banner banner banner
Demir Yolu Çocukları
Demir Yolu Çocukları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Demir Yolu Çocukları

İstasyon müdürü çocuklara birer portakal verdi ve çok işi olmadığı bir gün onları işaret kulübesine çıkaracağını söyledi.

İstasyondan birçok tren geçti. Peter ilk kez olmak üzere, lokomotiflerin üzerinde arabalar gibi numaralar olduğuna dikkat etti. Hamal, “Evet!” dedi. “Bir delikanlı vardı ki gördüğü her lokomotifin numarasını, hâli vakti yerinde bir toptan kırtasiyeci olan babasından sağladığı gümüş köşeli yeşil bir not defterine yazardı.”

Peter, bir toptan kırtasiyecisinin oğlu olmamakla birlikte, kendisi de böyle bir not defteri tutmak istedi. Hamalın yeşil deri kaplı ve gümüş köşeli not defteri olmadığı için Peter’e sarı bir zarf verdi. Peter zarfın üstüne şu numaraları yazdı:

379

663

Çok ilginç bir koleksiyon olacağını umuyordu bunun.

O akşam çayda annesine yeşil deri kaplı ve gümüş köşeli bir not defteri olup olmadığını sordu. Yoktu fakat anne bunu Peter’in ne amaçla istediğini öğrenince ona siyah kaplı küçük bir not defteri verdi.

“Birkaç sayfası yırtılmıştır.” dedi. “Ama birçok numara yazabilirsin. Dolunca sana başka bir defter veririm. Demir yolunu sevmeniz bana kıvanç veriyor. Yalnız, lütfen hat üstünde yürümeyin.”

Peter, kardeşleriyle umutsuzca bakışıp bir süre can sıkıntısıyla sustuktan sonra, “Tren öbür yoldan gelirken de mi?” diye sordu.

Anne, “Hiçbir zaman.” dedi. “Hiçbir zaman.”

Phyllis, “Sen küçükken hiç demir yolu üzerinde yürümedin mi anne?” diye sordu.

Anne, yalan söylemeyen, sözüne güvenilir bir insandı. O bakımdan, “Yürüdüm.” demek zorunda kaldı.

Phyllis üsteledi, “Öyleyse?”

“Fakat yavrularım, benim sizleri ne kadar sevdiğimi bilmezsiniz ki. Canınız acırsa ne yaparım ben?”

“Sen küçükken anneannemin seni sevdiğinden daha çok mu seviyorsun bizi?”

Roberta ona susması için işaretler yapıyordu. Fakat Phyllis, kendisine yapılan işaretler ne kadar belirgin olursa olsun hiç görmezdi.

Anne bu soruya bir süre karşılık vermedi. Kalkıp çaydanlığa biraz daha su koydu. Sonra, “Annemin beni sevdiği kadar kimse kimseyi sevmemiştir.” dedi.

Yeniden sustu. Roberta, annesini böylesine sessizleştiren düşünceleri, küçücük bir kızken annesi için ne anlam taşıdığı düşüncelerini biraz anladığı için Phyllis’e masanın altından kuvvetli bir tekme salladı. İnsanın başı dertteyken annesine koşması ne kadar doğal ve kolaydı. Roberta, insanların kocaman oldukları zaman bile başları derde girince annelerine koşmaktan vazgeçemediklerini biraz anlıyor ve insanın böyle üzüntülü olmasının anlamını, artık koşacak bir annesi bulunmaması olduğunu biraz olsun bildiğini sanıyordu. O bakımdan, “Beni neden tekmeliyorsun?” diye soran Phyllis’i yeniden tekmeledi.

Bunun üzerine anne biraz güldü, içini çekti ve, “Peki öyleyse.” dedi. “Yalnız trenlerin hangi yoldan geldiğini bildiğinizden ve tünelle dönemeçlerin yakınında bulunan rayların üstünden yürümeyeceğinizden emin olmam gerekiyor.”

Peter, “Trenler de arabalar gibi soldaki yoldan gelir.” dedi. “Onun için biz aşağıdaki yoldan yürürsek, onları gelirken görürüz.”

Anne, “Pekâlâ.” dedi. Dedi ama sizin de aklınızdan geçtiği gibi hiç de isteyerek söylemedi bunu. Kendi küçüklüğünü hatırladığı için böyle söyledi. Ne kendi çocukları; ne siz, ne de dünyadaki başka çocuklar, onun böyle söylerken ne çektiğini tam anlamıyla anlayamaz. Roberta gibi belki içinizden birkaçı birazcık anlayabilir bunu.

Başı öylesine ağrıyordu ki, anne ertesi gün yataktan çıkmadı. Elleri ateş gibi yanıyor, canı bir şey yemek istemiyor, boğazı da çok ağrıyordu.

Bayan Viney, “Ben sizin yerinizde olsam, doktor çağırırdım bayan.” dedi. Şu sıralar herkes hastalıktan sızlanıp duruyor. En büyük ablam iki yıl önce bir üşütmüştü, içine işledi bu soğuk. O zamandan beri de bir türlü toparlanamadı.”

Anne, doktor çağırılmasına önce razı olmadı fakat akşama doğru daha da kötüleşince Peter kasabaya, kapısının yanında üç tane sarısalkım ağacı, kapının üstündeki pirinç levhada da Doktor W. W. Forrest yazılı eve gönderildi.

Doktor W. W. Forrest hemen geldi. Yol boyunca Peter’le ahbaplık ettiler. Doktor, demir yoluyla, tavşanlarla ve daha böyle çok önemli konularla ilgili oldukça cana yakın, duygulu bir adamdı.

Anneyi görünce hastalığının grip olduğunu söyledi. Hole çıktıkları zaman Roberta’ya, “Öyle sanıyorum ki sen başhemşire olmak isteyeceksin.” dedi.

Roberta doğruladı, “Elbette.”

“Pekâlâ… Sana bazı ilaçlar göndereceğim. Ocağı sürekli yanar hâlde tut. Ateş düşer düşmez vermek üzere kuvvetli bir et suyu hazırla. Bu arada üzüm, sığır söğüşü yiyebilir; maden suyu sodası, süt içebilir. Bir şişe de konyak bulundur ama en iyisinden. Ucuz konyak zehirden de beterdir.”

Roberta, doktordan bütün bunları yazmasını istedi. Doktor da yazdı.

Doktorun yazdığı listeyi annesine gösterdiği zaman anne güldü. Bu aslında bir kahkahaydı ama Roberta’ya pek soğuk ve eğreti geldi.

Boncuk gibi ışıltılı gözlerle yatan anne, “Saçma!” dedi. “Yapamam bu saçma şeyleri. Bayan Viney’ye söyle de yarın yemeniz için iki kilo gerdan kaynatsın. Ben de biraz suyundan içerim. Şimdi bana biraz daha su ver yavrum. Bir de tas getirip süngerle ellerimi yıkar mısın?

Roberta istenilenleri ve annesini daha rahat ettirmek için ne mümkünse hepsini yaptıktan sonra aşağıya, ötekilerin yanına indi. Yanakları kırmızı kırmızı, dudakları sımsıkı kapalıydı. Gözleri de annesininkiler gibi parlıyordu.

Kardeşlerine doktorun söylediklerini ve annesinin sözlerini anlattı. Sonra, “Her şeyi bizim yapmamız gerekiyor.” dedi. “Başka kimsenin değil. Yapmalıyız da. Bende, ev için alacağımız koyun etinin parası var.”

Peter, “Yerin dibine batsın koyun eti.” diye karşılık verdi. “Tereyağıyla ekmek yeter bize. İnsanlar bunu bile bulamadan yaşamışlar bomboş adalarda.”

Roberta, “Elbette.” dedi.

Bayan Viney, koyun etinin parasıyla alabildiği kadar konyak, maden suyu sodası ve et suyu almaya gönderildi. Phyllis, “Yiyecek için hiç para bırakmasak bile geri kalanları yemek paramızla karşılayamayız.” dedi.

Roberta kaşlarını çattı, “Alamayız. Başka bir çare bulmamız gerek. Düşünelim hepimiz. Elimizden geldiği kadar düşünelim.”

Düşündüler. Konuştular. Belki anne bir şey ister diye Roberta onun yanında oturmaya gittiği zaman; geri kalan ikisi makaslar, beyaz bir çarşaf, bir boya fırçası ve Bayan Viney’nin kafesler için kullandığı siyah boya tasıyla harıl harıl bir şeyler yapmaya koyuldular, istediklerini birinci çarşaf ile pek yapamadılar. Bunun üzerine çamaşır dolabından başka bir çarşaf daha aldılar. Pahalı olan bu iyi çarşafları harap ettikleri hiç akıllarına gelmedi. Yanızca iyi bir şey yaptıklarını biliyorlardı. Nasıl yaptıkları ise arkadan geliyordu.

Roberta’nın yatağı annenin odasına götürülmüştü. Roberta gece birçok defalar kalkarak ateşi canlandırdı, annesine süt ve maden suyu sodası verdi. Anne epey sayıkladı fakat söylediklerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Bir defasında birdenbire uyanarak: “Anne anne!” diye seslendi. Roberta onun anneanneyi çağırdığını fakat bu çağırışın boşuna olduğunu onun, anneannenin öldüğünü unuttuğunu biliyordu.

Roberta sabah erkenden adının çağırıldığını duydu ve yataktan fırlayarak annesinin yanına koştu. Anne, “Ah evet, uykumda seslenmiş olacağım.” dedi, “Benim zavallı küçük yavrum, kim bilir ne kadar yorgunsundur. Sizi böyle sıkıntıya sokmaktan nefret ediyorum.”

“Ağlama benim tatlım. Bir iki güne kadar hiçbir şeyim kalmaz!”

Roberta, “Evet.” diyerek gülümsemeye çalıştı.

İnsan on saat taş gibi uyumaya alışır, ondan sonra da uyku vaktinde üç dört defa kalkarsa bütün gece sanki hiç uyumamış gibi olur. Roberta da bu yüzden şaşkın gibiydi, gözleri yanıyordu fakat odayı temizledi ve doktor gelmeden her şeyi düzene soktu.

Ayaklarının ucuna basarak içeri girdi

Bu işler saat sekiz buçukta olmuştu. Doktor sokak kapısında, “İşler yolunda mı küçük hemşire?” diye sordu. “Konyağı aldın mı?”

Roberta, “Aldım.” dedi. “Küçük, yassı şişede.”

“Üzümleri ya da et suyunu göremiyorum ama…”

“Yarın göreceksiniz ama suyunu alabilmek için et kaynatıyoruz.”

“Kim söyledi sana böyle yapmanı?”

“Phyllis kabakulak olduğu zaman annem böyle yapmıştı da…”