Saim İzzet, Ali Fikri’nin iki küreği arasına bir yumruk aşk ederek: “İşte ona Havva Ana değirmeni derler. Hazreti Âdem’in unu orada öğütüldü.”
“Ooof be arkamı çökerttin. Havva Ana’mızın o bıngıl değirmeniyle birlikte senin de galiba fena hâlde başın, zihnin, aklın dönmüş.”
“Ne dersin kardeşim… Şimdiki jarseler, krepler, o püften ipincecik kumaşlar körpe kadın vücutlarının kuytu yerlerine öyle sokuluyorlar ki bu fanteziye dokumalarda çok duygulu bir zampara ruhu bulunduğuna insanın hükmedeceği geliyor…”
3
Ahmet Necmi saatine bakarak: “Ona geliyor. İzzet, seni yazıhanede beklemezler mi?”
“Beklerler. Ne çıkar ondan!”
“İşiniz yok mu?”
“Arada sırada olur. Fakat çok zaman sinek avlar dururuz.”
“Sinek avlamakla handaki o dairenin kirası çıkar mı?”
“Kimin umurunda?”
“Ne demek?”
“Ne demek olacak… Apartmanın kirasını bizim bey oradaki kazancından mı veriyor sanıyorsun?”
“Ya nereden veriyor?”
“Harp zamanında bizim beyin mebusluktan başka sekiz önemli görevi vardı. O zaman yükünü tutmuş. Sana bir iktisat kuralı söyleyeyim: Ortalık yoksulluk sıkıntısı içinde kıvranır, herkes açlıktan inlerken öte yanda sekiz on kişi zengin olur. İşte bu, bir kolpası-na getirip kanunun elverişli yanından yararlanarak etrafı soymaktır. Bu mutlu azınlığa girebilirsen çalarsın düdüğü… Bizim bey zengindir. Öyle birkaç apartman kirası ona vız gelir. Şimdiki uçarıca harcamalarını güya bu yazıhaneden çıkarıyormuş gibi gösteriyor. Bu da aleyhindeki kötü sanılara bir perde çekmek için bir dalaveredir… Çakıyor musun? ‘Velinimetim’ aleyhinde bana boşboğazlık ettirmeyiniz be…”
Ali Fikri: “İş olmadığı vakitlerde akşama kadar ne yaparsınız orada?”
Saim İzzet: “Tatlı tatlı gır geçeriz…”
“Ne gırı?”
“Karı lafı be… Her gün idaremiz işsiz güçsüz misafirlerle doludur. Gelsin cigara, kahve, çay, limonata… Gırla lakırtı.”
“Karı ticareti mi yaparsınız?”
“Yok… Bu konuda biz tüketiciyiz… Karı dedin mi bizim beyin göğsünde ciğerleri görünür…”
“Karıcılıkta sanki sen ondan aşağı mısın?”
“Bu noktadaki zevklerimizi tamamıyla birbirine uygun olduğu için Semih Atıf Bey’e kapılandım ya…”
Ali Fikri mayhoş bir şey söyleyeceğini anlatır bir yüz buruşukluğuyla: “Kızmazsan sana bir şey söyleyeceğim.”
“Lafına göre…”
“Lafın benimle ilgisi yok. Duyduğumu söyleyeceğim.”
“Söyle…”
“Sizin idarehaneye arada sırada kadın misafirler de geliyormuş…”
“Olabilir a… Şimdiki zamanda bu şaşılacak bir şey mi?”
“Aralarında çok şıkları, güzelleri, eşsizleri varmış…”
“Bu da şaşmaya değer bir şey değil.”
“Kimi de sizin bey bu güzel ziyaretçilerle odaya kapanıyor, sen kapı önünde bekçilik ediyormuşsun.”
“Al bilmem neresinden vur duvara… Bu da sanki laf mı? Oğlum ben emir kuluyum. Bana ‘Şu kapının önünde biraz bekle!’ emrini verirlerse ‘Hayır beklemem!’ demek olur mu?”
“İçeriye oynak, aynalı bir genç karı ile kadın düşkünü bir delikanlı kapanırsa senin kapı önündeki bekçilik görevinin adı ne olur?”
“Pezevenklik, diyeceksin…”
“Dersem haksız bir şey mi söylemiş olurum?”
“Hâlâ büyükbabanın zihniyetiyle yaşıyorsun. Hâlâ hayvanlara özgü çayırlıkta otluyorsun. Bu bekçiliğe hovardalık dilinde ‘arkadaşlık’ derler. Gün ve sıra gelir ki bey de öyle bir kapı önünde beni bekler. Bu ham düşünceleri kafandan at. Biraz yontul, biraz incel… Bir erkekle kadının bir odaya kapanmaları dünyayı altüst edecek bir mesele, bir cinayet değildir. Eskiden Türk mahallesinde bir eve zampara girdiği duyulursa yedi semtin halkı ayağa kalkar; zaptiyeler, polisler, imamlar, muhtarlar, bekçiler silahlarla, sopalarla toplanır, kıyametler koparmış… Talihsiz zamparanın dayaktan cavlağı çektiği de olurmuş… İstanbul sokaklarında sürü sürü köpekler gezerken bu hayvanların çiftleşmelerine de müsaade edilmezmiş. Böyle bir suç işlerken görülen çiftlerin üzerlerine taş, sopa, gaz tenekeleri yağdırılır, sular dökülürmüş… Zavallılar yaralar, bereler, kanlar içinde kalırlarmış… Her şeye dayanan İstanbul halkının sinirleri nasılsa bu hâle dayanamıyor… Tabiatın bu önüne geçilmez kanununa bu denli şiddetle karşı gelmek gerçek namusluluk değildir. Karını iyi seç, iyi idare et. Kızlarının, oğullarının eğitimlerine özen göster, keyfine bak… Bu dünyada zorla hiçbir şey olmaz. Uygunsuz, yaraşıksız, zorbaca evlenmelerden her türlü kötülükler çıkabilir… Bu cahilce, aşırı geri düşüncelerin sonu nereye çıktı, görüyorsun ya? Bugün bir rıza göster de hâli seyret… Fetva emininin torunuyla kucak kucağa dans edebilirsin. Şimdi haydi gidelim. Divanyolu’ndan iki adım ötede bir kâgir konağın kapısını çalalım. Karşına fıstık gibi dolgun, beyaz, güzel fıkır fıkır bir hanımefendi çıksın… Sermayelerini beğendirmek için karşına dizsin… Ye, iç, yat, kalk, gül, oyna, eğlen… Ne polisten çekin ne imamdan, bekçiden… Ne de konudan komşudan… Cüzdanında paran var mı? Sen onu haber ver… Ve bugün ceplerini doldurmak için kolayına gelen kazanç yollarından her türlüsüne başvurabilirsin. Hiçbir şey ayıp değil… Yalnız aç kalmak felakettir. Herkes gözünü açsın. Aldanmasın, çaldırmasın. Çağımız alıkları, beceriksizleri, tembelleri beslemez… Evet bizim bey, karı dalaveresiyle uğraşmaktadır. Yanı sıra ben de aşk meyvesiyle çöpleniyorum. Hoşuma giden afetler olursa peşlerine düşüyorum. Onda beş, iş oluyor… Neme gerek benim, beyin huyu ne olursa olsun… Vaktiyle parayı nereden kazanmış bulunursa bulunsun. Herhangi bir zenginliğin dibini kazısan altından çapanoğlu çıkar. Beyi ayıplayanlar öyle fırsatları elde edemeyenlerdir.”
İzzet, sen dersini almışsın… Ben de senin gibi beyin çanağını yalasam belki bütün günahlarını sevap gibi görürüm… İdarehanenize karı kapatmanız, bana karşıdan çirkin görünüyor. Bu işe hangi yüzünden baksan rezaletten başka bir şey değildir; işitip dururuz: Abdülhamit zamanında vekiller bunu nezaret odalarında yaparlarmış… Böyle olaylar türlü iğneli sözlerle gazete sütunlarına geçermiş, aylarca halkın diline düşermiş… Oğlum, erkekle kadının bu günahı işlemedikleri hiçbir devir yoktur. Fakat şimdi bu yönden bütün bütün uygarlığa girdik. Sana dedim; askın yok, baskın yok. Karının gönlünü et. İstediğin yere götür, eğlen…”
4
Saim İzzet, Sirkeci’de Kozacı Hanı’nın ikinci katındaki idarehaneye girdiği zaman vakit gecikmişti. İhtiyar Mansur Efendi, sürekli zayıf burnunun ucuna düşen gözlüğünü düzelterek büyücek bir deftere kayıtlar yapıyordu. İzzet’i görünce sesine titreme getiren bir sinirlenme ile haykırmak için kuvvetsiz boğazını zorlayarak: “Ay efendim neredesin? Arapyan Hanı’ndan gelecek faturalar var. Gümrükte hemen yapılması gereken işlerimiz yüzüstü duruyor… Küçük el defteri senin gözünde kilitli kalmış…”
Saim İzzet, yalana idmanla bir okul çocuğu gibi saldır suldur:
“Sorma hâlimi baba, bu akşam bizim kocakarı hastalandı. Koş bir doktora… Koş bir eczaneye…”
Mansur Efendi aldanmadığını anlatır bir bakışla gözlüğünün üzerinden gözlerini süzerek: “Bu sabah seni mahalle kahvesinde tavla oynarken görmüşler…”
“Kim görmüş? Yaradan Tanrı hakkı için…”
“Sus ant içme… İçeriki odadan bey, üç defadır seni soruyor…”
“Ne dedin?”
“Daha gelmediğini söyledim…”
“Ah baba ah, geldi de bir işe gönderdim desen olmaz mı?”
“Beni de mi lehine yalancı şahitlikte kullanacaksın?”
Elektrik çanı çınladı.
Mansur Efendi: “Ha işte çağırıyor.”
Saim İzzet loş ve kısa bir koridordan yürüdü. Kapı aşırı odaya girdi.
Semih Atıf Bey iki misafiriyle oturuyordu. Malik Tayyar, Nesip İhsan… Bu iki kafadar, bir vekil odası gibi geniş maroken koltuklara yayılmış, laf atıyorlar. Odayı duman bürümüş, bütün cigara tablaları dolmuştu.
Semih Atıf Bey, delikanlıyı görünce: “İzzet neredesin?”
“Bizim kocakarı…”
“Senin kocakarı yine mi hastalandı? Bu kadar zamandır dert çekiyor da hâlâ ölmediğine şaşıyorum… Şimdi kocakarıyı bırak; genç kadınlardan söz açalım. Hayli vakit oldu bana bir şey bulmuyorsun…”
“Ah velinimet, bu konuda çok titizsiniz. Kadın çok fakat size yaraşanını elde etmek zor. Piyasa görmüş olmayacak. Hâl ve tavrı fahişe kokmayacak… Eşsiz bir güzel, açılmamış bir gül olacak. Her şeyi ile birlikte ahlakını da kendiniz bozmaktan hoşlanırsınız. Böyle bir kumrucuğu ben hangi yuvadan ürkütüp çıkarabilirim?”
“Ben artık senden umudumu kestim. Başımın çaresine bakacağım… Buraya birçok kadın düşürmek için şimdi Malik Tayyar, Nesip İhsan beyler ile bir tuzak düşündük. Bu işle sen görevleneceksin…”
“Seve seve…”
“Şimdi bir ilan yazacağız. Bunu birkaç gazete idarehanesine götürüp ücretle bastıracaksın…”
“Başüstüne!”
Semih Atıf Bey bloknottan bir kâğıt kopararak önüne koydu. Kalemi hokkaya batırdıktan sonra sordu:
“Söyleyiniz bakayım. Ne yazayım?”
Malik Tayyar hafif bir düşünce süzgünlüğüyle: “Yaşı on sekizden aşağı, yirmi ikiden yukarı olmamak üzere bir kâtip hanım aranıyor. Yükseköğrenim görmemiş olması sakınca sayılmaz. Türkçe yazmayı iyice başarması şarttır. Daktilo ve başka diller bilenler tercih olunacaklardır.”
Nesip İhsan Bey, yaylı gözlüğünü çıkarıp burnunun köküne bir daha yerleştirdikten sonra taşkın bir karşı koyma sesiyle: “Yok… Yok… Yok… Ne yapıyorsun? Olumsuz bir şekilde olsa bile yükseköğrenim falan karıştırma. Türkçeyi iyi bilmesi şartını da atıver. Başka dil ve daktilo kayıtlarının da hiç yeri yok… Hele yaşının on sekiz yirmi iki olmasından söz etmek hiç uygun değil…”
Malik Tayyar, şaşkın bir çehre ile arkadaşına dönerek: “Kardeşim düşündüklerini anlayamadım. Maksat başka fakat biz gösteriş olsun diye bir kâtip hanım arıyoruz. Bu mesleğe yaraşır bazı nitelikleri ileri sürmek zorunda değil miyiz?”
“Şüphesiz… Lakin kardeşim, bir kurnazlık yapılacağı vakit onu tamam kıvamına getirmeyi bilmelidir. Örneğin şimdi bizim istediğimiz bir kâtip bulmak değil. Buraya o ad altında birçok genç kadın çekebilmektir. İlanımızı türlü şartlar ile göz ürkütecek bir hâle korsak işimize yarayacaklardan çoğunun cesaretlerini kırmış oluruz… (Semih Atıf Bey’e dönerek) Yaz: Genç bir kâtip hanım aranıyor. Vazife ağır değil; aylık dolgundur. Cuma ve pazardan başka Sirkeci’de Koza Hanı’nda 14 numaraya müracaat…”
Bu defa Malik Tayyar itiraz çapkınlığıyla: “ ‘Vazife ağır değil; aylık dolgundur.’ sözü şüphe davet etmez mi?”
“Hayır, şüphe davet etmez. Tersine bu iki söz, bir büyü etkisi gösterir… Buraya koşacaklardır. Zaten ırz, namus mutaassıpları böyle ilanlara pek aldırmazlar. Ve onlar uygun bir koca bulamazlarsa açlığa mahkûmdurlar. Fakat bugün İstanbul’da kocasız, ekmeksiz ne kadar zavallı var biliyor musunuz? Âdeta ortada bir ırz spekülasyonu dönüyor. Semih Atıf Bey, âdeta diyebilirim ki buraya gelip de kendisini size beğendirmeyi başarabilecek bir kadın, birkaç zaman için fuhşun en hafif suretiyle geçimi sağlayacağından dolayı öbür zavallılara göre çok mutludur.”
Semih Atıf: “Fuhuş seli pek çok kadın sürükleyip götürüyor. Bu süprüntülerin içinde pırlantalar da bulunabilir.”
Malik Tayyar: Haydi farz edelim ki böyle bir pırlanta avladın… Bunu ne yapacaksın? Kravat iğnesi mi? Yüzük taşı mı? Evli bir adamsın. Bu elması uzun süre açıkça kullanamayacaksın. Evlenemeyeceksin. Çünkü bu zamanın ahlak anlayışına ve düşünüşüne göre çifte karılı bir erkek iki başlı ejderha kadar korkunç görünür.”
Semih Atıf: “Adam sen de Tayyar… Bu lakırtıları nereden çıkartıyorsun? Ben evlenmek değil eğlenmek için bir karı arıyorum. Evlilik, bir erkeği bu çeşit zevklerden alıkoymak için yeter bir düğüm müdür?”
“Değildir. Lakin böyle havadan bir zevk için evdeki masum kadını işkencelere düşürmek de insanlığa pek şaşı bakan bir davranış sayılmaz mı?”
“Tuhaf şey. Bugün de ahlak hocalığın mı tuttu? Böyle bir endişe hangi evli erkeği zevkinden alıkoyabiliyor ki bana bu mavalı okuyorsun? On iki sene süren bir karı kocalığın sinirlerde yapacağı aşıntıyı, gönlüne doldurduğu doygunluğu, bıkkınlığı biliyor musun?”
“Evet bunu inkâr edemem. Lakin bu sonuç göz önüne getirilince kimsenin evlenmemesi gerekir.”
Semih Atıf Bey yerinden kalkıp tuhaf bir yüz buruşturmasıyla cevap vererek: “Evet… Öyle ya… Hayhay!”
“Ya siz niçin evlendiniz?”
“Evlenmenin ne olduğunu bilmediğim için… Bu tuzağa tutulanlar hep bilgisizliklerinin kurbanı oluyorlar. Şu saatte yüzde doksan dokuzunun pişman olduğuna hiç şüphem yoktur.”
“Oh, çok tuhaf nazariye. Zaten şu zamanda düzen ve ahlak bağları bozulmuş olan bu dünyadan evlenme usulünü de kaldırırsak âlem ne hâle gelir?”
“Önce sen bana evlenme ile âlemin iyi bir durumda bulunduğunu ispat et… Ötesini sonra konuşalım…”
“Evlenme geleneğini kaldırdıktan sonra onun yerine neyi getirip koyacaksınız? İnsanlığın tastamam mutluluğunu sağlayacak daha sakıncasız ne usul bulabileceksiniz?”
“Onu düşünmek benim vazifem değil… Bu meseleyi incelemek ve çözmek için uğraşan büyük kafalar da hâlâ bunun bir ucunu, kulpunu bulamadılar. Türlü türlü evlenme ve boşanma biçimleri tasarladılar, uyguladılar; uyduramadılar. Uyduramıyorlar. Uyduramayacaklar… Bu kanunlara, bu şer’lere,9 bu felsefe ve öğütlere karşı herkes gönlünün töresine gidiyor vesselam. Karını seviyor musun? Ona göre bir evlenme felsefesi yürütürsün. Sevmiyor musun? O zaman meselenin karşıtını savunur ve benimsersin.”
“E, sonra ne olacak?”
“Bilir miyim ben?”
Nesip İhsan cıgarasını çeke çeke söze karışarak: “Her şeyde tabiat üstün geliyor. Galiba bu meselede de en sonunda öyle olacak…”
Malik Tayyar: “Ne demek o?”
Nesip İhsan: “İnsanlığın mayasında usançlık ve hercailik var. Her erkek fırsat düştükçe çeşni değiştirmeye can atar. Sen de öylesin, ben de öyleyim, öteki de öyledir. Buna aykırı sözler ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. İnsanlar her zaman ikiyüzlülüğü gerçekten üstün tutarlar. Eğri davranışlarda bulunarak doğru sonuçlar beklerler… Her fert kendi nefsini aldatmakla bütün insanlar birbirini aldatmakla hiçbir iş yoluna girmez. Doğruyu söyle, dokuz köyden kovul… Böyle koskoca, önemli meselelere var güçleriyle en kestirme doğru kapıdan saldıramazlar. Birtakım sakıncalar önünde titreyerek tehlikesiz sandıkları köşe bucakta dolaşırlar… Çünkü sen benim ne kadar teklifsiz arkadaşım, canım ciğerim olursan ol, ben sana içimdeki kötü eğilimlerimi apaçık, dosdoğru söyleyemem. Çünkü aynı çirkin şeyler senin içinde de bulunduğu hâlde bu itirafımdan dolayı hemen sen beni lanetlersin… Dünya kurulalıdan beri insanlar arasında bu komedya böyle gelmiştir, böyle gider… Ben seni aldatmalıyım. Sen beni aldatmalısın… Beni aldatmaya uğraşırken bana aldandığını sezersen ifrit olursun. İşte karılık kocalık bu yürekler acısı komedinin en iç sızlatıcı bir bölümüdür… Eşlikleri ancak aldanıp aldatmakla sürebilen ne karı kocalar vardır! Hele bazıları gerçeği bilseler çıldırırlar. Pek çok şeylerde gerçeği bilmemeli, gözü bağlı gitmeliyiz. Mutluluk bir kuruntudur. Bunu saptamak için aydınlatmaya uğraştığımız dakikada, bu devlet kuşunu uçurup mutlu olmadığımızı anlarız. Mutluluk bir sanıdır azizim. Bunu hiç kurcalamaya gelmez. Onu görünürde hak etmiş olanlar bu sanı içinde yaşamayı bilenlerdir…”
Malik Tayyar: “Çetin mesele… Bu sözlerinizin ucunun nereye çıkacağını aklım bir türlü kestiremiyor… Karı koca birbirinden şüphelendikleri vakit, mutluluğumuz bozulmasın diye, rastgele önlerine çıkan apaçıklıklara göz mü yumsunlar? Karılarından bıkmış kocaların ve keza kocalarından usanmış karıların bu yolda kendilerine uyar felsefeleri vardır. Kıskanılmak istemezler. Evli oldukları hâlde gönül özgürlüklerini korumaya uğraşırlar…”
Semih Atıf Bey, alaycı bir dikkatle bu felsefeyi dinleyen Saim İzzet’e dönerek: “Haydi oğlum, sen bu ilanı götür, gazetelere ver. Bizim tartışmamıza bakma. Türk işi böyle. En sade şeylerde üçümüzün düşüncesi birbirine uymaz… Bu hâl ya çok bilmeden ya da hiçbir şey bilmemeden ileri gelir…”
Saim İzzet, bir emir çavuşu gibi temenna ile dışarı çıktıktan sonra idarehane sahibi sözüne devam etti:
“Siz, hasta, kıskanç, sinirli bir eşle yaşadınız mı? Bu işkenceyi çekmemiş olanlar bu konuda ağız açmaya yetkili değildirler.”
Nesip İhsan, serçe parmağının ucuyla cigarasının külünü silkerek: “Böyle kadına acımalıdır.”
Semih Atıf: “Ben acıya acıya zakkuma döndüm. Ne yapsan memnun edemezsin. Şimdi kadınların topuna birden lanet ediyorum. Kıskanç kadınlar, haydi böyle diyelim, mağdur hanımlar da kocalarından çok kendi cinslerine gücenmelidirler. Çünkü kocaları baştan çıkaranlar yine kendileri gibi Havva kızıdır. Erkeğin şeytanı kadındır. Buna şüpheniz var mı?”
Bu sırada dışarıdan tık tık kapı vuruldu.
Semih Atıf Bey: “Giriniz…”
Kapı aralandı. İhtiyar Mansur Efendi’nin gözlüklü kuru yüzü görüldü:
“Efendim, hizmetçi kadınla çocuklar geldi…”
Semih Bey bu haberden hoşlanmadı. Vereceği cevabı düşünürken onun müsaadesini beklemeden kapı itildi. Önde iki çocuk, arkada hizmetçi gürültü ile içeri daldılar… Böyle terbiyesizce dalga gibi girişten Semih Bey’in çehresi bulandı. Lakin kalkışacağı azarın boşa gideceğini biliyordu. Bir söylese münasebetsiz sekiz cevap işitecek, misafirlerinin yanında yüzü büsbütün yere düşecekti.”
Mihriban’la Turgut hemen babalarının iki bacağı arasına koştular. Ona daha iyi sarılmak için birbirini itiyorlardı. Semih Atıf Bey, ikisini de alargada tutmaya uğraşarak: “Nedir o? Eliniz bulaşık… Üstüme sürmeyin, ne yediniz?”
Oğlan cevap verdi:
“Çikolata, kuru üzüm, kavrulmuş fındık, pasta, kurabiye, fondan…”
Turgut, bu sabah çerez listesinin geriye kalanını düşünürken Mihriban, kardeşinin unuttuklarını tamamlayarak yardıma yetişti:
“Koz helvası, badem ezmesi…”
Sabırlı görünmeyi istemekle birlikte Semih Atıf Bey’in kaşları çatılarak: “Kâmile Hanım, çocukların midelerini süprüntü küfesine döndürmüşsünüz. Kalkar kalkmaz bunlara bu kadar abur cubur yedirilir mi?”
Kâmile Hanım: “Allah ömürler versin efendim, fukara çocuğu değil ya bunlar… Siz kazanıyorsunuz, elbette evlatlarınız yiyecek… Kimin için çalışıyorsunuz?”
Mahalle karılığından gelme bu hizmetçi Kâmile’nin mantığına itirazdan çıkacak felaketi bilen Semih Bey, dudaklarını ısırarak düşünürken Mihriban babasının öfkesini yenmek için ona bir nane şekeri uzatarak: “Al beybaba ye. Mideye iyiymiş… Kalbe ferahlık verirmiş. Annem söyledi…”
Semih Bey, kendisine sunulan bu nesneyi tiksinti ile geri çevirdi. Fakat Turgut, kız kardeşinin küçük bir küskünlük anından yararlanarak hemen şekeri kaptı, ağzına attı… Kız, sulu sepken ağlamaya başladı.
Semih Bey’in artık dayanma gücü bitmişti:
“Kâmile Hanım, al bunları. Çıkınız dışarıya; beyefendilerle önemli bir iş için konuşacağız.”
Kâmile, kolay kolay aldatılacak dul bir kadın değildi. O, konuşulacak önemli bir işin biraz kokusunu almış gibiydi. Alayını seçtirecek bir gülümseyişle çocukların ellerinden tutup çekerek: “Haydi biz gidelim. Beybabanızın gizli, önemli müzakeresi varmış.”
Hizmetçi kadın kapıya doğru iki adım yürüdükten sonra geri dönerek: “Fakat beyefendimiz, sabahleyin sizi rahatsız edişimizin sebebi var. Az daha bunu söylemeden gidecektik. Bizi hanımefendi gönderdi. Zavallı yine bugün çok rahatsız… Bir başka doktor istiyor… Eskisine artık güveni kalmadı. Eczanenin değiştirilmesini de rica ediyor… Çünkü gelen ilaçların hiç tesiri yok. Bugünlerde zavallıya hiç ilgi göstermediğinizden yakınıyor. Affedersiniz. Size akıl öğretmek haddim değildir ama karınızın sağlık durumunun da önemce burada müzakere edeceğiniz işten aşağı kalmaması gerekir, sanırım…”
Semih Bey, bu karıyı kalkıp hemen orada tepelemek için yüreğinden kaynayan isteğe uyamadığından dolayı morararak: “Haydi… Haydi gidiniz. Ben yapacağımı bilirim…”
Karı, anlamlı bir bakışla beyi ve misafirlerini süze süze çocukları ellerinden çekerek dışarı çıktı.
Semih Atıf Bey, büyük bir soluk boşalttıktan sonra:
“Beyefendiler, bir ayda kaç doktor, kaç eczane değiştirildi biliyor musunuz? Gidip Lokman’ı mezarından kaldırsak boşunadır. Bizim hanım iyi olmaz… Çünkü hastalık onun eğlencesidir. Müstebit, densiz bir kadındır. Hastalık bahanesiyle etrafı kasar kavurur… Bizim dinimizde, şeriatımızda boşamak vardır. Fakat ben bu canlı belayı bırakamam. Ona türlü bağlarla bağlıyım. Kimi kez şeriatın müsaade ettiğine başka engeller izin vermez. İşte ölünceye kadar birbirimizin işkencesi içinde yaşayacağız.”
İki misafir, idarehane sahibinin aile felaketinden üzülmüş görünerek dalgın, düşünceli dinliyorlardı.
Semih Atıf devam etti:
“Hizmetçi diye şimdi buraya gelen mahalle karısını gördünüz. Ben ona karışamam, o bana karışır. İşte ben bu Tanrı belasını evimden kovamam. Çünkü koruyucusu bizim hanımdır. Kendisi böyle hizmetçi ister. O sıfata müstahaklarla geçinemez… Bu karı, eşimin eli, ayağı, casusu, hafiyesi, akıl hocası, her şeyidir. Terbiyeli kadınların, değerli mürebbiyelerin hiçbiri bizim evde üç günden fazla yaşamaz… Kaç tane, kaç tane değiştirdik! Sonunda, böyle mükemmel terbiyelileriyle kaynaşamayacağını anladım, umudu kestim. Her şeyi yüzüstü bırakarak tabiatına terk ettim. İşte çocuklar, şimdi gördüğünüz gibi arsız, terbiyesiz oldular…”
Malik Tayyar Bey, arkadaşını biraz avundurmak için:
“Kardeşim üzülme… Her Türk evi bir parça sizinkine benzer. Hepimiz de aile derdinin bir türlüsünü çekiyoruz…”
Nesip İhsan: Canım siz de her kusuru aileye, kadınlara yükletmeyiniz… Semih Atıf Bey yabancımız değildir. Affına güvenerek biraz serbestçe söyleyeceğim… Onun eşi bu hastalıklara, sinir illetlerine, meraklara, densizliklere beyini kıskanmak yüzünden uğradı… ‘Her Türk evi böyledir!’ yargısını da kabul etmem. Avrupalı olsun, dünyanın hangi kıtasından olursa olsun her aile böyledir, deyiniz. Medeniyet, henüz insanların hayvanlıklarından çok şeyleri değiştirememiş, yalnız üzerlerine sahte bir yıldız tabakası çekmiştir. Bütün ailelerin için için işleyen derin faciaları vardır. Bazı hane halklarının terbiyeleri derecesine göre bunlar örtülü kalır… Medeniyetin yapabileceği işte bundan ibarettir.”
Malik Tayyar: “Bu sözlerini tasdik ederim… Semih Atıf Bey’i bu konuda avundurabilmek için bizim bu dertlerden büsbütün kurtulmuş olmamız gerekir. Oysa biz bir defa başımıza gelenleri anlatmaya başlasak…”
Nesip İhsan: “Aman sus… Biz bugün buraya dert dinlemeye değil, bir eğlence aramaya geldik…”
Semih Atıf: “Evet… Evet bırakınız aile dırıltılarını… Gazetelere gönderdiğimiz ilanların bakalım ne etkisi olacak? Oltalara güzel, çirkin kaç hanım kız tutulacak?”
Malik Tayyar: “Bakınız size önceden söyleyeyim… En güzeli benim…”
Semih Atıf: “Bu ticarethane benim adımı taşıyor. Onun için gelecek canlı malların sahibi benim… Beğenmediklerimi küçük bir ticaretle size bırakabilirim… Beğendiklerim üzerime kalır…”
Hep gülüştüler. Misafirler saatlerine baktıktan sonra: “İlanın sonucunu anlamak için yarın, öbür gün biz yine buradayız. Bakalım ne eğlenceler çıkacak.”
5
Gazetelere verilen ilanların üzerinden henüz yirmi dört saat geçmemişti. Ertesi günü Mansur Efendi yazıhaneyi açmaya geldiği zaman, sabahleyin erkenden kapının önünde kara kuru uzun boylu bir kadın buldu.
Dalgın ihtiyar, beyefendinin çapkınlığını unutmuştu. Kadından sordu:
“Hanım, ne istiyorsunuz?”
“Burası Koza Hanı değil mi?”
“Evet…”
“14 numaralı kapının önünde bulunuyoruz?”
“Evet, lakin ne bekliyorsunuz?”
“Gazetelerde ilanınızı okudum geldim.”
Mansur Efendi, şimdi birden meseleyi kavrayarak kadının yaşlılığından çok, yoksulluk sıkıntısından yıpranmış; hafif düzgünle10 onarılmasına uğraşılmış zayıf yüzüne; bütün bereleri, pürüzleri ütü ile yapıştırılmış soluk pelerinine dikkatle baktıktan sonra içinden kendi kendine: Vah zavallı, boşuna gelmişsin. Bizim beyefendi kadın arıyor ama beklediği sen değilsin, dedi.
Kadın, bu anlamlı bakışın uyandırdığı şüphe altında biraz sıkılarak: “Yanılıyor muyum? İlan veren siz değil misiniz?”
“İlanı biz verdik. Yanılmıyorsunuz. Lakin biraz acele etmişsiniz… Beyefendi gelinceye kadar bekleyeceksiniz.”
“Kaçta gelirler?”
“Belli olmaz…”
“İlanda saat belirtilmemiş de akşamın şerrinden sabahın hayrını üstün saydım, erken geldim.”
“Başka işleriniz varsa görüp de daha sonra gelseniz iyi edersiniz…”
“Başka işim yok. Sizi rahatsız etmem… Bana lütfen bir iskemle veriniz, dışarıda beklerim…”
Mansur Efendi anahtarla kapıyı açtı. İçeri girdi. Odabaşı her yeri süpürmüş fakat henüz sandalyeleri, ufak tefek eşyayı yerli yerine koymamıştı.
İhtiyar memur odasına yürüdü. Oturacağı yeri düzeltti. Dünden yarım kalmış bir işin incelenmesine koyuldu. Dışarıdaki kadını unuttu. Lakin on beş yirmi dakika sonra kadın yavaş yavaş giriş bölümünden geçip Mansur Efendi’nin kapısından başını uzatarak: “Cüretimi affedersiniz efendi. Başıma çok şey geldi de işimi sağlam tutmak isterim. Yine geçenlerde böyle ilanla çağrılan bir yere geç gittim de orasını düğün evi gibi dolmuş bularak fırsatı kaçırdım.”
İhtiyar adam, herhâlde otuzunu geçkin görünen bu yoksulluk sıkıntılarıyla ezilmiş yüze bir daha dikkat ederek: “Hanım, isterse bin kişi gelsin. Kısmet kimin ise o kabul olunur…”