banner banner banner
Hatemü'l Enbiya
Hatemü'l Enbiya
Оценить:
 Рейтинг: 0

Hatemü'l Enbiya


Le Diable Promu “Dieu” Essai Sur le Yezidisme İmprimerie du “Jeune Turc” Constantinople 1910.

Le Droit Public et l’İslam, (İmprimerie du “Courruer d’ Orient”), Constantinople 1909.

N De Helva, La Science İmperiate Des Songes et Distionnaire Onirique İntime et Secret Des Cesars Byzantins Des Califes Arabes et Des Sultans Ottomans,Editions Eugene Fıgiere, Paris 1935.

The Sultan a Romance of The Harem of Abdülhamid, London 1912.

Une Anee de Liberte 1908-1909 ( İmprimerie du “Courruer d’ Orient” ), Constantinople 1909.

HATEMÜ’L ENBİYA

II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulan Tarih-i Osmani Encümeni ülkede bilimsel tarih yazıcılığının başlamasında etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak İslam tarihi yazıcılığının da nasıl olması gerektiği tartışılmış ve bu yeni anlayıştan etkilenmiştir. Celal Nuri, Hatemü’l-Enbiya adlı eseri ile siyer kitaplarının nasıl yazılması ve Hz. Muhammed’in zamanın şartlarına göre nasıl anlaşılması gerektiği konusunda fikirler ileri sürmüştür. Bunu yaparken daha ziyade Hz. Muhammed’in karakteri, mizacı, devlet adamlığı, komutanlığı, dehası gibi sosyal ve beşeri yönlerini geniş olarak değerlendirmiştir. Buna ilaveten dünya tarihine yön vermiş önemli şahsiyetlerle karşılaştırma yapmaktadır. Celal Nuri’nin söz konusu görüşleri yakın dönem fikir hayatımızı bir yönüyle aydınlatması bakımından önem taşımaktadır.

Osmanlı Devleti, 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya karşı üstünlüğünü yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır. Devlet erkânı bu durgunluğun sebeplerini büyük ölçüde askerî alanda aramış, çözümü yine askerî sahada yenilik yaparak bulmaya çalışmıştır. Zamanla askerî ve sivil alanda idari ıslahatlar yapılmışsa da gerileyişin asıl nedeni üzerinde durulmamıştır; Avrupa’nın ilmî ve teknolojik gelişmeleri takip edilemeyerek devlet yıkılma sürecine girmiştir. Tanzimat’ın ilanından itibaren Batı’nın her türlü üstünlüğünü kabul eden Osmanlı, artık yavaş yavaş gerek kurumsal gerek düşünce alanında Batı kültür ve medeniyetinin etkisi altına girmiştir. Bundan sonra devleti kurtarmanın yolları aranmaya başlamıştır. Modernleşme ve devleti kurtarma uğrunda yapılan her atılım sonuçsuz kaldı ve süregelen çöküntüyü engelleyemedi. Ancak yapılan ıslahat hareketleri sonradan gelecek gelişmeler için bir zemin hazırlamış olması bakımından hiçbir zaman boşa gitti denilemez. Cumhuriyet Türkiye’sinin oluşmasında şüphesiz önceki yenilik hareketlerinin etkisi olmuştur. Tanzimat’ın getirdiği ortam 1856 Islahat hareketlerine zemin hazırlamış, bu gelişmeler de Meşrutiyet ve Cumhuriyet’e giden yolda birer altyapı oluşturmuşlardır. Her ne kadar Türk modernleşmesini sadece Tanzimat’la başlatmak doğru olmayıp, bu süreci 17. yüzyıla kadar götürmek mümkün ise de Cumhuriyet Türkiye’sinin oluşumunda II. Meşrutiyet Dönemi’nin tesiri daha fazladır. Zira bu devirdeki siyasi ve fikri tartışmalar aynen günümüze de yansımıştır.

II. Meşrutiyet Dönemi Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık fikirlerinin tartışıldığı ve her birinin önemli temsilci bulduğu hareketli bir ortamdı. Bunlardan Batıcılık ve Türkçülük ideolojilerinin yeni kurulan Türk Cumhuriyeti’nin oluşumunda mühim tesirleri vardır. Burada bazı görüşlerini ele alacağımız Celal Nuri de yeni devletin fikrî ve siyasi teşekkülünde etkili olan aydınlardan biridir.

Batılı araştırmacılar İslam dünyasında 1924’ten sonra meydana gelen dinî modernleşme hareketlerinin yansımalarını ele alırken konuyu Mısır, Hindistan, Kuzey Afrika ve İran ile sınırlı tutmuşlar, son dönem Osmanlı aydınlarının bu meseleye yaklaşımlarını göz ardı etmişlerdir. Bu ihmal aynı zamanda Türkiye’deki çalışmalar için de geçerlidir. Burada modernleşmeyle dini bir arada kullanıyoruz çünkü adı geçen yıllarda devletin kurtarılması ile dinin kurtarılması aynı şekilde yorumlanmıştır. Birçok yerde dinin ihya edilmesiyle devletin de düzene gireceği savunulmaktadır. Dinin tekrar dinamik hâle getirilmesi, İslam’ın tekrar yorumlanması, asrısaadet olarak nitelendirilen Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn döneminin hemen her konuda örnekliği dönemin sıkça tartışılan konularıdır. Bu bağlamda sıkça dile getirilen argümanlardan biri de Hz. Muhammed tasavvurudur. Celal Nuri bu konuda hatırı sayılır fikirler ortaya koymasına rağmen Cumhuriyet Dönemi’nde ülkemizde ihmal edilen aydınlardan biri olduğunu düşünüyoruz. Müellifin hemen hemen her konudaki yaklaşımları farklı ortamlarda mevzubahis edilmiş ancak Hz. Muhammed tasavvuru ve siyer yazıcılığı hakkındaki görüşleri dikkatten kaçmıştır.

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yapılan tartışmalara baktığımızda Batıcı olsun İslamcı olsun bazı aydınlar İslam dininin kendisinin değil yaşanılan İslam’ın yanlış olduğunu, İslam’ın yeniden yorumlanması gerektiğini ileri sürmektedirler. Özellikle içtihat kapısının açılması, İslam’a yeni bir dinamizm kazandırılması savunulmaktadır. Bu konuda İslam tarihinin de objektif bir biçimde yeniden yorumlanması, genel bir İslam tarihi yazımı ileri sürülen görüşler arasındadır.

Döneminin önemli şahsiyetlerinden biri olan Celal Nuri aynı zamanda Cumhuriyet’in fikrî mimarları arasında olması ve yeni devlette değişik görevler alması itibariyle de önem taşımaktadır. Celal Nuri eserini yazdığı yıllarda birtakım eleştiriler alması, dönemin tarih anlayışını ve peygamber tasavvurunu ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Bununla birlikte ortaya attığı bazı görüşlerin günümüzde yeniden popüler olması ve eserinde ana hatları ile ele aldığı konuların son yıllarda gündeme gelmesi meselenin önemini ortaya koymaktadır. Örneğin Hz. Muhammed’in mucizevi hayatından ziyade sosyal ve beşeri yönlerinin vurgulanması, topluma örnek bir insan modeli sunmak çabaları, Celal Nuri’nin adı geçen eserinde varmaya çalıştığı hedeflerden biridir.

Celal Nuri, Hz. Muhammed ile ilgili görüşlerini derli toplu olarak Hatemü’l Enbiya adlı eserinde ortaya koymuştur. Her şeyden önce şunu belirtelim ki adı geçen çalışma Hz. Muhammed’in hayatını ve savaşlarını anlatan alışılagelmiş bir siyer kitabı değildir. Celal Nuri bu eseriyle zamanın şartlarına göre bir siyer kitabının nasıl yazılması gerektiğini, buna paralel olarak peygamberin mevcut ortamda nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hz. Muhammed’in hayatının yeniden yorumlanması, aşırı mucize edebiyatından kurtarılıp beşeri ve sosyal yönlerinin öne çıkarılarak halka anlatılması müellifin en önemli hedefleri arasındadır. Bunun yanı sıra İslam’da içtihat kapısının açılıp yeni hükümlerle dinî yaşamın kolaylaştırılması zaman zaman değindiği konular arasındadır. Dinde içtihat veya yenileşme konusu o yıllarda büyük bir hararetle hemen her zeminde tartışılan meseleler arasındadır. Celal Nuri de bu bağlamda, Hz. Muhammed’in hayatını ve sahabe ile olan diyaloglarını dikkate alarak peygamberin yeni fikirlere açık olup, istişareye önem verdiğini belirtmektedir. Bundan hareketle İslami yenileşmede, her şeyden önce Hz. Muhammed’in hayatının yeniden anlaşılması ve yorumlanması gerektiğini savunmaktadır. Celal Nuri gibi Batıcılık fikrini savunan yazarların yanı sıra, İslamcı birçok yazarın adı geçen yıllarda ortaya attığı bir görüş de meşveret ve demokrasinin İslam’ın özünde olduğu demokratik hayatın İslam dinine ters düşmediğidir. Uzun yıllar baskı ve monarşi düzenine karşı mücadele eden aydınlar Meşrutiyet’le birlikte her ortamda meşruti sistemi meşrulaştırmak için bu argümanı kullanmışlardır. Bütün bunlarla birlikte Celal Nuri bu eseri yazmakla aynı zamanda müsteşriklerin İslam’a ve Hz. Peygamber’e karşı saldırılarına da bir cevap vermek eğilimindedir. Nitekim kendisi amacını “Garazkarân-ı garp ve hurâfât-ı perestân-ı şark’a karşı mevki-i târihiyye-i ahmediyye’yi muhafazan yapılmış ecrübe-i kalemiyyedir.” diye ifade etmektedir”.

Müellif eserinde, ilk olarak klasik İslam tarihi kaynaklarını tenkit ederek meseleyi ele almaktadır. Müslüman Araplar binlerce ciltlik eserlerinde, beşer olarak övünen peygamberi insanüstü bir varlık gibi değerlendirerek, kendisine binlerce mucize yüklemişlerdir. Celal Nuri’ye göre Kur’an gibi bir düstur metin bırakmış iken bunun dışında peygamberin hayatında başka hakikat aramak pusulayı şaşırmaktır. Müellif, İbn İshak ve İbn Hişam gibi ilk siyercilerin hakikate daha yakın olduklarını, mitolojik meraklarının olmadığını, sonradan gelen siyer yazıcılarının ise eserlerinde peygamberi Cebrail’in kontrolünde sanki bir sadanüvis olarak takdim ettiklerini söylemektedir. Hâlbuki peygamberimizin bir insan olarak muhakeme edilmesi halinde daha da yüceleceğini, ancak bunu şimdiki siyercilerin, bırakın yazmayı hayal bile edemeyeceklerini ifade etmektedir. Celal Nuri her ne kadar zamanının bütün müelliflerini aynı şekilde değerlendirse de bazı yazarlar Hz. Peygamberin beşerilik vasfını ihmal etmemişlerdir.

Avrupalı yazarlara gelince içlerinde samimi olanlar bulunmakla birlikte çoğunluğunun çalışmalarında Hz. Muhammed’i Hristiyanlık taassubu içinde ele aldıklarını, dünya tarihlerinde peygamberin hak ettiği yeri almadığına inanmaktadır. Çünkü bu genel tarihlerin bir Yunan, Roma, Bizans ya da Hristiyanlık tarihi olarak ele alındığını, İslam tarihini ve Hz. Muhammed’i yeterince içine almayan bir tarihin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini kabul etmektedir.

Celal Nuri, Hz. Muhammed’in beşeri özelliklerini ele alırken peygamberin, daha ziyade karakteri, mizacı, devlet adamlığı, komutanlığı ve dehası gibi yönlerini izah etmektedir. Bunları yaparken bazen tarihin ünlü şahsiyetleri ile kıyaslama yapmayı da ihmal etmemektedir. Peygamberin sosyal ve beşeri yönlerini ele alırken uzun uzun örnek olaylar vermekten kaçınmakta, bir iki örnekle yetinip daha ziyade genel tahliller yaptığını görmekteyiz. Kendisi, bir İslam tarihçisi olmadığı için teferruata inmek istemediğini, bunu yeni nesillere bıraktığını, siyer kitaplarında kendi iddialarını destekleyen çok sayıda örnek olayın mevcut olduğunu açıklayarak sadece fikrî bir açılım getirmek istediğini belirtmektedir.

Celal Nuri, eserinde peygamberimizi değerlendirmesinde psikolojik tahlillere de başvurmuştur. Bunu yaparken bir taraftan onun insani üstünlüklerini ortaya koymaya çalıştığı, bir taraftan da sanki müsteşriklere cevap verme eğiliminde olduğu gözlenmektedir. Zira bilindiği üzere birtakım müsteşrikler peygamberimizin psikolojik bozuklukları olduğunu iddia ediyorlardı. Celal Nuri’ye göre âlemde Seyyidü’l-Beşer kadar büyük bir psikolog görülmemiştir. Her yerde ve her zaman halkın onun tesirinde kalması, halkın zihninden çok kalbine tesir etmesi, çarpıcı vaaz ve nidaları ile ruhları etkisi altında bırakması bunun en büyük delillerindendir. Müellife göre, baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin inançları uğruna kanlarını akıtacak şekilde karşı saflarda mücadele etmeleri, peygamberin psikolojik dehasının en güzel örneklerindendir.

Yine müellife göre, peygamberimizin etrafındakilerin ruhlarına tesiri, onların şahsiyetlerindeki gizli kuvveti ortaya çıkarmıştır. Örneğin Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe ve Sad b. Ebi Vakkas gibi mümtaz şahsiyetlerin ortaya çıkmasında en önemli etken Hz. Peygamber’di. Aynı şekilde Celal Nuri, peygamberin sağlığında sahabe arasında ciddi münakaşanın çıkmayışı, haset ve anlayışsızlık gibi şeylerin görünmemesini büyük bir mucizenin eseri olarak telakki etmektedir.

Celal Nuri, Hz. Muhammed’i bir komutan olarak değerlendirirken alışılagelmiş savaş taktiklerinin dışına çıkmasını önemli bir zekâ ürünü olarak kabul etmektedir. Selman-ı Farisi’den hendek tekniğini almasını, mancınık kullanmasını, askeri celp ve cezp etmesini buna örnek olarak vermektedir. Buna benzer davranışların bazı devlet adamlarında da görüldüğünü bildiren Celal Nuri bu konuda da Napolyon’u örnek olarak vermektedir. Bütün Fransa’nın onun arkasından gidip ordusunun Moskova’ya kadar dayanmasını, büyük fetihler yapmasını, Napolyon’un karizmatik özelliği, güçlü otoritesi ve askerî motivasyon gücünden kaynaklandığını belirtmektedir. Ancak Napolyon’un zamanla dünya nimetlerine daldığını ve iktidarını nefsi arzularına heba ettiğini, bu noktada peygamber ile arasında büyük farklar olduğunu ifade ederek Seyyidü’l-Beşer’in ise hiçbir zaman dünya nimetlerine özenmeyip mesaisini görevi uğrunda harcadığını vurgulamaktadır. Yine müellife göre, “Cenab-ı Seyyidü’l-Beşer telkin ettiği kuvvetli iman, tebliğ ettiği müjdeler ve şehitlerin mazhar olacakları nimetleri mücahitlere heyecanla benimsetmesi sayesinde askerin moral kuvvetini en üst seviyeye çıkarmıştır.” Celal Nuri, ikinci halife Ömer b. Hattab’ın celadet sahibi olmasının bütünüyle kendi karakterinden değil de, Hz. Muhammed’in onun iç dünyasını derinden etkilemesinden kaynaklandığı kanaatindedir. Ayrıca peygamberimizin devlet başkanlarına gönderdiği elçileri ve mektupları hükümdarların kişiliğine göre ayarlamasını da onun diplomatik dehasının bir ürünü olarak görmektedir.

Celal Nuri’nin eserinde geniş olarak yer verdiği ve eleştiriler aldığı noktalardan biri de Hz. Muhammed’i tarihteki meşhur devlet, din ve fikir adamları ile mukayese etmesidir. Örneğin Hz. İsa ile Hz. Muhammed’i karşılaştırırken gerçek manada furkân-ı mübin olan Hz. İsa’yı değil Hristiyanların tasavvurundaki Hz. İsa’yı değerlendireceğini de ayrıca belirtmektedir. Bu yüzden Allah’ın peygamberi Mesih ile Hristiyanların anladığı Mesih’in asla bir olmayacağını beyan etmektedir. Bu konu ile ilgili olarak esas amacı olan mukayeseye geçmeden önce Hz. İsa’nın Batı âleminde nasıl anlaşıldığını, Hz. İsa üzerine yapılan teolojik tartışmaları özetlemektedir. Netice olarak da Batılıların tasavvurundaki İsos Hristos’un ne bir hükûmet nizamı kurduğunu, ne bir devlet reisi, ne de bir nizam koyucu olduğunu belirtmektedir. Bu anlayıştaki kişinin olsa olsa, hayatı masallar ve hurafe ile dolu, vasıfları papazlar ve konsillerce belirlenmiş bir derviş olacağını ifade etmektedir.

Celal Nuri’nin karşılaştırmalı olarak değerlendirme yaptığı diğer bir peygamber de Hz. Musa’dır. Yazar, her iki peygamberin de tebliğ ettiği dinin dünya ve ahirete ait işlere dair hüküm verdiğini, her ikisinin de din vaz’ı ve devlet adamı olduklarını belirtmektedir. Ancak Hz. Muhammed’in getirdiği dinin Yahudilik gibi belli bir millete has olmayıp, bütün insanlığa hitap ettiğini beyan etmektedir.

Müellif, Buda ile de bir karşılaştırma yaparak Buda’nın dünyadan uzak, insanın azim ve arzularını yok edecek kadar pasif bir felsefeye sahip olduğunu ifade etmektedir. Öyle ki, Hz. Muhammed’i hayat, Buda’yı ölüm dininin tebliğcisi olarak nitelemekte ve aralarındaki farkı ölüm ile hayat arasındaki fark olarak ifade etmektedir. Budizm’in de psikoloji ve insanın ruh hâlini etkilemesi itibariyle bir değeri olabileceğini, ancak dinî, hukuki ve siyasi olarak bir ehemmiyetinin olamayacağını iddia etmektedir.

Celal Nuri bu fikirlerini ortaya attığı yıllarda ülkede gayet hareketli bir fikir ortamı vardı. Bilhassa Batıcılar ve İslamcılar arasında İslam söz konusu olduğu zaman ciddi tartışmalar meydana gelmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak aynı yıllarda Celal Nuri’yi olumlu ve olumsuz yönde tenkit edenler olmuştur. Müellifin bu fikirlerini daha ziyade Batıcı yazarların beğendiğini görmekteyiz. Batıcı yazarların en keskin kalemlerinden olan ve genelde softalık ve hurafelere karşı mücadelesiyle tanınan Kılıçzade Hakkı, Celal Nuri’nin Hz. Muhammed tasavvurunu oldukça beğendiğini, gelecek nesiller için yeni ufuklar açacağını ifade etmekte ve Celal Nuri’yi cesaret göstererek bu gibi mevzuları işlediği için tebrik etmektedir. Ayrıca Renan’ın Hz. İsa’nın hayatını yazdığı dönemdeki gibi bizde de bugün okuryazar oranı çok olsaydı, aynı Renan’ın eseri gibi Celal Nuri’nin eserinin de meşhur olacağını söylemektedir. Kendisinin mucizeye karşı olmadığını, ancak akıl ve bilim çağında yeni nesillere peygamberin sadece mucizeyle anlatılamayacağını, bu bakımdan Celal Nuri’yi takdir ettiğini belirtmektedir.

Hüseyin Hayri ise daha da ilginç bir iddiada bulunarak bu tür bir çalışmanın İslam dünyasında ilk örnek teşkil ettiğini ve yeni nesle Hz. Muhammed’i anlatmakta faydalı olacağını ifade etmektedir.

Celal Nuri’yi övenlerin yanında, onun görüşlerini benimsemeyenler de bulunmaktadır. Bunlardan biri de Musa Carullah’tır. Carullah, Celal Nuri’nin Batılı araştırmacıları övüp, İslam ulemasını küçük gördüğünü ve bu tavrıyla Batı taklitçisi olduğunu gösterdiğini iddia etmektedir. Bununla da yetinmeyerek Celal Nuri gibilerin İslam toplumunda imansızlık ve güvensizlik aşılamaya çalışan eski mollalardan ve misyonerlerden daha tehlikeli olduklarını söylemektedir. Başka bir değerlendirmede de, Celal Nuri’nin Hz. Muhammed’in insani özelliklerini aşırı bir şekilde işlediğini, vahiy alan bir peygamber vasfının neredeyse ortadan kalktığı vurgulanmaktadır.

“Peygamber her ne söylerse onun şahsiyetine hâkim olan Zat-ı Hakk’tan telakki etmelidir… Hatemü’l Enbiya nam-ı ilahîye mütekellim olur ve levh-i ruhuna münakis olan kelâmı hak lisaniyle ifade ederdi.”

Ayrıca yazarın bu ifadelerini, zamanın peygamber anlayışına ve mucize edebiyatı yapan siyer kitaplarına tepkiden doğan aşırı bir yaklaşım olarak da kabul edebiliriz.

Hatemü’l Enbiya adlı eserin tanıtım bahsine son vermeden önce tenkitlerde söz konusu olan birtakım fikirlerin üzerinde durmak istiyoruz. Tenkitlerde, eserin türünün ilk örneği olduğu, bu eserden sonra benzer muhtevada kitap yazacakların örnek alması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Eserin İslam dünyasında ilk örnek olması fikri, incelenmesi gereken ayrı ve önemli bir konu olarak görünmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki, bilhassa ülkemizde, II. Meşrutiyet’ten sonra ilim hayatımızda, Hz. Muhammed’in beşeri özelliklerini öne çıkararak yazılan eserlerin görüldüğünü söylemek pek mümkün görülmemektedir. Bu tür eserlerin daha ziyade 1980’li yıllardan sonra yayın hayatımıza girdiğini görmekteyiz. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan ilmî derginin özel sayısı âdeta Celal Nuri’nin eserini tamamlar mahiyettedir.

    Prof. Dr. Zekeriya Akman

ÖN SÖZ

Kusursuz Hoca Mahmud Esad Efendi Hazretlerine[1 - Hocaların hocası ismiyle de bilinen, Profesör Mahmud Esad Efendi. Konya Seydişehir’de doğdu. Adı Mahmud Esad’dır. Birçok hukukçu yetiştiren Çopur Kadıoğulları ailesinden olan babası Güzelzade Emin Efendi’ye nispetle İbnülemin Mahmud Esad diye tanınmıştır.]

Yedi Bilge’nin adlarını çoktan unutmuştuk.[2 - Yedi Bilge ya da diğer adıyla Yunanistan’ın Yedi Bilgesi, Antik Yunan uygarlığının altın çağı olan MÖ 7. ve 6. yüzyıllara damgasını vurmuş yedi filozof, devlet adamı ve kanun koyucuya verilen isimdir. Lindoslu Cleobulos, Atinalı Solon, Spartalı Chilon, Prieneli Bias, Korinthli Periander, Midillili Pittacus, Miletli Thales.] Akropolis’in üzerine bir taç gibi kondurulan Parthenon, Bakire Tapınağı, Nasranilerin hükümdarı Roma istilasıyla, maalesef kiliseye dönüştürülmüştü. Hristiyanlar, İktinos gibi mükemmele ulaşmaya çalışan bir mimar ve Fidias gibi bir heykeltıraşın bu büyük sanat eserini tarumar etmişlerdi.

İsevi üçüncü asırda, Lakaros, Minerva-Athena’nın, bu iffetli kadının bulunduğu tapınakta zevk ve sefa âlemlerine dalmak, sarhoş olmak için toplanılacak eğlence yerine çevirmekten çekinmemişti. Fidias’ın dünya harikaları arasına girmiş olan meşhur Minerva heykeli o hengâmede, her nasılsa nankörlerin satırları, baltaları ile yıkılmıştı. Altı yüz otuz tarihine doğru kültür abidelerinin tapınağı yeni saldırılara uğradı. Ondan sonra Türkler bu genç kız ve çevresini idareleri altına aldılar. Tabii ki Bizans’ın kilisesi Müslüman mescidine dönüştürüldü. İnşa edilen Minerva’nın üzerinden “Muhammed” mübarek sözü, belki de yaralı ve hâlsiz düşmüş Athena’nın, o akıl perisini ve bilgeliğin bile işitme kabiliyetini neşelendiriyordu. 1687’de Venedik Amirali Sebastiano Mocenigo, Atina’yı denizden kuşatma altına aldı. Şanı büyük bakire mabedi, bir hayli süre, Venedik kâfirinin güllelerini yedi. Türklerin orada sakladıkları barutun ateş almasıyla zavallı Parthenon bir kül bahçesine dönüştü. Morosini, bununla da yetinmeyerek kutsal eşyaların da yağmalanmasını ferman buyurdu! Nihayet, yüz sene önce, Lort Elgin, milletinin zorla ele geçirme hırsının örneği olarak bilgeliğin tapınağını, savaş yıkıntıları arasında her ne bulduysa çalıp, “British Museum”a naklettirdi…

Antik Yunan artık ölmüştü. Ölmez de yalnız, o asırların kendisine mal ettikleri olmak üzere, o mirasın korku veren, güzel, bağışlanmış, zarif, korkunç ve garip, iki farklı çizginin yan yana gelmeyeceği, dünyaya nam salmış destanları gibi güzel ve sanatsal eserleri bulunuyordu.

Bundan dört sene önce, son defa Atina’dan geçtiğimde, akıl meleği ve hikmetin kutsal mekânını ziyaret ettim. Müzelere taşınamayan enkaz ve sütunlar ile Parthenon, imkânlar dâhilinde olabildiğince yeniden canlanmıştı. Tarihçi ve bilim insanları, konumları mümkün olduğu kadar belirleyebilmişler. Mevcut olmayan taşlar, sütun başları, süslemeler yeniden yapılmış. Hatta bir iki heykeltıraş bizim ziyaretimiz esnasında “şapito” (sütun başlığı) ve devrik üslubunda bir taş yontuyorlardı. Karşıdan, tarih uyanmış, antik çağlar canlanmış, Perikles çağı hâlâ devam ediyor zannedilirdi. Doğrusu, Akropolis zirvesi, karyatidlerin[3 - Karyatid/Caryatid: Mimari bir unsuru insan vücudu ile birleştirme hâlidir. Bir karyatid, başındaki bir plakayı destekleyen bir sütunun veya bir sütunun yerini alan mimari bir destek görevi gören heykeltıraş bir kadın figürüdür. Yunanca karyatides terimi tam anlamıyla antik bir Mora Yarımadası kasabası olan “Karyai kızları” anlamına gelir.] güzellik saçan sütunları cidden Ernest Renan’a[4 - Ernest Renan: Fransız filozof, tarihçi ve filolog. Erken Hristiyanlık tarihi ve siyasi teoriler üzerine etkili, tarih araştırmaları ile tanınmıştır.] ilham kaynağı olacak bir durumdaydı. Parthenon’dan ayrılıyordum, fakat düşüncelerim ve hayal gücüm asla Athena’nın kutsal tapınağını bırakmıyordu.

Mabedi yeniden canlandıranlar çok doğru bir iş yapmışlar. Bu tarihsel “restorasyon” sayesinde, aşağıya doğru inerken, Minerva rahip ve rahibelerinin seslerini duydum. O ruhani terennümler, kavrayış perisine ithaf olunan sıralı sözleri hep ruhumda işittim. O Yunan güzel sanatlar mezhebinin ileri gelenlerini, Fidios’un heykeli civarında, gözlerimle gördüm. Biraz ileriye gitseydim herhâlde Solon’un[5 - Atinalı Solon: Yedi Bilge’den biri. MÖ 640-560’ta yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir.] sütunuyla görüşecek ve ısrarla baktığımda görebildiğim mavi gözler karşısında bir sanat heykeline dönüşecektim. Akropolis yoluyla her yere gidebilirdim: Biraz gayret etsem “Salamis”e hâkim bir noktaya çıkar ve oradan İran’ın askerlerini, donanmalarını, Asya halkının Yunanistan’a akınını bile görebilirdim.

Ey Parthenon’u yeniden uyandıran ve canlandıranlar! Size samimi kalbimden selam ve ihtiram ederim. Sizin sayenizdedir ki ben Yunan halkının hicviyelerini kulağımla duyuyorum ve geçmişe giderek o zarif asırlarda yaşayabiliyorum.

***

Zannederim ki Avrupalı tarih yazıcıları, kıskançlık veya yaradılışlarındaki, atalarından aktarılagelen, kayıtsızlık karakterinden dolayı, asrısaadette, Müslüman siyer yazıcılarının kaba abartılarıyla, Venedik gemilerinin bombardımanı sonunda Parthenon’un küller altında kalması gibi, üstlerindeki bilinmezlik örtüsünün bugün kaldırılmasına muhtaçtır. Akropolis ve Pompei çağları, devirleri boyunca üzerlerine yığılan toprakların altından gün yüzüne çıkarıldıkları gibi, nebiler çağının da hurafelere dayandırılan tarihsel yöntemlerle hikâyeler veya hakaretlerle gizlendikleri karanlık diplerden açığa çıkartılması elzemdir.

Hazreti Peygamber’in tarihini yazmak çoktan beri, benim için son bir arzu derecesindeydi. Bilimsel koşullar çerçevesinde fahr-i kâinatı[6 - Kâinatın övgüsü, şerefi; Hazreti Peygamber. (e.n.)] karşılaştırmalı olarak inceleme arzusu bende ortaya çıkınca âdeta aklım, bir fikir ve his çığı altında kaldı. Zannetmem ki bu konuda düşündüklerimi ve hissettiklerimi yazmaya ömrüm yetsin.

Seyyid-i beşer,[7 - İnsanların efendisi.] tarihsel görüş nedeniyle mağdur konumdadır. Müslüman olmayan tarih yazarları, en özgür düşünceliler dahi olsa, taşıdıkları mirasın getirdiği büyük bir kıskançlığın zayıflığındadırlar. Onun için Avrupa’da hiçbir üstün zekâlı tarih yazarı, hiçbir Renan, hiçbir Mommsen (Theodor), hiçbir Macaulay, Peygamber’in üstün vasıflarını içeren bir siyer yazmamıştır. Elimizde bulunan eserler ya alelade ve günlük olayların yazıldığı eserler ya da Muhammed’in şeref ve haysiyetini eksiltmek amacıyla kaleme alınmış taraf tutan kitaplardandır.

Üstün zekâsıyla tarihte ayrı bir yer tutan ve önemli bir iz bırakan Voltaire bile Ahmedî çağının önemini kavrayamamıştır. Döneminin papasını gücendirmiş, memnun etmek için “Mohammet” isminde pek kaba ve ruhsal açıdan oldukça etkisiz olan bir tiyatro oyunu ile kendi yüksek derecesini düşürmüştür.

Gariptir ki bu bilgin, Carlyle’in dediği gibi Katolik Kilisesi’ni zayıflatmak için, kâinatın engin azametini ve varlığın kökenini bile göremeyecek derecede gözlerini kapamıştır.

İleri gelen Müslüman yazarların kalemine gelince, binlerce teessüf ki bunlar, “insanların en yücesi”ni bir insan olarak inceleyememişlerdir. Ciltlerce kitabı doldurdukları eserlerde, insanoğlu insan olması ve beşeriyeti ile iftihar eden Peygamber’i, bütün insanların üzerinde görerek kendisinde var olan akıl ve mantığın ötesinde, kanıtlanmış doğa kanunlarına karşı gelerek, karşılaştırma yapıldığında bir sözün ötekini tutmadığı kaba mucizeleri dayanak göstermişlerdir. Siyer yazıcılarımıza teessüf ederim. Peygamber bugün bile cihanın önemli bir kısmına hâkim bir din, Kur’an gibi kanunları içeren bir metin bırakmışken, bunların dışında doğaüstü olaylar aramak cidden pusulayı şaşırmaktır. Özellikle yeni siyer yazıcılarına müracaat edilecek olursa, maalesef, Nebi’nin şanı oldukça eksiklik gösterecektir. Hazreti Fahr-i Kâinat, onların görüşlerinden, güvenilir Cebrail’in eliyle kurulan altından yapılmış bir “sadanüvis”ten[8 - Sesleri kayıt ederek, tekrar edilmesini sağlayan makine. Edison tarafından 1877 tarihinde icat edilmiştir.] başka bir şey değildir. Hâlbuki azameti büyük Muhammediye bunun oldukça yücesindedir. İnsanların yüce efendisi, insan özellikleri itibariyle detaylı olarak incelenirse pek büyür. Siyercilerin hayal dünyası oralara çıkamaz.

Şurasını en açık ibare ile ifade ederim: Tarihin son kertede cahili değilim. Azim ve irade geliştirilen durumlarda, kesin ve net fikirleri ile metanet gibi birçok ruhsal kuvvete sahip olmak gibi durumlar üzerinden değerlendirebileceğimiz birkaç büyük sima gözümüze çarpar: Konfüçyus, Buda-Sakyumani, İskender, İsa bin Meryem, Pavlus, Luther, Cromwell, Napolyon-Bonapart, Bismark ve buna benzerleri. Bu isimler hakkındaki makaleleri az çok okudum. Yalnız okumakla yetinmediğimi belirtmeliyim. Bunlar hakkında kendime özgü değerlendirme yürüttüm. Tarafsızlık gösterebilmek için kişisel görüşümden önemli bir ölçüde çıktım. İslamiyet’ten sıyrılarak sizlere itiraf ederim ki adları andığım bu erkek tarihi içinde Muhammed el-Mustafa’dan daha yüksek bir derecede büyük bir adam görmedim.

On dokuzuncu yüzyıl tarih yazarlarının birkaçı İnsanların Efendisi’ni isteri, sinirsel kas hastalığı, epilepsi, melankoli hastalıklarına yakalanmış biri olarak görüyor ve kendisini birtakım mezhepleri kuran dervişler ve mutasavvıflara benzer bir portre olarak tarif ediyorlar. Yine inceden inceye gerçekleştirdiğim kişisel araştırmalarıma dayanarak iddia ederim: Hazreti Peygamber, bunlardan hiçbiriyle bilinmediği hâlde öyle güzel düzenlenmiş, öyle akli uygulanmış bir yüksek kurum vücuda getirdi ki bunun benzerini tarih, şimdiye kadar kaydetmemiştir.

Bundan dolayı evrensel bakış açısıyla, genel tarih eksiktir. Tarihin en büyük şahsı, tarih yazarlarının gündemine gelmemiştir. Tarih henüz, taraftarlık ve aleyhtarlığın ortasını bulamamıştır.

Hazreti Muhammed, zamanını, çevresini, ırkını değil; zamanları, çevreleri, ırkları değiştirmeye gücü yetebilen kişi olmuştur. Tarih biliminin yeni kuralları gereğince bir adam, velev bir dâhi olsun, zaman, çevre ve ırk gibi unsurlardan meydana gelir. Ve onların çizdiği sınırlar dâhilinde iş görebilir. Yanlış olmayan ve Hypolyte Taine[9 - Hippolyte Adolphe Taine, 19. yüzyıl Fransız olguculuğunun önde gelen isimlerinden düşünür, eleştirmen ve tarihçi.] tarafından güzel ve açık bir şekilde kaleme alınarak açıklanmış olan bu kurallar tarihi, Muhammed el-Mustafa çağını incelerken biraz şaşkınlığa uğrar. Hele birçok açıdan doğru olan Doktor Gustave Le Bon, kitlelerin toplumsal evrimini açıklarken geliştirdiği duygusal kurallar konusunda baltayı taşa vurur. Bütün bunların aksine, tamamlanma ve mükemmel hâle gelme, kişisel beceri ve kahramanların cesaretlerine atıfta bulunarak ve her bakış açısından doğruluğu kabul edilmese de İskoçyalı Carlyle’in görüşleri parlak bir örnek ile onaylar.

Tarihimde, gerçekleşen, ara sıra Renan’ın bir mutasavvıf yaklaşımıyla alay etmesine, Taine’in hesaplı analizlerine, Carlyle’in ahmaklık derecesindeki dehalığına, Macaulay’ın eylemsel fikirleriyle karşılaşılacak ise de, peşinen başlamadan önce söyleyeyim ki eserimin yazarı, herkesten fazla, benim. Bir tarih yazarı, geçmişte gerçekleşen bir olayı veya bir milletin ruhsal durumunu incelediği sırada, kişilik özelliklerinden sıyrılmalıdır. Bilimsel görüşleri, son zamanlarda yazarlar arasında başlı başına bir konu olmuştu. Hatta edebiyatta bile Gustave Flaubert, bu yolu düzenlemişti. Fakat bu, kesin bir çerçevede uygulanan bir yöntem midir? Tarih, tam anlamıyla, bir kimya laboratuvarı olabilir mi? Herhâlde geçmişi eleştirmek ve analiz etmek isteyen bir tarih yazarı, eğer bu liyakate hak kazanacak bir değer ortaya koymak istiyor ve bir siyasi maksada hizmet umudu taşımıyorsa, hakikati görmek üzere bir yüksek basamağa çıkmalıdır. Tarih, hakikati keşfetmek için yazılır. Yoksa tarih, sadece kendinden öncekilerin yazdıklarını, kendisinden sonra gelenlere nakletmek üzere kaleme alınmaz. Bugününü, kişisel itibarını arttırmak gibi maksadı olan bir adam, isterse büyük bir iktidar sahibi olsun, tarihçi olamaz. Bu nedenle, Cesare Cantu tarihçi değildir.

Fakat şurası da unutulmamalıdır ki tarih, aynı zamanda bir bilim ve bir sanattır. Etkili olan sanatta ise yazar, bir şeyleri örtme, saklama kurallarına bağlı kalamaz. Geçmişi iade, çağına hak ettiği değeri vermek, sanatın emridir. En hassas ayrıntılarıyla harabeye dönmüş bir sarayı restore etmek, herhangi bir binayı inşa etmekten daha fazla sanat yetkinliğini gerektirir. Birebir kopya etmekte bile, kopya edenin kişisel özelliklerini fark etmek mümkündür.