Hüseyin Rahmi Gürpınar
Billur Kalp
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Madam Zorluyan, önemli bir ticarethanenin ‘direktris’i1 olduğunu gösterir bir çalımla, göğsünde prostela,2 belinde bir demet anahtar, boşalan çiftehane odalarını dolaşarak yanındaki delikanlı hizmetçiye “Yervant!” dedi. “Bilirsin bu zanaatın da tadı kaçtı… Eski müşteriler geneleve avuçla para bırakıp giderler idi. Şimdikiler bizden bir şey aşırarak sıvışıyorlar. Arkalarında dolaşıp daima mukayyet olmalı ki soyulduğunu anlayasın. Ya ırz hastalıklarının bu kadar türlü be türlüsü şimdiyecek görülmemiştir. Ahlakı ve makinesi sağlam bu dünyada ne karı kaldı ne erkek…”
Yervant sırıtarak: “Sözünde az buçuk haklısın Madam…”
“Ka neden?”
“Ben de erkeğim…”
“He malum… İspata kalkma. Şüphem yok…”
“Yirmi bir yaşındayım. Beş senedir genelev hizmetçiliği ederim.”
“E! Bunun için iftiharlık rozeti istersin?”
“Daha makineme bir keder gelmemiştir.”
“Yervant, hıyar gibi laf etme… Makinenin keyfini kederini şimdicik soran vardır senden? Sanki sana imreneyim deyi sağlam olduğunu bana ballandırorsun?”
Yervant, para ile işini görebileceğini andırırcasına anası yerindeki bu kadının kart yüzüne dik dik cesaretle bakarak: “Ah Madam, bende o talih vardır ki sana dost tutulayım?”
“Haydi kaz yavrusu… Adam oldun da sen de kendini listeye koyuyorsun?”
“Denemesine varabilirsin… Ben daima aldığım parayı son kuruşuna kadar hak ederim…”
“Haydi zevzek, daima para… Ağzında başka şey gezmez…”
Direktris bir kapalı kapı önünde durup yumruğuyla küt küt vurarak: “Annik, bu üçüncü keredir ki kapını gümletiyorum. Ses vermeyorsunuz. Geberdiniz? Ne oldunuz? Geçenlerde Mari’nin genelevinde böyle bir şey oldu, iki sevdalı birbirinin koynunda büyük uykuya varmışlar… Vakıtlar acayip, siz de böyle bir iş etmeyesiniz? Beni meraka koymayınız. Çabuk cevap ediniz.”
Bir süre boşuna bekledikten sonra: “Bir Rabb’im, sana sığınmışım. Başıma bir bela verme. Oh mega hâlâm ses yok…”
Anahtar deliğinden içeriyi dinleyerek: “He solukları geliyor. Pis pis bir şeyler duyuyorum. Gebermemişler… Kız, niçin böyle inadına suspus durorsun? Cevap etsene?”
İçeriden Türk şivesiyle bir erkek sesi: “Madam Zorlu, niçin bu sabah bizi rahat bırakmıyorsunuz?”
“Hangi sabah evladım? Vakit ikindiyi geçti… Bir gecelik ücretiyle bunda iki gün yatılmaz… Aksatamıza ket vurma. Burası ticarethanedir, işimiz öyle ister ki dünküleri savalım ki akşama başkaları gelsin…”
“Haydi defol kapının önünden… Sözün parana geçer…”
“Hangi paraya geçecek. Geçen günü de böyle dedin. Borcunu deftere yazdırdın. Bu iş asla veresi kaldırmaz. Bütün esnaf ile bir olarak ben de kapımın üzerine ‘Bugün Peşin Yarın Veresiye’ ilanını koyacağım… Kız Annik, o kalkmayorsa sen niçin davranmıyorsun?”
Annik: “Ka bırakor ki kalkayım?”
Müşteri: “Ben onu yatağa çiviledim. Kalkamaz…”
Direktris: “Oğlum, kız hastadır. Çok eziyet verme… Ben onu biraz tımara, meramete koyacağım… Arnavutköy’de bir papas eniştesi vardır. Oraya gitsin birkaç gün havasını tebdil etsin.”
Müşteri: “Zevzek karı, hiç Beyoğlu’ndan Arnavutköy’e hava tebdiline gidilir mi? Oranın havası buradan pistir… Hem genelevde yorulup yorulup da papazın evinde dinlenilir mi?”
“Papas çok mübarek bir adamdır. Kıza iyi bakar…”
“Annik’in ablası da burada çalıştıktan sonra mı o mübarek adama vardı?”
“Perüz, ah ne iyi kız idi bilsen! Böyle Annik gibi üç gün zampara koynunda yatarak kendine kimseyi doyurtmaz idi…”
“Merak etme. Bu da doyurtmuyor. Doymuş olsaydım erkenden kalkıp giderdim. Bunu da çırak çıkardığın vakit bir piskoposa ver…”
“Haydi oğulcuğum, şimdi doktor gelecek kızları muayene edecek…”
“Doktor, Annik’i benim kadar uzun saatlerle derinden derine muayene edemez. Ben ona yetmiş kulaca iskandil saldım. Fazla yorgundur. Birkaç gün kızağa çekmeli, karinasını temizlemeli, açılan yerlerini güzelce kıtıklamalı, ziftlemeli… Sonra ben ona kendi imzamla temiz pratikası vereceğim…”
“Bu ne biçim laflardır ki edorsun? Bu koynundaki karı mıdır? Mavuna mıdır? Salapurya mıdır? İnsan kısmının dibi kıtıkla ziftlenir hiç?”
“Senin evindeki karılar, Yemiş İskelesi’ndeki dolmuşlardan berbattır. Fazla ve her cinsten müşteri taşımadan hep omurgaları bozuktur. Ziyade su ederler. Meltem havalarda bile yalpasız gidemezler. Müşterilere bulantı gelir…”
“Zevzek oğlu zevzek, susarsın artık! Evimin adını pise çıkaracaksın. Burası namuslu kerhanadır. Namuslu müşteriler alır… Kızlarımı beğenmiyorsan hesabını gör. İşine git… Onları elimi öpenlere çıkartırım. Hem de dört kat ücretiyle… Lafa karnım toktur. Haydi yavrum ben artık çene yiyemem…”
“Çene yiyemez isen sana iç kapaktan bir döş çıkartayım.”
“Zevzekzadem, elverir altık diyorum… Tramvaya, vapura, çimendüfere, arabaya, kayığa oturanlar paralarına kadar yol gidip nihayet inerler. Kiralık şeyler hep böyledir. Sen bindiğin salıncaktan inmek istemiyorsun. Bayramda çocukları görmedin hiç? Salıncakçı ‘Yandı!’ deyi bağırırsa ya tekrar para verirler ya ondan aşağı inerler…”
“Benim salıncakçım daha ‘Yandııı!’ diye bağırmadı ki…”
“Kız, bağırsana…”
İçeriden boğuk boğuk anlaşılmaz sesler işitildikten sonra müşteri: “Bütün nefes delikleri tıkalıdır; bağıramaz…”
Annik’in yerine Madam Zorluyan yaygaraya başlayarak: “Evime bir müşteri geldi. Lava demir attı. Üç gündür gitmeyor. Benim hesabıma yiyor, içiyor, erkekliğinin sefasını icra ediyor. Yatağından çıkan kızlar merametlik hırtlamba oluyor. Bana bir akıl öğretiniz. Hangi mahkemeden dava edeyim? Adalet kâtibine gideyim? Sulh hükemasına derdimi boşaltayım? Ka divane olacağım. Ben de bilmiyorum ki ne edeyim?”
Müşteri: “Sözümü dinlersen sana bir öğüt vereyim…”
“De bakayım yine ne kızıl yakut yumurtlayacaksın?”
“Sana hak veriyorum. Annik yoruldu…”
“He, babanın canına irahmet… Yoruldu… Evladım yoruldu. O da candır. Şimdi kanun koydular. Sekiz saatten ziyade çalışılmayacak… Bu sizinki on sekizi, yirmi sekizi, kırk sekizi geçti… Kızlar ağızlarında kaç gündür ‘grev’ sakızı çiğneyorlar… İşe paydos ederlerse sonram bütün zampara kardaşlarınla beraber ne yapacaksınız?”
“O zaman sizin gibi emekliler işe girişirler.”
Madam Zorlu’nun koca memeli göğsü oynar gibi fıkır fıkır titreyerek: “Ah aman, zevzekliği bir yana bırak şimdi. Şakalığa vaktim yok… Verecek öğüt ne idi?”
“Annik çok yoruldu…”
“He evet… He evet…”
“Onu yanımdan al, yorulmamış bir kız gönder… Hani ya üç gün önce bir körpe sermaye geldiydi… Araksi…”
“Karnaksı… Ona da çarçabuk göz koydun?”
“Senin çıkarın için söylüyorum. Benim Atpazarı’nda cambazlığım vardır. Çok haşarı kısraklar alıştırdım… Bakalım bunun da bir huysuzluğu var mı? Yolu nasıl? Eşkin mi? Rahvan mı, tırıs mı gidiyor?”
“Hem koynuna körpecik kız koyacağım. Hem de sana üstelik cambazlık ücreti vereceğim?”
“Öyle ya şimdi kimse kimseye babasının hayrına iş görmüyor…”
Yervant birdenbire telaşla: “Madam… Madam…”
“Ne var ki?”
“Vortik gelor…”
Madam Zorlu, koridorun ucundan kopan kara yağız bir başka Ermeni delikanlısına dönerek: “Vortik hele gelebildin…”
“İşte geldim Madam…”
“Ne haber getirdin?”
“Müjdemi isterin!”
“Müjde? Ne oldu ki?”
“Doğurdu…”
“Doğurdu? Patlasın…”
“Bir kızınız oldu…”
“Büyüyüp de belediyeye orospu kayıt olununcaya kadar kırk furun ekmek ister… Ah bir fahişe için tamam zanaatının işlek zamanında doğurmak ne felakettir… Çocuk ana lahmine ne sağlam oturmuş. Ne kadar keskin ilaç var ise yaptık. Kâr etmedi… Miryam’ın kadınlığından başka sermayesi yoktur. Her gün karnı bir parça daha üfürüp şişiyordu… Fakat zavallı kızı yine ben her gece kiralıyordum… Tamam ağrısı tutuncaya kadar dokuz ay on gün çalıştı. Bunca zorluğun altında çocuğa yine bir şey olmadı… Tanrı’nın işine akıl erer hiç? Çocuğun babası da belli… Kim olduğunu biliyoruz.”
Yervant’la Vortik iki elleriyle kalçalarını tutarak sarsıla sarsıla gülmeye başladılar… Gür bir kahkaha da kapalı odadaki Annik’in müşterisinden fışkırdı.
Madam: “Budala aptallar dibinden kavrayamadığınız bir maslahata gülmeyiniz… Ben bir laftır ediyorsam sözün özü nereden aktığını bilirim. Çocuğun babası zengin bir Türk’tür. Kızı altı ay dost tuttu. Bilirsin Türkler gayetle kıskanç olurlar. Miryam’ı kendi dininden lamehlemlik3 bir karı gibi örtüye koydu. Sonram kapatması vardır deyi beyin karısı duymuş… Patırtılar, gürültüler, bilmem neler olmuş… Onun üzerine bey, Miryam’ı azat puzat etti. Kız, buraya tamam dört aylık gebe döndü… Beş ay sonra doğurdu. Hesap kitap meydanda…”
O aralık Annik’in oda kapısı açıldı. Üzerinde iki yanı yırtmaçlı kısa bir gecelik gömleğinden başka bir şey taşımayan şallak mallak esmer bir delikanlı aralıktan gözükerek: “Madam Zorlu, rica ederim, bu Türk beyinin adını bana söyler misin?”
“Madam: Ne yapacaksın? Şantaj edeceksin?”
“Hiçbir şey yapmayacağım… Sadece merak ettim, işte bu kadar…”
Madam Zorlu üzüntülü bir gülümseyişle: “Adam sen de bu dünyada ilk doğuran orospu Miryam değildir… Bu türlü bir kaza nikâhsız çiftleşen her kadının başına gelebilir. Fakat dert, irazalet dişisinin üzerine patlar. Baba çekilir, gülerek karşıdan keyfine bakar. Ana, dokuz ay karnında taşıdığı bu yükü ‘Ah aman gıt gıdak…’ deyi zorlu ağrılar ile yumurtladıktan sonram bu canlı belayı kubura atsın? Kuyuya bıraksın? Boğsun? Gömsün? Ne yapsın? Şaşırır… Hükûmetin gözü de ananın üstündedir. Vay ‘caniyeyi merkume’ sen evladını boğmuşsun deyi karıyı mahkemeye sürüklerler. Baba, hâlâm hiç tınmaz, karşıdan güler durur. Hâkimler karı değildirler ki orospudan yana olsunlar… Onlar, hep kendi cinsleri zamparadan yana olurlar. Zavallı karı, mahkemenin huzurluğunda bıngır bıngır bağırır ki: ‘Efendim, ben bu piçi babasız doğurmadım. Bu suçu benimle birlikte işleyen bir de erkek vardır. Suçun büyüğü onundur. Çünküm bu iş olsun deyi bana yalvar yakar olmuş, avuç doluları da para vermiştir…’ Hakim babalar cevap olarak ağır fıstık bir makamdan ‘Çocuğun babasını ispat et.” derler. Ka bu iş öbür nev maslahatlar gibi başkalarına gösterilebilir ki ispatı kabil olsun?”
Cascavlak vücudunun orasını burasını kaşıyarak kapı aralığından sırıtan müşteri:
“Madam, her şeriatta, kanunda bunu ispat için usuller vardır…”
Madam Zorlu, öfkelenen bir tavuk gibi kabararak: “Saim İzzet Bey, orospu koynundan çıkmışsın, daha elbiseni üzerine koymadan lafa karışıyorsun? Kanunlar, kemanlar bu işe bir guguk koyabilir hiç! Dünyada kaç piç vardır? Bunun için istatistik tutan oldu? Doğuran kocalı kadınlar hep efendilerinden çocuk yapıyorlar sanıyorsun? Onlara ister istemez inanorsun. Çünküm onlar ırz ehliyetlik sigortası altında doğuruyorlar… Onlar yalan söyleseler de inanırsınız. Fahişeler doğru deseler de inanmazsınız…”
Vortik birdenbire lafa atılarak: “Madam, sana çok iyi haberler getirdim. Pek kazançlı işler var… Ecnebi subayları karı istiyorlar… Boş lafları kes işimize bakalım…”
Madam: “Bu zamanda karıdan bol ne var? Sen paradan haber ver…”
Vortik: “Fakat Madam, nazik bir şart koyuyorlar…”
Madam: “Ne imiş bu nazik şart?”
Vortik: “Urum, Ermeni, Frenk, Levanten karı istemiyorlar…”
Madam: “Bu milletlerin dışında Çingene karısı mı arıyorlar?”
Vortik: “Hayır, Türk karısı…”
Direktris, kaşlarını yukarı kaldırıp ağzını büzerek Vortik’e bir sus işareti verdikten sonra: “Ben onlara Türk’tür deyi Ermeni, Rum kızlarını kaç defa yalancı dolma gibi yutturmuşum… Nereden bilecekler? Karı kısmisi üzerinde milletinin damgasını taşımaz a? Türk’ün erkeği sünnetinden bellidir. Bu İstanbul’da öyle kanlı vakalar olmuştur kim sünnetini gösteren canını kurtarmıştır… Fakat Türk’ün karısı tıpatıp bize benzer. Dil bilmez bir Frenk çıkarttığı karının cinsini nasıl ayırt edebilir?”
“Frenkler Türk karısını vücudunun tuvaletinden ağnarlarmış…”
“Şimdiki alafranga Türk karıları tastamam bize döndüler… Eskisi gibi vücutlarının kurumlarını temizlemiyorlar…”
“Modern kocalar böyle istiyorlar.”
“Zamparalar da öyle…”
“O hâlde Türk karısının ‘partiküliye’4 ne tadı kaldı?”
“Güya kanları bizden sıcak olurmuş… (Müşteriye dönerek) Sen bu işe ne dersin İzzet Saim Bey?”
“Gönlümün beğendiği karı olsun da ben milliyetine hiç bakmam…”
“Ben de kazancıma bakarım. Sattığım meyve isterse Şam fıstığı olsun, isterse Rus bademi, isterse İstanbul çileği… Ne ararlarsa dükkânımda onu bulundurmaya uğraşırım… Fakat Frenklerin Türk karılarına itibar etmeleri onların saklı gezdiklerinden dolayı idi. Onlar da bizim gibi mezada çıkıp bollandıktan sonram ehmiyetleri kalmaz.”
Madam Zorlu, Vortik’i kolundan öteye çekerek: “Haydi gel, biz işimize bakalım.”
İzzet Saim, kapı aralığından bir iki adım ilerleyerek: “Benden gizli mi Madam?”
“A elbette… Zanaatıma ortak olmak niyetindesin? Türk’ün karısı şöyle böyledir ama erkeği düpedüz barbar olur. Kendisi her çeşit milletlerin karılarıyla yatar kalkar. Fakat bir gâvurun Türk hanımının koynuna girdiğini duyarsa hemen bıçağı dayanır… Haydi sen esvabını koy. Hesabını gör. Zavallı Annik iki gecedir döşekte pastırmaya döndü. Bırak ki o da biraz hava alsın… Ben sermayelerimi bir ana duygusuyla çalıştırtırım. Onların sağlıklarını düşünürüm…”
Madam Zorlu, evinin genç simsarı Vortik’i bir odaya çeker. Kapıyı kapar…
İzzet Saim, fırsatı ganimetten bilerek hemen giyinir. Annik’in eline iki üç kirli kâğıt sıkıştırıp onu bol öpücüklere ve tatlı sözlere boğduktan sonra evden sıvışır…
2
Delikanlı, pelteleşmiş bir vücut, gevşemiş sinirler ile ince damarlarına dek yorgunluk duyarak Parmakkapı’dan kendini tramvaya atar; gözleri yarı kapanık, uyuşuk, kırpışık düşünür. Genelevci ile genç tellal arasında geçen konuşma, bir düş alacalığında zihnine yerleşir: Yabancı subaylar Türk karısı istiyorlarmış… Bu sevinçli haber üzerine Genelevci ile aracısının tuzağa Türk karısı düşürmek üzere kumpas kurmak için kapalı bir odaya çekilmelerini Saim İzzet bir türlü sindiremez…
Zihni bu kuruntu ile güreşe güreşe İstanbul’da Yusufpaşa’daki evine kapağı atar, yatağa yatar. Yorgunluk her kaygısını yener. Ertesi günün sabahına kadar deliksiz bir uyku çeker.
Bir hafta geceli gündüzlü hovardalıktan sonra mangal altına bitkin düşen mart kızgını kediler gibi, oğlunun fahişe koynunda didim didim didinip geldiğinden haberi olmayan ihtiyar anası telaşla İzzet’in başında dört döner, “Nen var yavrum?” sorularına bu kıllı bebek, anlaşılmaz homurtulardan başka karşılık vermez. Nihayet ertesi sabah gözlerini açıp açıp tekrar yumarak koynunda Annik’i arar gibi döşeğin bir yanından öbür yanına gerine gerine yuvarlanarak güç hâlle kalkar… Kocakarıya ilk sözü şu olur:
“Anne, paran var mı?”
“İlahi oğlum, sen vermedikten sonra nereden olacak?”
“Ben sana geçen günü yarım lira vermemiş miydim?”
“İki hafta oluyor…”
“Harcadın mı?”
Kadın, oğluna karşı sır tutamadığını sezdirir anlamlı bir sırıtışla, “Harcadım gitti…”
“Neye gülüyorsun?”
“A gülüyor muyum?”
“Haydi haydi çıkar. İhtimali yok, sen elli kuruşu birden harcayamazsın. Herhâlde yirmi kuruşunu olsun saklamışsındır. Ver bana sabahleyin kahveye çıkacağım, harçlığım yok. Yakında beyden para alacağım… Ben sana faiziyle yine veririm…”
“Ah İzzet, ne kendin para tutarsın ne benim cebimde bir onluk bırakırsın… Beş kuruşum oldu mu saklayamam. Belli ederim. Hemen elimden alırsın.”
Kadın gider. Dolapta bohçaların altındaki büyük bir kutu içinden, bir kitap yaprakları arasından yeni ütülenmiş gibi düzgün bir yirmi beş kuruşluk çıkarır. Saçıp savurmaması öğüdüyle oğluna verir. İzzet, parayı cebine tıkıştırarak soluğu mahalle kahvesinde alır…
İçeri girer girmez köşeden iki ses yükselir:
“O İzzet, neredesin be? Kayıplara, kırklara mı karıştın? Allah versin, yine dünyalık tutuyorsun galiba… Nazik vücudunu Beyoğlu genelevlerinin yaylı karyolalarında mı rahatlandırıyorsun? Böyle bir cümbüş oldu mu bize haber vermeden hemen sıvışırsın…”
Saim İzzet, Ali Fikri ile Ahmet Necmi’nin arasına oturur. Bir çeyrek, yirmi dakika yârenlikten sonra Ali Fikri:
“Gel İzzet, seninle yarım lirasına bir tavla atalım. Kokozluktan5 Tanrı korusun, öyle hafifledim ki uçuyorum şöyle… Cebimde Talat imzalı bir miso lira var… Merhum olduysa da kutlu adı koynumuzun en sıcak köşesinde geziyor… Ya alırsın ya verirsin…”
Tavlayı ayarlar. Çat çut iki saat oynarlar. İş, kim verdiye kalır. Sonunda oyunu kazanan Ali Fikri gümbedek tavlayı kapayarak: “İşte bunu bu kadar bilirler…”
Yenilen Saim İzzet, yumruklarını kulaklarına dayar, dirseklerini ileri sürer. Yorgun yorgun gerinerek: “Zardır bu oğlum. Karıya benzer. Bugün sana gülerse yarın bana döner.”
Oyunun seyircisi Ahmet Necmi:
“Saim İzzet, son oyunda iki açık kapıya bir gele attı. Partiyi kaybetti.”
Arkasındaki eski hâkî ceketiyle bir asker kaçağına benzeyen, genç, yalabıkça6 fakat gayet kirli kahveci yamağı Tosun, tavlayı kavrayarak: “Oyun kimde kaldı?”
Saim İzzet, dövüşe hazırlanan bir horoz gibi başını dikerek: “Ne yapacaksın? Gidip tebeşir çekeceksin değil mi?”
Tosun, çağanozvari yampiri bir bakışla: “Para vermezsen elbette gidip tebeşir çekeceğim.”
“Hani ya lokum?”
“Getireceğim…”
“Ha getireceksin… Kurnazlığının ben çoktan farkındayım. Söylemedikçe lokumu getirmiyorsun… Unutturabilirsen kendin yiyorsun…”
“Bedava tavla oynuyorsun, bir de üstelik lokum mu yiyeceksin?”
Ahmet Necmi lafa atılarak: “Haydi terbiyesizleşme… Getir lokumları…”
Saim İzzet, birkaç lahavle ile baş sallayarak: “Bu hayvan oğlanın bir gün avurdu ortasına bir yumruk indireceğim çenesi dağılacak…”
Lokumları getirmeye giden Tosun, yürürken ağzıyla bir carta çekerek: “Yavaş gel… Benim suratımı pişmiş kelle mi sanıyorsun dağıtacak?”
Yamak açıldıktan sonra Saim İzzet:
“Bilmem ki bizim de ne acayip hâlimiz var. Niçin karşıki Halil’in kahvesine gitmiyoruz da bu mundar oğlanın ağız kokusunu dinlemeye buraya geliyoruz?”
Ahmet Necmi: “Ayak alışmış da onun için…”
Ali Fikri yayık bir gülümseyişle: “Hep bunlara sebep ‘kesedar’ efendidir…”
Ahmet Necmi: “O da kim ulan? Konferansçı mı? Türkçü mü Lüpçü mü?”
Saim İzzet: “Artık ne kese kaldı ne kesedar. O püsküllü ipek keseleri büyükbabalarımız kullanırlarmış; ellerini içine daldırınca para çıkarırlarmış… Sen şimdi cebine sokunca elin neye dokunur biliyorsun ya?”
Ahmet Necmi: “Öyledir! Kimi kez pantolonumun cebini belki bir kırıntı kalmıştır hülyasıyla derinden derine karıştırmak için el salarım. Dediğin olur…”
Ali Fikri: “Biz şu aralığın tahta kaplamalarını tebeşirle donatmadıkça kahve değiştirmeyiz…”
Ahmet Necmi: “Biz kasaba da bunu yaparız, bakkala da, ekmekçiye de…”
Ali Fikri: “Aftosa da, piyosa da…”
Ahmet Necmi: “Hükûmet vermezse elbet geçim piyasası tıkanır. Halk esnafın, esnaf tüccarın, iskambil kâğıdı gibi herkes birbirinin üzerine devrilir. Başka ne yapabilirsin? Çalmak yasak kaime7 yapmak yasak; eski mundar kâğıt paraları kırpıp bahçeye eksen filizlenmezler…”
Saim İzzet: “Para olsun da eski olsun, mundar olsun razıyım fakat bugünlerde elime beni doyuracak kadar geçmiyor. Ne kadar paramparça olsa arkasına bir tükürük, üzerine bir kâğıt, rast geldiğine dayarsın gider. O da başkasına geçirir… Dünya böyle döner…”
Ali Fikri: “Bu kaimeleri imzalayanların adları en çok bu kâğıtlar üzerinde kirlendi. Berbat oldu. Şöhretlerine bulaşmayan pislik, mikrop kalmadı.”
Yamak Tosun, elinde küçük bir fincan tabağı içinde nişasta ile pudralanmış lokumcukları getirir, masanın kenarına kor.
Saim İzzet: “Ulan, lokum böyle mi getirilir?”
Tosun, çatık, süzgün bir bakışla: “Nasıl getirilir?”
“Hani bunun altında bir tepsi? Hani yanında iki bardak su?”
“Burası gazino değil…”
“Evet burası gazino değil… Burası öyle berbat bir yer ki… Hele şu ellerinin pisliğine bak. Habeş eli mi? Beyaz eli mi? Belli değil… Cadı tırnaklarının arasına oklava gibi kir dolmuş. Bakkal çırağı mısın? İşkembeci yamağı mı? Kahveci mi? Bu iğrenç ellerinin sürüldüğü şeyleri hiçbir mide kabul etmez. Lokumları bu salyangoz parmaklarınla mı tabağa koydun?”
Tosun, bir yadırgayışla ağzını çarpıtarak: “Ayağımla koyacak değilim ya…”
“Ulan hayvanoğluhayvan, lokumu şişe kavanozun içinden bir maşa yahut çatal ile alırlar. Tabağa öyle koyarlar…”
“Maşa ile sabahleyin sıçan tuttuk… Çatal gâvur icadıdır. Müslüman kahvesinde bulunmaz… Ustam sofudur. Çatal meyhanelerde olur. Bak iki adım ötede cami-i şerif var…”
“Ulan senin ne mal olduğunu bilmez miyim? Şimdi bana Müslümanlık mı satacaksın? Pisliğin adını sofuluk mu koyacaksın? Ustanı, hele seni hiç camide gören var mı?”
“Oraya senin gittiğin var mı ki beni göresin? Biz ustamla camiye gidemez isek de günde birkaç defa abdesthanelerine uğrarız.”
“Tuhhh mundar. Ellerin böyle berbat… Bari suratın bir parça temiz olsa… Ağzın burnun kahve telvesi içinde… Fincanları yalayarak mı temizleniyorsun? Ne yapıyorsun?”
Tosun, kısık bir kahkaha ile: “Su bulunmadığı yerde teyemmüm caizdir… Bilmez misin sen? Ben böyle soytarı gibi yüzümü gözümü telvelemesem hâlim yaman olur…”
“Neden ulan?”
“Şehir çocuğusun; şıp diye lafın babafingosuna fırlamalısın. Akşamları burası sarhoş uğrağıdır. Tuvaletli suratla gezinirsem Meryem Ana gibi birbiri arkasına beni öpmeye kalkarlar… Böyle Şafii köpeği süratiyle dolaşıyorum da ellerinden zor kurtuluyorum. Yatsıdan sonra sulanan sulanana… Ak sakallı Hacı Raif’ten ne umarsın? Bir akşam kahveyi tenha bularak beni ihtiyar kollarıyla şu aralıkta karmanyolaya8 getirmek istedi. Dizimi göbeğine koydum. Sıkıca bir çelikledikten sonra, ‘Baba, ak sakalından utanmıyor musun?’ dedim. Cüzdanını açtı. Benim için öyle yepyeni bir kâğıt lira hazırlamış ki…”
Öbür köşeden: “Tosun, az şekerli bir kahve yap…”
“Yapalım… Zaten şimdi ağdalı içen kalmadı ki…”
Saim İzzet, yamağın arkasından bağırarak: “Ulan yeni lirayı görünce ne yaptın?”
“Geç canım yürü… İhtiyarın fikri başka imiş… Kendi ırzıma leke getirmeden lirayı hak ettim. Şimdi bir tek zanaatla geçinilmiyor. Fakat… Çakarsın a? Laf aramızda… Herkesin esrarı kendine…”
Ali Fikri yavaşça: “Edepsiz hayta, hacıyı lekeliyor…”
Ahmet Necmi: “O herif de ne sinsidir… Gençliğinde Şam’da bulunmuş, buraya aykırı bir ahlakla dönmüş… Bize ne günahkârlık bulaşırsa bu mübarek ülkelerden gelir… Hacıyı torunu yerindeki bir oğlanla şakalaşırken kaç defa gördüm. Böyle pise yüz verilir mi?”
Saim İzzet: Hacıyı görünce söyleyeyim… Arkasından ne kirli taşlar fırlatıldığını bilsin…”
Ahmet Necmi: “Hacıda o yeni liralar, Tosun’da bu ahlak varken ne söylesen para etmez… İş yine tıkırında gider. Ahlakı bozuk ihtiyarlar, böyle düşkünlüklerde gençliği gölgede bırakıyorlar…”
Ali Fikri, göğsünü ileriye kabartıp kollarını geriye vererek tatlı tatlı gerine gerine: “Canım hacıyı Tosun’u bırakınız şimdi. Bilirsin midesine, ötekinin de suratına… Biz kendi dalaveremize bakalım… Bugünlerde çok açlığım var… Canım öyle bir karı istiyor, öyle bir karı istiyor ki…”
Saim İzzet, aynı tatlı gerinme ile gözlerini bayıltarak: “Nasıl karı?”
“On sekiz yaşında, dolgunca vücut bir afet… Hani ya incecik elbisesi art davlumbazının ortasında derin ve uzun bir çizgi çizer… Her adım atışta bu yuvarlak kısım iki kalçaya doğru bıngıl bıngıl gider gelir…”