Книга Boğulmamak İçin - читать онлайн бесплатно, автор Джордж Оруэлл
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Boğulmamak İçin
Boğulmamak İçin
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Boğulmamak İçin

George Orwell

Boğulmamak İçin

George Orwell, Asıl adı Eric Arthur Blair olan Orwell 25 Haziran 1903 yılında Hindistan’da dünyaya gelmiştir. Aslen İngiliz asıllı olup 20. yüzyılın önemli İngiliz edebiyatçılarındandır. 1945 yılında yazmış olduğu Hayvan Çiftliği ve 1948 yılında yazmış olduğu Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli iki önemli eseriyle ünlenmiştir. 21 Ocak 1950 tarihinde Londra’da vefat etmiştir.


Eserleri:

Paris ve Londra'da Beş Parasız (1933)

Burma Günleri (1934)

Papazın Kızı (1935)

Zambak Solmasın (1936)

Wigan İskelesi Yolu (1937)

Katalonya'ya Selam (1938)

Boğulmamak İçin (1939)

Hayvan Çiftliği (Bir Peri Masalı) (1945)

Neden Yazıyorum (1946)

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1948)

Faşizm Kehanetleri (1930-1950)

Kitaplar ve Sigaralar (1938)

Tuba Arslan, 1982 doğumludur. İlkokul ve lise eğitimlerini Amerika Birleşik Devletleri’nde almış, Türkiye’de lisans ve yüksek lisansını İngiliz Dili ve Edebiyatı üzerine tamamlamıştır. İngiliz modern romanı üzerine tezini yazmıştır ve bu alanda iki makalesi yayımlanmıştır. 17 yıllık İngilizce öğretmenliği deneyimi yanında sözlü ve yazılı tercümanlık deneyimleri vardır. Şu an Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesinde tam zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışırken, Lokman Hekim Üniversitesinde yarı zamanlı ders vermektedir.

Öldü Ama Yere Uzanmıyor

Ünlü Şarkı

BİRİNCİ BÖLÜM

1

Bu fikre yeni takma dişlerimi taktığım gün kapıldım aslında.

O sabahı iyi hatırlıyorum. Saat sekize çeyrek kala gibi yataktan çıkmış, banyoya girmiş ve çocukları evden çıkarmıştım. Korkunç bir ocak sabahıydı, gökyüzü kirli sarımsı bir griye bürünmüştü. Banyo penceresinin küçük karesinden bakınca özel çitlerle çevrili, bir metreye beş çimenin düştüğü arka bahçe dediğimiz çıplak araziyi görebiliyordum. Ellesmere Sokağı’nda her evde aynı çit, aynı çimenlik ve aynı arka bahçe vardır. Tek fark, çocuk olmayan evlerde çimlerdeki yamalı, çıplak görüntünün olmayışıdır.

Bir taraftan akan su küvete doluyordu, bense kör bir jiletle tıraş olmaya çalışıyordum. Yüzüm aynadan bana bakarken o yüze ait takma dişler, lavabonun altındaki rafın üstünde bir bardak suyun içinden bana bakınıyordu. Bunlar dişçim Warner’ın yenisi yapılana kadar bana verdiği geçici dişlerdi. Yüzüm o kadar da kötü değildir, gerçekten. Hani şu soluk mavi gözler ve donuk sarı saçlara giden tuğla kırmızısı yüzlerden. Çok şükür ki saçlarım ne ağardı ne de döküldü ve sanırım şu dişlerle birlikte kendi yaşım olan kırk beşten de genç göstereceğim.

Bir tane jilet almam gerektiğini aklıma yazdım ve banyoya girip sabunlanmaya başladım. Kollarımı sabunladım, -dirseklere kadar çilli, tombul kollarım var- sonra sırt fırçasını alıp elimin kavuşmadığı kürek kemiklerimi yıkadım. Bu biraz moral bozucu ama bugünlerde elimin ulaşamadığı bazı bölgelerim var. İşin aslı şişman olmaya biraz meyilliyim. Sirklerde gösteri yapan bir fil gibi olduğumu kastetmiyorum. Doksan kilonun biraz üstündeyim ve bel çevremi en son ölçtüğümde ya yüz yirmi iki ya da yüz yirmi dört santimdi, tam hatırlamıyorum. Hayır, o iğrenç biçimde şişman olanlardan değilim, dizlerime kadar sarkan bir göbeğim yok. Sadece biraz iri yapılıyım, hani varil tip derler ya, öyle. Şu aktif, samimi, girdiği ortama canlılık katan, lakapları genelde Tombik ya da Dombili olan şişman adamlar var ya, işte ben onlardanım. “Tombik” derler bana çoğu zaman. Tombik Bowling; asıl ismim George Bowling’dir.

Ancak o anda kendimi hiç de ortamların aranan adamı gibi hissetmiyordum. Bir anda, son zamanlarda sürekli sabahları mutsuz hissettiğimi fark ettim. Oysa uykumu alıyordum ve midemde de herhangi bir sorun yoktu. Bunun sebebinin şu Allah’ın cezası takma dişler olduğunu biliyordum. Bardaktaki suda daha da büyük görünüyorlar ve tıpkı bir kafatasındaki dişler gibi bana sırıtıyorlardı. Onları takmak, ekşi bir elmayı ısırmak gibi kıstırılmış, berbat bir duyguydu. Üstelik ne derseniz deyin, takma dişler bir dönüm noktasıdır. En son kalan doğal dişiniz de gidince artık kendinize bir Hollywood şeyhi olduğunuz esprilerini yaptığınız dönemin sonuna gelmişsiniz demektir. Bense sadece kırk beş yaşında değil, aynı zamanda şişmandım. Bacaklarımı sabunlamak için ayağa kalktığımda vücuduma bir göz attım. Şişman adamların ayaklarını göremedikleri palavradır ama şöyle bir gerçek var ki ben ayağa kalktığımda benimkilerin ancak yarısını görebiliyorum. Göbeğimi sabunlarken bir kadın ancak üstüne para verilirse bana iki kere bakar, diye düşündüm. Gerçi o an, bana herhangi bir kadının iki kere bakmasını istemezdim.

Fakat birden, o sabah, daha iyi bir ruh hâlinde olmam için sebepler olduğu kafama dank etti. Öncelikle bugün çalışmıyorum. Çalıştığım bölgeyi dolaştığım eski arabam -bir sigorta şirketinde çalıştığımı söylemeliyim; Uçan Semender Sigortacılık, hayat sigortası, yangın, hırsızlık, ikizler, deniz kazası, her şey- geçici olarak limandaydı ve Londra ofisine birkaç belge bırakmak için gitmem gerekse de gidip yeni takma dişimi almak için izinliydim. Öte yandan, bir süredir aklımda bir mesele daha vardı. Bu, kimsenin, yani ailedeki hiç kimsenin duymadığı on yedi sterlinimdi. Şu şekilde olmuştu: Bizim firmada Mellors isminde bir adam, gezegenlerin jokeyin giydiği renkler üzerindeki etkisinin tek mevzu olduğunu kanıtlayan, “At Yarışları İçin Astroloji” adlı bir kitap geçirmiş eline. Yarışlardan birinde Corsair’in Gelini adında bir kısrak vardı, tamamen yabancı ama onun jokeyinin rengi yeşildi, görünen o ki o ara yükselen gezegenlerin rengi oydu. Bu astroloji mevzusuna kafayı bayağı takan Mellors, bu ata birkaç sterlin yatırmış, aynısını yapmam için bana da diz çöküp yalvarmıştı. En sonunda, en çok da onun çenesinden kurtulmak için, genel kural olarak bahislere girmesem de on papeli riske attım. Tabii ki Corsair’in Gelini bir koşuyla yarışı birinci tamamladı. Kesin rakamları unuttum ama benim payıma on yedi sterlin düştü. Bir tür içgüdü ile -ki bu oldukça tuhaf ve muhtemelen hayatımda başka bir dönüm noktasıdır- parayı sessizce bankaya koydum ve kimseye bir şey söylemedim. Daha önce hayatımda böyle bir şey yapmamıştım. İyi bir koca ve baba, o parayı Hilda’ya -karım- bir elbise, çocuklara da bot alarak harcardı. Fakat ben, on beş yıldır iyi bir baba ve iyi bir koca olmuştum ve bundan sıkılmaya başlamıştım.

Her yerimi sabunladıktan sonra daha iyi hissettim, on yedi sterlinimi ve onu nereye harcayacağımı düşünmek üzere küvete uzandım. Bana öyle geliyordu ki ya bir kadınla hafta sonunu geçirecektim ya da puro veya viski gibi ıvır zıvır şeylere ufak ufak harcayacaktım. Sıcak suyu açmış, tam kadınlar ve puroları düşünüyordum ki banyoya inen merdivenlerden aşağı bir manda sürüsü geliyormuş gibi bir gürültü koptu. Tabii ki çocuklardı. Bizimki büyüklüğünde bir evde, iki çocuk, bardaktaki bir litre bira gibidir. Dışarıda çılgın bir koşuşturma oldu ve ardından acı dolu bir çığlık duyuldu.

“Baba! İçeri gelmek istiyorum!”

“Gelemezsin. Kaybol!”

“Ama baba! Bir yere gitmek istiyorum!”

“Başka bir yere git o zaman. Hadi. Banyo yapıyorum.”

“Ba-Ba! Bir yere gitmek istiyorum!”

İşe yaramıyordu! Tehlikenin farkındaydım. Bizimkine benzer evlerde, elbette tuvalet banyonun içindeydi. Fişi çektim ve küvetten çıktığım gibi hızlıca yarım yamalak kurulandım. Kapıyı açar açmaz küçük Billy, benim yedi yaşındaki en küçük oğlan, kafasına kondurmak istediğim öpücüğü atlatarak içeri daldı. Ensemin hâlâ sabunlu olduğunu ancak giyinmeyi bitirip kendime bir kravat ararken fark ettim.

Ensenin sabunlu kalması berbat bir şeydir. İğrenç, yapış yapış bir his bırakır ve ilginç olanı da ne kadar temizlesen de, ensenin sabunlu kaldığını bir kere fark ettin mi, tüm gün yapış yapış hissedersin. Keyfim kaçmış bir şekilde aşağı indim ve o gün aksi biri olmaya kendimi hazırladım.

Yemek odamız, Ellesmere Sokağı’ndaki diğer yemek odaları gibi küçük, dar bir yer; on ikiye on dört fit veya on ikiye on. Ayrıca iki boş sürahiyle Japon meşesi büfe ve Hilda’nın annesinin bize düğün hediyesi olarak verdiği gümüş yumurta standı fazla yer bırakmıyor. Yaşlı Hilda çaydanlığın arkasında, her zamanki dehşet ve kasvetli hâliyle duruyordu çünkü haberlerde tereyağına zam geleceğini öğrenmişti. Gaz sobasını yakmamıştı ve pencereler kapalı olduğu hâlde hava aşırı soğuktu. Sobayı yakmak için eğildim, burnumdan nefes alıyordum -eğilmek beni her zaman nefes nefese bırakıyor- bir taraftan da Hilda’ya mesaj vermek istiyordum. Hilda yan yan baktı, ne zaman saçma bir hareket yaptığımı düşünse bu bakışı atardı.

Hilda otuz dokuz yaşında, onu yeni tanıdığımda ceylan gibiydi. Hâlâ da öyle ama çok zayıfladı hatta biraz buruştu, gözlerinde sürekli düşünen endişeli bir bakış var ve canı iyice sıkıldığında ateşin başında bekleyen yaşlı bir Çingene gibi ellerini göğsüne bağlayıp omuzlarını katlamak gibi bir numarası var. Hayatta en iyi becerisi, olabilecek felaketleri öngörmek olan insanlardandır. Tabii sadece küçük felaketler. Savaşlar, depremler, salgın hastalıklar, kıtlık ve devrim gibi şeyler ilgisini çekmez onun. Tereyağı zamlanıyor, gaz faturası çok yüksek ya da çocukların botları eskidi, radyonun ödenecek bir taksiti daha var; bunlar Hilda’nın teraneleri. Benim bütün bunlardan çıkardığım sonuç; onun bu huzursuzlanmalardan, kollarını kavuşturmuş, ileri geri sallanıp surat asmalardan gizli bir zevk aldığıdır. “Ama George bu çok ciddi! Ne yaparız bilemiyorum! Para nereden bulunacak! Durumun ciddiyetinin farkında değilsin!” Falan filan! Kafasında, sonunda düşkünlerevini boylayacağımıza dair sabit bir fikir var. İşin garibi, günün birinde gerçekten böyle bir şey olsa Hilda, bunu benim kafaya taktığımın yarısı kadar takmaz. Hatta o güvende olma duygusundan hoşlanabilir bile.

Çocuklar yıldırım hızıyla banyo yapmış, giyinmiş ve aşağı inmişlerdi. Kahvaltı masasına indiğimde aralarında “Evet, sen yaptın!” “Hayır, ben yapmadım!” “Evet, yaptın!” “Hayır, yapmadım!” makamında bir tartışma devam ediyordu ve ben durdurmasam tüm sabah devam edecek gibiydi. Sadece ikisi var, Billy yedi yaşında ve Lorna on bir yaşında. Çocuklara karşı sahip olduğum bu duygu biraz tuhaf. Çoğu zaman onları görmeye tahammül edemem. Hele konuşmalarına dayanmak çok zor. Bir çocuğun zihninin cetveller, kalem kutuları ve Fransızcadan en iyi notları kimin aldığı gibi basit şeylerle meşgul olduğu o korkunç çağdalar. Bazı zamanlar ise özellikle onlar uykudayken, bambaşka duygular hissederim. Bazı yaz akşamları hava henüz tam kararmamışken, karyolalarının başında durup, uyuyuşlarını, benimkinden bir ton açık sarı saçlarını ve yuvarlak yüzlerini seyredip İncil’de okuduğum o derinden hissedilen şefkate benzer duygular hissettiğim olmuştur. Böyle zamanlarda, kendimi beş para etmeyen kurumuş tohum kabuğu gibi hissederim ve tek görevimin, bu çocukları dünyaya getirip onları beslemek olduğunu düşünürüm. Bu sadece o anlar içindir, çoğu zaman varoluşumun çok önemli olduğu düşüncesine kapılırım. İleride güzel günlerin olduğunu ve hâlâ bu yaşlı kurdun işinin bitmediğini düşünür kadınlar ve çocuklar tarafından aşağı yukarı kovalanan bir tür evcil süt ineği olmak düşüncesi bana çekici gelmez.

Kahvaltıda pek konuşmadık. Hilda yine “Biz şimdi ne yapacağız?” modundaydı, hem tereyağı fiyatları yükselmiş hem de Noel tatili neredeyse bitmek üzereydi ve geçen dönemden kalan ödenmesi gereken beş paunt taksit duruyordu. Haşlanmış yumurtamı yedim ve ekmeğime biraz Golden Crown marka reçel sürdüm. Hilda bu reçeli almakta ısrarcıdır. Fiyatı bir paunt, bir buçuk penidir ve etiketinde yazılabilecek en küçük yazıyla “bir miktar doğal meyve suyu” içerdiği yazar. Bazen Hilda sinirlenene kadar bu doğal meyvelerin nerede yetiştikleri ve neye benzediklerini konuşurum. Ona takılmam onu rahatsız etmez aslında, sadece tuhaf bir şekilde, para ödediğimiz herhangi bir şeyle ilgili şaka yapmamızın ahlaksızlık olduğunu düşünür.

Gazeteye göz attım ama dikkat çeken bir haber yoktu. İspanya’da ve ta Çin’de bir yerlerde insanlar her zamanki gibi birbirini öldürüyordu, kadının birinin kopmuş bacağı bir tren istasyonunun bekleme salonunda bulunmuştu ve Zog Kralı’nın düğünüyle ilgili birkaç haber daha yazıyordu. Sonunda, saat on civarı, düşündüğümden de daha erken kasabaya doğru yola çıktım. Çocuklar parkta oynamak üzere evden çıkmışlardı. Hava müthiş açıktı o sabah. Kapıdan adımı atar atmaz sabunlu ensemde rüzgârı hissetmemle birlikte kıyafetlerimin üstüme dar geldiğini, vücudumun geri kalan kısımlarının da hâlâ yapış yapış olduğunu farkettim.

2

Yaşadığım sokağı biliyor musunuz; Ellesmere Sokağı, Batı Bletchley? Burayı bilmiyorsanız bile buna benzeyen en az elli sokak biliyorsunuzdur.

Bu sokakların iç-dış tüm kenar mahalleleri nasıl kokuttuğunu bilirsiniz, hepsi aynıdır. Yarı müstakil küçük evler uzun uzun, sıralı dizilidir, Ellesmere’de kapı numaraları 212’ye kadardır ve bizimki de 191’dir, bu evler meclis binaları gibi birbirine benzer ve birbirinden çirkindirler. Sıva cephe, kreozotu kapılar, özel çit ve yeşil ön kapı, Laureller, Myrtlelar, Hawthornlar, Mon Abriler, Mon Reposlar, Belle Vuelar… Elli evden birinde muhtemelen sonu ıslah evinde bitecek biri, evinin kapısını yeşil yerine maviye boyamıştır.

Boynumdaki yapış yapış his moralimi bozmuştu. Boynunuzdaki yapışkan his sizi nasıl kötü bir ruh hâline sokar merak konusu. Sanki bütün yaşam enerjimi alıyordu, tıpkı kalabalığın ortasında ayakkabının birinin ayağından çıktığını fark etmek gibi. O sabah kendimle ilgili hiçbir yanılsamam yoktu. Sanki uzak bir mesafede durup kendimi şişman kırmızı suratımla, takma dişlerim ve kaba giysilerimle yoldan aşağı giderken izleyebilirdim. Benim gibi bir adamın bir beyefendi gibi görünmesi mümkün değil. Beni kilometrelerce öteden gören biri sigorta işinde olduğumu tahmin edemese de bir satış elemanı olduğumu bilir. Giydiğim kıyafetler neredeyse bu kabilenin üniformasıdır. Gri balıksırtı takım elbise, elli şilinlik mavi bir palto, melon şapka, eldiven yok… Benim de komisyonla bir şeyler satan insanlara özgü bir görünümüm var; adi, küstah bir görüntü. En iyi anlarımda, yeni bir takım elbisem olduğunda ya da puro içtiğimde, bir bahisçi ya da gazeteci olduğum düşünülebilir, en kötü anımdaysa müşteri çekmeye çalışan yapışkan elektrikli süpürge satıcısı gibi görünürüm ama normal zamanlarda doğru tahmin edebilirsiniz. Beni görür görmez “Haftada en fazla beş ila on sterlin kazanıyordur.” diyebilirsiniz. Ekonomik ve sosyal olarak Ellesmere Sokağı’nın ortalama seviyesindeyim.

Sokakta benden başka kimsecikler yoktu. Erkekler 08.21 trenine yetişmiş, kadınlar gaz sobalarının başında onları yakmakla uğraşıyordu. Kendine dönecek zamanın varsa ve doğru ruh hâlindeysen, bu kenar mahallelerden yürürken orada yaşanan hayatları düşünmek, içinden güldürür insanı. Çünkü Ellesmere Sokağı’nda bir yol nasıldır ki? Sıra sıra parmaklıkları olan bir hapishanedir. Zavallı haftalık beş ya da on pauntlukların başlarında kuyruğunu sallayan bir patron, kâbus gibi bir kadın ve kanlarını vampir gibi emen çocukların karşısında titreyip durdukları bir dizi yarı kenarlı işkence odaları. İşçi sınıfının çektikleriyle ilgili söylenen bir sürü saçmalık var. Bu işçi takımına ben de çok acımıyorum. Siz hiç işten atılma korkusu olan bir amele gördünüz mü? İşçi adam, fiziksel olarak acı çeker ama çalışmadığı sürece özgürdür. Ama şu küçük sıvalı kutuların bazılarında öyle işe yaramaz herifler vardır ki patronunu bir kuyuya fırlatıp üstünü kömürle kapladığı bir rüyayı gördüğü derin bir uykuda değilse asla özgür değildir.

Bizim gibi insanlarla ilgili en temel sorun, dedim kendi kendime, kaybedeceğimiz bir şeylerimizin olduğunu sanmamızdır. Mesela, Ellesmere Sokağı’nda yaşayan her on kişiden dokuzu, oturduğu evi kendine ait sanıyor. Ellesmere Sokağı ve onu çevreleyen tüm mahalle, ana caddeye varana kadar, Neşeli Kredi Binası Derneğinin mülkü olan Hesperides Malikânesi adı verilen devasa bir haracın parçası. Sanırım modern zamanların en akıllıca haraç kesme şekli topluluk kurmak. İtiraf ediyorum, benim hatam sigortacılık, evet bu da bir dolandırıcılık ama en azından kartların açık oynandığı bir dolandırıcılık. Ama topluluk kurmanın güzelliği kurbanların senin onlara bir iyilik yaptığını sanıyor olmaları. Sen onlara tekme atarsın, onlar tekmelediğin ayaklarını yalar. Bazen, Hesperides Malikânesinin, inşaat toplulukları tanrısı adına devasa bir heykelle çevrildiğini hayal ederim. Tuhaf bir tanrı olurdu. Bu arada biseksüel bir tanrı olurdu. Üst gövdesi genel müdür, alt gövde karnı burnunda bir eş. Bir elinde devasa bir anahtar taşırdı -iş yerinin anahtarı tabii ki- ve diğer elinde şu içlerinden hediyeler çıkan Fransız kornosu gibi şeylerden; içinden portatif radyolar, hayat sigortası poliçeleri, takma dişler, aspirin, Fransız harfler ve beton bahçe silindirleri dökülen boynuz biçimli kap olurdu.

Doğrusunu isterseniz Ellesmere Sokağı’nda taksitlerini tamamlasak bile evlerimiz bize ait değildir. Biz mülkiyet sahibi değil, sadece konut sahibiyiz. Beş yüz elli paunt olarak fiyatlandırılırlar, on altı yıllık bir süre içinde ödenebilirler ve eğer peşin olarak satın alabilirseniz, yaklaşık üç seksene mal olur. Bu, Neşeli Kredi için yüzde yetmiş kâr oranını temsil eder ama Neşeli Kredi’nin bundan çok daha fazlasını yaptığını söylemeye gerek yok. Üç seksen, inşaatçının kârını içerir ancak Wilson&Bloom adı altında Neşeli Kredi, evleri kendisi inşa eder ve inşaatçının kârına da göz koyar. Tüm yapmaları gereken malzemenin parasını ödemek. Ancak onlar malzemeden de kâr ederler çünkü sanırım Brookes&Scatterby adı altında tuğlalar, kiremitler, kapılar, pencere çerçeveleri, kum, çimento ve cam satıyorlar. Başka bir takma adla, kendilerine kereste, kapı ve pencere çerçeveleri de sattıklarını öğrensem pek şaşırmam. Ayrıca -ki bu gerçekten önceden tahmin etmiş olabileceğimiz bir şey olsa da yine de keşfettiğimizde hepimizi hayrete düşürdü- Neşeli Kredi her zaman verdiği sözleri tutmaz. Ellesmere Sokağı inşa edildiğinde Platt’in Çayırları olarak bilinen açık bir alan vaadinde bulundular; harika bir şey değil ama çocukların oynaması için iyi. Resmî hiçbir şey yoktu ama Platt’in Çayırlarına hiçbir zaman bir şey inşa edilmeyeceği hep biliniyordu. Ancak Batı Bletchley büyüyen bir mahalleydi, Rothwell’in reçel fabrikası 28 senesinde kuruldu, Anglo-Amerikan Tüm Çelik Bisiklet fabrikası 33 yılında açıldı ve nüfusun artmasıyla birlikte kiralar da zamlanıyordu. Sir Herbert Crum veya Neşeli Kredi’nin büyük başlarından hiçbirini kanlı canlı görmesem de hepsinin ağzının sulandığını hayal edebiliyordum. Aniden inşaatçılar geldi ve Platt’in Çayırlarına binalar dikilmeye başladı. Hesperideslerden bir feryat koptu ve kiracılar savunma derneği kuruldu. Ne fayda! Crum’un avukatları bizi beş dakikada yerle bir etmişti ve Platt’in Çayırlarına binalar inşa edilmişti. Ama Crum’un baronluğunu hak ettiğini bana hissettiren gerçek ince dolandırıcılık, zihinsel olanıdır. Sırf evlerimizin mülkiyetine ve “ülkede bir hisseye” sahip olduğumuz yanılsaması yüzünden Hesperides’de ve tüm bu tür yerlerde biz zavallı ahmaklar, sonsuza kadar Crum’un sadık kölelerine dönüştürülürüz. Hepimiz saygın ev sahipleriyiz. Yani Toriler, evet insanız ama dalkavuk cinsinden. Altın yumurtlayan tavuğu kesmeye sakın kalkışmayın! Ve aslında ev sahibi olmadığımız gerçeği, evlerimizin taksitlerini yarılamış olmamız ve son ödemeyi yapmadan önce korkunç bir şey olabileceğine dair endişemize yenilmiş olmamız etkiyi sadece arttırıyor. Hepimiz satıldık ve dahası, kendi paramızla satın alındık. O zavallı ezilmiş piçlerin her birinin, Belle Vue denen tuğla bebek evine iki katını ödemek için canı çıkıyor, çünkü manzarası yok ve zil çalmıyor, oysa bu zavallı enayilerin her biri, ülkesini Bolşevizm’den kurtarmak için savaşta ölmüş olacaklar.

Walpole Sokağı’ndan dönüp ana caddeye geçtim. 10.14’te Londra treni var. Tam Altıpeni Pazarı’ndan geçiyordum ki sabah yeni jilet almam gerektiğiyle ilgili hatırlatma geldi aklıma. Sabun reyonuna geldiğimde, reyon müdürü ya da işte tam görevi neyse, reyon sorumlusu kıza küfür ediyordu. Genelde sabahın o saatinde Altıpeni Pazarı’nda pek kimseler olmaz. Bazen açılma saatinden hemen sonra gittiğinizde günün geri kalanı için akılları başlarına gelsin diye tüm kızların sıraya girmiş, sabah küfürlerini işittiklerini görürsünüz. Bu büyük zincir mağazaların alay ve taciz gibi özel güçleri olan adamları olduğunu söylüyorlar, her şubeye ara ara gönderilip kızları haşlıyorlar. Reyon müdürü tıknaz, dar omuzlu ve gri bıyıklı küçük bir şeytandı. Belli ki kasadaki açık yüzünden ona saldırmıştı ve üstüne gitmeye devam ediyordu.

“Ne, olamaz! Çünkü sayamadın! Sayamadın mı? Çok sıkıntı olacak bu. Olamaz!”

Gayriihtiyari kızla göz göze geldim. Azar işittiği bir esnada şişman, orta yaşlı, kırmızı suratlı bir herifin ona bakması hoş değildi. Hemen başımı çevirdim ve diğer reyonda perde düğmesi gibi bir şeylerle ilgileniyormuşum gibi yaptım. Adam tekrar gürledi kıza. Helikopter böceği gibi arkasını dönüp giderken aniden vazgeçip, geri dönüp tekrar bağırıyordu.

“Sayamazdın çünkü değil mi? İki kuruş açığımızın olması SENİN umurunda mı? Hiç değil! İki kuruş senin için ne ki? Gidip kasada doğru düzgün sayamaz mıydın? Hayır! Senin rahatından başka hiçbir şey önemli değil. Başkalarını hiç düşünmezsin sen değil mi?”

Bu beş dakika boyunca böyle sürdü ve mağazanın diğer köşesinden bile duyuluyordu. Sürekli gidecekmiş gibi yapıp aniden geri gelip, bir tur daha kızı paylıyordu. Biraz daha uzaklaşınca bir göz attım ikisine. Kız on sekiz yaşlarında, hafif kilolu ve aylak yüzlüydü; zaten para üstünü tam tutturamayacak bir tipi vardı. Soluk pembeye dönmüştü ve kıvranıyordu, gerçekten acıyla kıvranıyordu. Sanki onu kırbaçlıyorlardı. Diğer reyonlardaki kızlar duymuyormuş gibi yapıyorlardı. O çirkin, sert yapılı küçük bir şeytandı; göğsünü dışarı çıkaran ve ellerini smokin kuyruğunun altına koyan horoz gibi bir adam, boyu biraz daha uzun olsa başçavuş olabilecek tiplerden. Bu zorbalık işleri için hep kısa boylu erkekleri seçtiklerini fark ettiniz mi? Daha iyi bağırmak için yüzünü, bıyıklarını falan neredeyse onunkine yapıştırıyordu. Ve kız kıpkırmızı, kıvranıyordu.

Sonunda yeterince konuştuğuna karar verdi ve çeyrek güvertedeki bir amiral gibi bir çalımla gitti, bense tıraş bıçağını ödemek için tezgâha geldim. Adam söylediği her kelimeyi duyduğumu biliyordu, kız da öyle ve ikisi de benim bildiğimi biliyordu. Ama en kötüsü, benim hatırıma, hiçbir şey olmamış gibi davranması gerekiyordu. Öte yandan bir tezgâhtar kız, erkek müşterilere gereken soğukkanlı mesafeli tavrı her şeye rağmen korumalıydı. Bir hizmetçi gibi azarlandığı görüldükten yarım dakika sonra yetişkin genç bir hanımefendi gibi davranmak zorundaydı. Yüzü hâlâ kıpkırmızıydı ve elleri titriyordu. Para üstü isteyince kasadan bozuklukları karıştırmaya başladı. Sonra reyon müdürü küçük şeytan bize döndü, ikimiz de tekrar başlayacak sandık. Kız kırbacı gören bir köpek gibi titredi. Bir yandan göz ucuyla da bana bakıyordu. Azarlandığına şahit olduğum için o şeytan kadar benden de nefret ettiğini görebiliyordum. Tuhaf!

Tıraş bıçağımı aldım. “Neden katlanıyorlar?” diye düşündüm. Sırf korkudan tabii ki. Bir karşılık ver, hemen atılırsın. Her yerde durum aynıdır. Bazen uğradığımız zincir marketlerde bana hizmet eden delikanlıyı düşündüm. Gül gibi yanakları ama kocaman ön kolları ve yirmi kişilik bir yumrusu olan, aslında bir demirci dükkânında çalışması gereken yirmi yaşında bir genç. İşte orada, üstünde beyaz ceketi, kasanın önünde iki büklüm olmuş, ellerini ovuşturuyor; “Evet efendim! Çok doğru efendim! Havalar çok iyi gidiyor efendim! Bugün size nasıl hizmet edebilirim efendim?” Resmen kıçına tekme atmanı istiyor. Müşteri her zaman haklıdır. Yüzünde gördüğünüz şey, onu küstahlıkla suçlayıp işten atılmasına neden olabileceğinize dair ölümcül bir korku. Ayrıca şirketin teftiş için gönderdiği birisi olmadığınızı nereden bilsin? Korku! İçinde yüzüyoruz. Bizim bir parçamız. İşini kaybetmekten korkmayan herkes savaştan, faşizmden, komünizmden veya başka bir şeyden korkuyor. Yahudiler, Hitler’i düşününce terliyor. O dikenli bıyıklı küçük piçin, muhtemelen işi için kızdan daha korkmuş olduğu aklıma geldi. Kesin bir aile desteği var. Ve belki de evinde, arka bahçesinde salatalık yetiştiren, karısının üstüne oturmasına, çocuklarının bıyıklarını yolmasına izin veren bir kılıbığın teki. Aynı şekilde, bir İspanyol Engizisyoncusu veya Rus Ogpusu’ndaki bu üst düzey kişiler hakkında, özel hayatta çok iyi bir adam, kocaların ve babaların en iyisi, uysal kanaryasına adanmış olduklarını illaki okursunuz.

Sabun reyonundaki kız, ben oradan ayrılırken arkamdan bakıyordu. Elinden gelse beni öldürürdü. Gördüklerim yüzünden benden nasıl da nefret ediyordu! Reyon müdüründen nefret ettiğinden çok, benden ediyordu.