banner banner banner
Demir Yolu Çocukları
Demir Yolu Çocukları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Demir Yolu Çocukları

Phyllis, “Yeşil Canavar geçerken hepimiz mendil sallayalım, olur mu?” dedi. “Eğer büyülü bir canavarsa neden mendil salladığımızı anlar ve sevgilerimizi babamıza iletir. Büyülü değilse ne yapalım, mendil sallamaktan ellerimiz aşınmaz ya…”

Yeşil Canavar kıyametler kopararak karanlık ininden, yani tünelden fırladığı zaman, üçü birden parmaklığın üstünde ayağa kalkarak kirli olup olmadıklarına aldırış etmeden mendillerini salladılar. Bir de kirliydi ki mendiller…

Birinci mevkide bir vagonun penceresinden bir el, kendilerine karşılık verdi. Tertemiz bir eldi. Bir gazeteyi tutuyordu. Yaşlı, kibar adamın eliydi bu.

Bundan sonra çocuklarda 09.15 trenindekilere karşılıklı el ve mendil sallamak bir alışkanlık hâline geldi.”

Ve çocuklar, özellikle kızlar, yaşlı, kibar adamın babalarını tanıdığını; onu “iş”te ya da olduğu yer neresiyse orada göreceğini; çocuklarının çok uzaktaki, yeşil bir kasabada çitin üstüne çıkarak, hava nasıl olursa olsun, her sabah ona sevgilerini gönderdiklerini söyleyeceğini düşünmekten çok hoşlanır oldular.

Çünkü şimdi çocuklar, villada oldukları zamanlar kesin olarak dışarı bırakılmadıkları her türlü havada dışarı çıkabiliyorlardı. Bunu da Emma Teyze sağlamıştı. Çocuklar, Emma Teyze’nin kendileri için satın aldığı zaman güldükleri uzun tozluklar ve su geçirmez ceketlerin ne kadar işe yaradığını görünce ona karşı hiç de iyi davranmamış olduklarını şimdi daha da çok anlıyorlardı.

Anne, bu arada yazılarıyla çok meşguldü. İçlerinde öyküler olan bir yığın uzun, mavi zarflar gönderiyor, bunlara karşılık da kendisine çeşitli boy ve renkte büyük zarflar geliyordu. Anne bunları açtıkça bazen içini çekiyor ve şöyle diyordu, “Tüneğinde beklemek üzere yine bir öykü geri gönderildi aman ya Rabbi, aman ya Rabbi!”

Çocuklar da çok üzülüyorlardı.

Anne, bazen de zarfı havada sallıyor ve şöyle diyordu, “Yaşasın yaşasın! İşte aklı başında bir yayımcı. Öykümü satın aldı. Bu zarf onun ispatı.”

Çocuklar ilk ağızda ‘ispat’ın, aklı başında yayımcının yazdığı mektup olduğunu sandılar fakat çok geçmeden bunun, öykünün basılmış olduğu uzun kâğıt parçaları olduğunu öğrendiler.

Yayımcı aklı başında bir kimse çıktığı zamanlar, çayın yanında çörek de oluyordu.

Peter bir gün “Çocuk Dünyası” yayımcısının aklı başında bir kimse olmasını kutlamak üzere kasabaya çörek almaya gidiyordu ki İstasyon müdürüne rastladı.

Geçen süre içinde kömür madeni konusunu düşünmeye vakit bulduğu için Peter bu karşılaşmadan çok tedirgin oldu. Boş bir yolda karşılaşanlar, birbirlerini tanımasalar bile genellikle selamlaşırlar fakat istasyon müdürünün kömür çalmış bir kimseye selam vermekten kaçınabileceğini düşünerek kulaklarına kadar kızaran Peter, yaşlı adama, “Günaydın!” demekten çekindi. “Çalmak” çok kötü bir kelimeydi. Ne kadar kötü olursa olsun, Peter kömür madeni konusunda bu kelimenin yerinde kullanıldığını hissediyordu. Başını önüne eğerek bir şey söylemedi.

Yan yana geçerlerken “Günaydın.” diyen istasyon müdürü oldu. Peter de, “Günaydın.” diye karşılık verdi. Sonra şöyle düşündü: “Belki gündüz benim kim olduğumu çıkaramadı. Yoksa selam vermezdi.”

Kim olduğu bilinmeden selamlaşmaktan hoşlanmadı. Ne yapacağına kesin bir karar vermeden, istasyon müdürünün ardından koştu. İstasyon Müdürü telaşlı ayak seslerini duyunca durmuştu. Geri döndüğü zaman, şimdi kulaklarının rengi morumsu bir kırmızılık almış olan Peter’le karşılaştı. Çocuk soluk soluğa, “Benim kim olduğumu bilmeden bana karşı böyle iyi davranmanızı istemiyorum.” dedi.

İstasyon Müdürü, “Ha?” dedi.

Peter şöyle ekledi, “Bana selam verdiğiniz zaman belki benim kömürleri alan çocuk olduğumu bilmediğinizi düşündüm. Ben o çocuğum işte ve çok üzgünüm. Tamam mı?”

İstasyon müdürü, “Bak hele!” dedi. “Ben unutmuştum bile o konuyu. Geçmişi unutalım. Peki, sen böyle telaşlı telaşlı nereye gidiyordun?”

“Çay için çörek alacağım.”

“Hani çok yoksuldunuz siz?..”

Peter, söylediklerine inanmış bir tavırla karşılık verdi, “Yoksuluz elbette ama annem bir öyküsünü, bir şiirini ya da başka bir yazısını sattığı zaman elimize geçen parayla çörek alabiliyoruz.”

“Yaaa, demek annen öyküler yazıyor ha?”

“Hem de en güzellerini.”

“Böyle akıllı bir annen olduğu için kim bilir ne kadar övünüyorsundur…”

“Elbette ama böyle akıllı olmak zorunda kalmadan önce bizimle daha çok oynardı.”

“Pekâlâ delikanlı. Ben artık gideyim. İstasyona geldiğin zamanlar, canın isterse bana da bir uğrayıver. Kömür konusuna gelince… Hayır hayır… Bu konuyu bir daha hiç açmayalım, ha?”

“Teşekkür ederim. Aramızdaki bu sorunun çözülmesine çok sevindim.”

Böyle dedikten sonra, istasyon müdürünün o gece kömürler arasında kendisini yakaladığından beri içinde ilk kez bir rahatlama duyarak çörek almak üzere köprüyü geçip kasabaya yöneldi.

Ertesi gün Yeşil Canavar’la üçlü selamı babaya gönderip; yaşlı, kibar adamın her zamanki gibi karşılığını aldıktan sonra, Peter istasyona gitmek üzere gururla kızların önüne geçti.

Roberta, “İstasyona gitmemiz şart mı?” diye sordu.

Phyllis bu sorudaki anlamı deşti, “Kömürlerden sonra demek istiyor.”

Peter önem vermiyormuş ve Phyllis’in dediklerini duymamış gibi davranarak, “Dün istasyon müdürüyle karşılaştım.” dedi. “Aklımıza estiği zaman gitmek üzere bizi istasyona buyur etti.”

Phyllis, “Kömürlerden sonra da mı?” diye diretti, “Durun bir dakika… Ayakkabımın bağı çözüldü.”

“Ne zaman bağlı ki senin ayakkabı bağların. Hem, biliyor musun, istasyon müdürü senden çok daha kibar Phyllis, ikide bir insanın başına kakmıyor kömürü.”

Phyllis ayakkabısının bağını bağladı ve sesini çıkarmadan yürümeye başladı fakat omuzları sarsılıyordu. Çok geçmeden de kocaman bir damla yaş burnunun ucundan düşüp demir yolu rayları üzerinde yayıldı. Roberta bunu gördü. Hemen durarak bir kolu ile sarsılan omuzları sardı, “Neyin var canım, ne oldu sana?”

Phyllis hıçkırdı, “Ben… Ben hiç kibar değilmişim, baksana. Ben böyle bir şey söyledim mi ona hiç? Bebeğimi ocak odununa bağlayıp ateşte yakarak kurban ettiği zaman bile bir şey demedim.”

Peter, gerçekten bir iki yıl önce böyle bir zulüm işlemişti. Roberta taraf tutmadan konuştu, “Ama, sen başladın önce.” dedi. “Kömür filan sözleri ettin. İkiniz de söylediklerinizi geri alsanız ve bu konu kapansa nasıl olur?”

Phyllis burnunu çekerek, “Peter geri alırsa ben de alırım.” dedi.

Peter, “Peki.” dedi. “Ben geri alıyorum. Al benim mendilimi kullan Phil… Yine yitirmişsindir seninkini. Ne yapıyorsun bu mendilleri bilmem ki…”

Phyllis hırçınlıkla karşılık verdi, “Sen almadın mı son mendilimi? Tavşan kafesinin kapısını bağlamak için kullanmadın mı? Teşekkür bile etmedin.” Peter sabırsızlıkla:

“Peki, peki.” dedi, “Bağışla. Al mendilimi. Tamam mı artık?”

İstasyona gidip hamal ile keyifli iki saat geçirdiler. Çok değerli bir adamdı hamal. Aydın kişilerin çoğu zaman bıkkınlık gösterdikleri “Neden…” ile başlayan sorulara karşılık vermekten usanmıyordu.

Çocuklara, daha önce bilmedikleri pek çok şey öğretti. Söz gelişi, vagonları birbirine bağlayan şeylere “bağlama” deniyor; iri yılanlar gibi bağlamaların üstünden sarkan borular da treni durdurmak için kullanılıyordu. Hamal, “Eğer tren giderken bunlardan birini tutup ötekilerden ayırırsanız, tren zınk diye durur.” dedi. “Hani vagonlarda, üstünde; ‘Yerinde kullanılmazsa beş İngiliz lirası ceza ödenir.’ yazılı şey var ya, onu yerinde kullanmazsanız tren durur.”

Roberta sordu, “Yerinde kullanılırsa ne olur?”

“Tren yine durur ama insan, öldürülmek gibi bir durumla karşılaşmazsa yerinde kullanmamış olur. Yaşlı bir bayan varmış; birisi alay olsun diye, bunun yemekli vagon zili olduğunu söylemiş kadına. Kadın da hayatı için hiçbir tehlike yokken yerinde kullanmamış bunu ama karnı açmış. Tren durup da son dakikalarını yaşayan birisiyle karşılaşacağını uman muhafız içeri girince kadın: ‘Bana bir bardak siyah bira ile çörek getirin lütfen’. demiş. Tren de bu yüzden yedi dakika gecikmiş.”

“Peki muhafız ne demiş kadına?”

Hamal, “Bilmem ki?” dedi. “Ama ne demiş olursa olsun, kadın söyleneni kesinlikle hiç unutmamıştır.”

Böyle tatlı tatlı konuşurlarken vakit de çabucak geçip gitti.

İstasyon müdürü de bilet satılan o delikli yerin arkasındaki kutsal, içerlek tapınağıdan bir iki kez çıkarak bu tatlı konuşmaya katıldı.

Phyllis, ablasının kulağına, “Sanki kömür olayı hiç olmamış gibi.” diye fısıldadı.