. Hâlâ uykudan ayılamamış olan Phyllis, “Ne… Ne var?” diye mırıldandı. “Haydi uyan artık, uyan! Yeni evdeyiz, unuttun mu? Ne hizmetçi var, ne bir şey. Kalkıp iş yapalım. Hiç gürültü etmeden kalkalım ve annem uyanmadan her şeyi hazırlayalım. Peter’i uyandırdım; biz giyinene kadar o da kalkmış olacak.”

Gürültü etmeden hızlıca giyindiler. Odalarında su yoktu elbette. Onun için aşağı indikleri zaman, avludaki tulumbadan fışkıran suyla yeterince yıkandılar. Biri tulumbayı çekiyor, öteki yıkanıyordu. Su üstlerine de sıçrıyordu ama ilginç bir yıkanma biçimiydi bu.

Roberta, “Leğende yıkanmaktan çok daha eğlenceli.” dedi. “Taşların aralarındaki otlara ve çatıdaki yosunlara bakın, nasıl da ışıldıyorlar… Hele çiçekler…”

Mutfağın arka yanına düşen tavan eğim yapıyor ve saçak çok aşağılara iniyordu. Tavan sazdan yapılmıştı; üstünde yosunlar, saksıgüzelleri, dam koruğu, bahçe şebboyları, saçağın uzakça bir yerinde de bir tutam mor bayrakçiçeği vardı. Phyllis, “Burası Edgecombe Villası’ndan çok, hem de çok daha güzel.” dedi. “Acaba bahçe nasıl?”

Roberta büyük bir içtenlikle, “Şimdi bahçeyi düşünmenin sırası değil. Eve girip işe başlamamız gerekiyor.” karşılığını verdi.

Ocağı yakıp üstüne çaydanlığı oturttular. Kahvaltı için kap kacağı hazırladılar. Aradıkları her şeyi bulamadılar ama söz gelişi, cam bir kül tablası mükemmel bir tuzluk oldu. Şöyle yenice bir fırın tepsileri olsaydı, ona da ekmek koyarlardı.

Yapabilecekleri daha başka bir şey kalmadığını görünce yeniden taze, parlak sabah aydınlığına çıktılar. Peter, “Şimdi bahçeye gideceğiz.” dedi.

Ama nedense bahçeyi bulamadılar. Evin çevresini dolanıp durdular. Arka yanı avlu kaplıyor, avlu boyunca ahırlar ve dış yapılar uzanıyordu. Evin öteki üç yanı da tarlalarla çevriliydi. Evi bu tarlalardan ayıran hiçbir şey yoktu. Bir akşam önce eve geldikleri zaman bahçe duvarını görmüşlerdi oysa.

Tepeleri bol olan bir topraktı burası. Aşağılarda demir yolu ve bir tünelin nar gibi açılmış ağzı görünüyordu. İstasyon görünürlerde yoktu. Ayak kemerleri vadinin bir ucunda uzanan büyük bir köprü vardı. Peter, “Bahçeyi boş verin!” dedi. “Aşağı inip demir yolu kıyısında bekleyelim. Geçen trenleri görürüz.”

Roberta alçak sesle, “Trenleri buradan da görürüz.” dedi, “Oturalım biraz.”

Otların arasından fırlamış büyükçe, yatık, boz renkli bir tasın üstüne oturdular. Tepenin yamacı boyunca bu taşlardan çok vardı. Kendilerini arayan anne, saat sekizde yanlarına geldiği zaman, onları, güneşin sıcaklığı altında, mutlu bir biçimde derin bir uykuda buldu.

Çocuklar ocakta güzel bir ateş yakmışlar, çaydanlığı da ateşin üstüne saat beş buçuk dolaylarında oturtmuşlardı. Saat sekiz olduğu zaman ise ocaktaki ateş sönmüş, çaydanlıktaki su kaynayıp kaynayıp tükenmiş, çaydanlığın dibi tutmuştu. Çocuklar kahvaltı sofrasını hazırlarken kap kacağı yıkamayı da akıl edememişlerdi. Anne, “Ama zararı yok.” dedi. “Yani, kap kacağın… Çünkü bir oda daha keşfettim… Unutmuştum ben böyle bir oda daha olduğunu. Nefis bir oda. Çay suyunu da tencerede kaynattım.”

Unutulan odaya mutfaktan geçiliyordu. Bir gece önceki telaş ve yarı karanlıktan oda kapısını dolap sanmışlardı. Dört köşe, küçük bir odaydı bu. Masasının üstüne de derli toplu bir biçimde söğüş et, ekmek, tereyağı, peynir ve bir pasta konmuştu. Peter, “Kahvaltı için pasta!” diye bağırdı. “İnanılır şey değil!”

Anne, “Ama bu senin sevdiğinden değil.” dedi. “Elma pastası. Biliyor musunuz, bütün bunlar dün gece hazırlanmış. Bayan Viney giderken bir de not bırakmış. Damadı kolunu kırdığı için eve erken gitmek zorunda kalmış. Bu sabah saat onda gelecekmiş.”

Kahvaltı nefisti. Kahvaltıya soğuk elma pastasıyla başlamak pek alıştıkları bir şey değildi ama pastayı söğüşe üstün tuttular. Peter biraz daha pasta istemek için tabağını uzatırken:

“Bu, kahvaltıdan çok öğle yemeği oldu.” dedi. “O kadar erken kalktık ki…”

Gün, sandık ve denkleri açmak, öteberiyi yerleştirmek için anneye yardımla geçti. Giyim eşyalarını, çanak çömleği ve daha bir yığın öteberiyi yerlerine taşırken altı küçük ayak da sağa sola koşmaktan bitkin düştü. Öğleden az sonra anne, “Evet.” dedi. “Bugünlük bu kadar yeter. Ben bir saat kadar uzanacağım ki yemek vakti bir tarla kuşu kadar neşeli olabileyim.”

Çocuklar bakıştılar. Üçünün de yüzleri aynı düşünceyi yansıtıyordu. Bu düşünce iki yönlüydü ve bir soru ile onun karşılığını kapsıyordu, “Nereye gidelim?”

“Demir yoluna.”

Böylece karar verilmiş oldu. Demir yoluna giderken de saklanmış olduğu yerde bahçeyi gördüler. Bahçe tam ahırların arkasındaydı. Dört bir yanı da yüksek duvarlarla çevrilmişti. Peter, “Boş verin şimdi bahçeyi!” diye bağırdı. “Annem bu sabah onun yerini söyledi bana. Yarma kadar bahçe bir yanda dursun. Biz demir yoluna gidelim şimdi.”

Demir yoluna giden yol bir inişteydi. Kısa çayırların örttüğü bu inişin orasından burasından da bir kurabiyenin tepesindeki şekerli meyve kabukları gibi katır tırnakları, boz ve sarı kayalar çıkmıştı.

Bu iniş sonunda dikleşiyor ve tahta bir çitle bitiyordu. Çitin ötesinde telgraf direkleri ve telleri, işaretler, pırıl pırıl parlayan çeliğiyle demir yolu uzanıyordu.

Çocuklar tahta çitin üstüne çıkmışlardı ki kendilerini demir yolu boyunca sağa, dik bir kayanın yüzünde açılan tünelin karanlık ağzına bakmaya iten gümbürtülü bir ses duydular. Az sonra tünelden acı acı bağırıp hırıldayarak bir tren çıktı. Gürültüyle yanlarından kayıp geçti. Çocuklar bu geçişin sarsıntısını bedenlerinde duydular. Tren geçerken demir yolundaki çakıllar da vagonların altında, yerlerinden oynayıp sesler çıkardı. Derin bir soluk alan Roberta, “Ohhh!” dedi. “Sanki koca bir canavar havayı yarıp geçiyor sandım. Alev saçan kanatlarıyla bizi yelpazelediğini fark ettiniz mi?”

Phyllis de, “Bir canavar ini de dışarıdan tıpkı bu tünele benzer, değil mi?” diye sordu.

Peter, “Yol alan bir trene böylesine yaklaşabileceğimizi hiç düşünmemiştim.” dedi. “Çok güzel bir sey bu.”

Roberta, “Oyuncak lokomotiflerden çok daha iyi, değil mi?”

“Bilmem ki… Onun da keyfi başka ama… Bütün bir tren amma da acayip ha! Ne de yüksek, değil mi?”

Phyllis, “Biz hep istasyonlardaki peronların ikiye böldüğü trenler gördük.”

Roberta, “Acaba bu tren Londra’ya mı gidiyordu?” diye söylendi. “Babamız Londra’da.”

Peter akıl verdi, “İstasyona gidip öğrenelim.”

Ve istasyona yöneldiler…

Demir yolu boyunca yürüyorlar; başlarının üstünde, telgraf tellerinin vızıltısını duyuyorlardı. İnsan trendeyken telgraf direkleri arasındaki açıklık öyle az görünür ve siz daha sayamadan direkler öylesine bir hızla birbiri ardına tellere asılır ki! Oysa yürürken telgraf direkleri hem daha azmış gibi gelir insana, hem de araları çok uzun sürer.

Ama, eninde sonunda çocuklar istasyona ulaştılar.