Книга Boğulmamak İçin - читать онлайн бесплатно, автор Джордж Оруэлл. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Boğulmamak İçin
Boğulmamak İçin
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Boğulmamak İçin

Annemi bildim bileli şişmandı. Hipofiz yetmezliğim ya da beni şişmanlatan her neyse kesin annemden bana miras kalmıştı.

İri bir kadındı, babamdan biraz uzundu, saçlarıysa onunkinden açık. Koyu renk şeyler giymeyi severdi ama pazar günleri hariç onu asla önlüksüz hatırlamıyorum. Yemek yapmadığı bir an hatırlamıyorum desem abartmış olmam. Geriye bakınca insanoğlunun hep bir yerde ve belirli karakteristik tavırlarda sabit olduğunu görürsünüz. Geçmişe dönünce sanki hep aynı şeyleri yapmışlar gibi geliyor. Ne zaman babamı düşünsem onu tezgâhın arkasında yağlı saçlarıyla deftere bir şeyler karalarken hatırladığım ve Ezekiel amcayı hayaletimsi beyaz bıyıklarıyla ayakta dikilip deri önlüğüne vuruşuyla hatırladığım gibi annemi de mutfak masasında elleri kolları una bulanmış vaziyette hamur açarken hatırlarım.

O günlerdeki mutfakları bilirsiniz. Kocaman, karanlık ve alçak tavanlı; tavanda büyük bir kiriş, altında taş bir zemin ve kiler var. Her şey kocamandı ya da çocukken bana öyle geliyordu. Musluğu olmayıp, demir pompası olan devasa taş lavabo, bir duvarı kaplayan ve tavana kadar uzanan şifonyer, ayda yarım ton yakıt ve Allah bilir ne kadar grafit yakan devasa bir ocak. Masada koca bir hamur parçası açan annem. Etrafta emekleyen, yakacak odun demetleri, kömür yığınları ve tenekeden böcek kapanlarıyla -her köşede bir tane olurdu ve tuzak olarak bira koyardık- uğraşan ve ara ara masaya gelip bir parça yiyecek otlanmaya çalışan ben. Annem yemek saatinden önce atıştırma fikrine karşıydı. Genelde hep aynı cevabı duyardım; “Hemen buradan uzaklaş! Akşam yemeğini mahvetmene izin vermeyeceğim. Gözün midenden daha aç.” Ancak çok nadiren de olsa zar gibi, şekerli bir dilim kesip verdiği olurdu.

Annemi hamur açarken izlemek hoşuma giderdi. İşinin ehli birini izlemek her zaman büyüleyicidir. Bir kadını, yani çok iyi yemek yapmasını bilen bir kadını, hamur açarken izleyin. Kutsal bir ayini kutlayan rahibeler gibi tuhaf, ciddi, içe dönük, tatmin edici bir havası vardır. Tabii o anda kendi zihninde tam olarak öyledir. Annemin, genelde unla kaplı, kalın, pembe, güçlü kolları vardı. Yemek yaparken tüm hareketleri mükemmel biçimde hassas ve sabitti. Onun elinde yumurta çırpma teli, kıyma makineleri ve oklavalar tam olarak yapmaları gerekeni yaparlardı. Onu yemek yaparken gördüğünüzde tam da ait olduğu dünyada, iyi bildiği şeylerin arasında olduğunu anlardınız. Pazar günleri okuduğu gazete ve ara sıra yaptığı ufak tefek dedikodular dışında dış dünya onun için yok sayılırdı. Babamdan daha rahat okuyabildiği ve onun aksine eskiden kısa romanlar da okumuş olduğu hâlde inanılmaz bir şekilde cahildi. Bunu on yaşımdayken bile fark etmiştim. Tabii ki de size İrlanda’nın İngiltere’nin doğusunda mı batısında mı olduğunu söyleyemezdi hatta Büyük Savaş başlayana kadar başbakanın kim olduğunun bile farkında olduğundan şüpheliyim. Dahası, bu tür şeyleri öğrenmekle ilgili en ufak bir isteği yoktu. Sonraları doğu ülkeleriyle ilgili okumaya başladığımda onların çok eşli evlilikler yaptıklarını ve kadınların üzerlerine nöbetçi dikilen siyah hadımlarla kapatıldığı gizli haremlerin olduğunu öğrendiğimde, annem bunları duysa şok olur diye düşünmüştüm. Onu duyar gibiyim; “Eee, şimdi de kadınları hapsetmek mi çıktı! Bu kimin FİKRİ acaba!” Tabii harem ağasının ne olduğunu da bilmiyordu. Ancak gerçekte hayatını bir harem dairesi kadar küçük ve kapalı bir alanda yaşıyordu. Bizim evin içinde bile hiç adım atmadığı yerler vardı. Bahçenin arkasındaki çatı katına hiç gitmemişti ve dükkâna nadiren uğrardı. Onu bir müşteriye hizmet ederken hatırladığımı hiç sanmıyorum. Neyin ne olduğunu bilmezdi ve una dönüştürülmeden buğday ve yulaf arasındaki farkı bile bilemezdi. Niye bilsin ki? Dükkân babamın işiydi, “erkek işiydi” ve hatta işin para kısmını bile çok merak etmiyordu. Onun işi, “kadın işiydi”, evi çekip çevirmek, yemek yapıp çocuklara bakmaktı. Babamı veya başka bir erkeği düğme dikerken görse sevinçten çılgına dönerdi.

Yemekler falan zamanında yapıldığı sürece bizimki her şeyin saat gibi işlediği o evlerden biriydi. Ya da yok, saat düzeneği gibi demeyelim, bu çok mekanik geliyor kulağa. Daha çok doğal bir süreçti. Ertesi sabah güneşin doğacağını bildiğin gibi her sabah kahvaltının masada hazır olacağını da bilirdin. Annem hayatı boyunca dokuzda yatıp sabah beşte uyandı ve belli etmese de geç saatlere kadar uyumanın kötü olduğunu düşünürdü; sanki yozlaşmışlık, yabancılık veya aristokrasiyi çağrıştırıyordu. Her ne kadar Katie Simmons’a ben ve Joe’yu yürüyüşe çıkarıp gezdirmesi için para verse de ev işlerinde ona yardım edecek bir kadın alma fikrine asla sıcak bakmazdı. Parayla temizlik yapacak kadının tozu kiri halının altına süpüreceğine dair sarsılmaz bir inancı vardı. Yemeklerim her zaman tam vaktinde hazırdı. Öncesi ve sonrasında dualar edilen, zarafetle sunulan muazzam yemekler; haşlanmış dana eti, köfte, biftek, Yorkshire, haşlanmış koyun eti ve kapari, domuz kafası, elmalı turta, benekli köpek ve reçel dolgulu tatlılar. Çocuk yetiştirme konusundaki fikirlerin hızla modaları geçse de çoğu hâlâ geçerliydi. Teoride çocuklar hâlâ dayak yiyor, aç karnına uyutulabiliyorlardı ve eğer sesli yemek yer, ağzınızı çok doldurur ya da “sizin için iyi” olan bir şeyi yemeyi reddeder, “karşılık verirse” masadan gönderilme ihtimali vardı. Pratikte ailemizde disiplin çok yoktu ve annem babamdan daha katıydı. Babam sık sık “Dayak cennetten çıkmadır.” dese de bize karşı çok daha zayıftı, özellikle en başından beri çetin ceviz olan Joe‘ya karşı. Sürekli Joe’ya iyi bir sopa “atacağını” söylerdi ve şu an yalan olduğunu anladığım babasının deri bir kayışla attığı korkunç darbeler hakkında hikâyeler anlatır dururdu. Joe on iki yaşına geldiğinde annemin onu zapt edemeyeceği kadar irileşmişti ve artık herkes ondan elini çekti.

O zamanlar ebeveynlerin tüm gün boyunca çocuklarına “Yapma!” demesi uygundu. Oğlunu sigara içerken, elma çalarken ya da kuş yuvalarını bozarken yakalarsa “hayatını mahvedeceğini” söyleyen adamları her yerde duyardınız. Bazı ailelerde bu dayak atmalar gerçek manada oluyordu. Saraçlık yapan ihtiyar Lovegrove, on beş ve on altı yaşlarındaki iki oğlunu bahçede sigara içerken yakaladı bir gün ve tüm kasabanın her yerinden duyulabilecek şekilde onları fena dövdü. Lovegrove çok fazla sigara içiyordu. Dayak hiç işe yaramıyor gibiydi çünkü tüm çocuklar elma çalmaya, kuş kafeslerini talan etmeye devam etti ve önünde sonunda sigaraya başladılar ama çocuklara sert davranılması gerektiği fikri hâlâ ortalıkta dolaşıyordu. Pratikte yapmaya değer her şey teorik olarak yasaktı. Anneme göre bir erkek çocuğunun yapmak istediği her şey “tehlikeli” denebilirdi. Yüzmek tehlikeliydi, ağaçlara tırmanmak tehlikeliydi, aynı şekilde kaymak, kar topu oynamak, el arabalarının arkasına asılmak, mancınık ve füze atmak hatta balık tutmak bile. Nailer, iki kedi ve şakrak kuşu Jackie hariç tüm hayvanlar tehlikeliydi. Her hayvanın size saldırmak için kendine özgü yöntemleri vardı. Atlar teper, yarasalar saçınıza girer, kulağakaçan böcekleri kulaklarınıza girer, kuğular kanat çırpışlarıyla bacağınızı kırar, boğalar fırlatır atar ve yılanlar “sokar”dı. Anneme göre tüm yılanlar sokardı ve bir penilik ansiklopediden aslında sokmadıklarını, ısırdıklarını okuduğumda bana sadece büyüklerime karşılık vermemem gerektiğini söyledi. Kertenkeleler, yavaş solucanlar, kara ve su kurbağaları ve semenderler de sokardı. Sinekler ve siyah böcekler hariç tüm böcekler sokar. Evde yediğiniz yemeklerin dışında hemen hemen tüm yiyecekler ya zehirliydi ya da “size iyi gelmez”denirdi. Çiğ patatesler ve manavdan satın almadığınız sürece mantarlar zehirliydi. Çiğ bektaşi üzümü yerseniz kolik olurdunuz ve çiğ ahududu ciltte kızarıklık yapardı. Yemekten sonra banyo yapılırsa kramptan ölürdünüz, başparmağınız ve işaret parmağınız arasını keserseniz çeneniz kitlenirdi ve ellerinizi yumurta kaynatılmış suda yıkadıysanız siğilleriniz olurdu. Neredeyse dükkândaki her şey zehirliydi, bu yüzden annem girişe kapı koymuştu. Yaş pasta zehirliydi, tavuk mısır da öyle, hardal tohumu ve Karswood kümes hayvanı baharatı da. Tatlı zararlıydı ve öğün arası atıştırmak da iyi değildi ancak ilginçtir ki annemin öğün aralarında yememize izin verdiği şeyler vardı. Erik reçeli yaparken tepede biriken şurup kısmından yememize izin verirdi, biz de karnımız ağrıyana kadar yerdik. Neredeyse dünyadaki her şey, ya zehirli ya da tehlikeliyken bazı şeylerin gizemli erdemleri vardı. Çiğ soğan her şeye şifaydı. Boğazın şiştiyse boyna sarılan bir çorap şifaydı. Bir köpeğin içme suyundaki kükürt tonik görevi görürdü, yaşlı Nailer’ın kapı arkasındaki kâsesinin içinde bir parça kükürt yıllarca orada durdu ve hiç çözülmedi.

Saat altıda çay içerdik. Saat dört olduğunda annem ev işini bitirmiş olur, saat dört ile altı arası bir bardak çayla birlikte gazetesini okurdu. Doğrusunu isterseniz pazar günleri hariç kolay kolay gazete okumazdı. Hafta içi gazetelerde günün haberleri vardı ve sadece ara sıra bir cinayet haberi olurdu. Ancak pazar gazetelerinin editörleri insanların cinayetlerin güncel olup olmadığına gerçekten aldırmadıklarını fark etmişlerdi ve ellerinde yeni bir cinayet olmadığında eski bir cinayeti araya karıştırırlardı, bazen Dr. Palmer ve Bayan Manning cinayetleri kadar geriye giderlerdi. Sanırım anneme göre Aşağı Bin-field dışındaki tüm yerler sürekli cinayetlerin işlendiği yerlerdi. Cinayetlerin onun için korkunç bir çekiciliği vardı çünkü sürekli söylediği gibi insanların nasıl bu kadar kötü olabileceğine inanamıyordu. Eşlerinin boğazını kesenler, babasını betona gömenler, bebekleri kuyulara atanlar! Bir insan nasıl böyle şeyler yapabilirdi! Karındeşen Jack efsanesi annemle babam evlendiği sıralar olmuştu ve her gece dükkân camlarına çizdiğimiz büyük ahşap kepenkler o tarihten kalma. Dükkân pencerelerine takılan kepenklerin modası geçiyordu, ana caddedeki çoğu dükkânda yoktu ama annem onların arkasında kendini güvende hissediyordu. Öteden beri Karındeşen Jack‘in Aşağı Binfield’de olduğuna dair içinde korkunç bir duygu olduğunu söylüyordu. Crippen cinayeti vakası, bu yıllar sonraydı, neredeyse ben büyüdükten sonra, onu çok üzmüştü. Onun sesini şu an duyabiliyorum; “Zavallı karısını temizleyip kömürlüğe gömmüş! Nasıl aklına gelir bu FİKİR! O adamı elime bir geçirebilsem var ya!” Ve ne ilginçtir ki karısını parçalara ayıran -ve yanlış hatırlamıyorsam tüm kemikleri çıkarıp kafayı denize atarak çok titiz bir iş çıkarmıştı- o küçük Amerikalı doktorun korkunç kötülüğünü düşününce gözleri dolardı.

Ancak hafta içi en sık okuduğu Hilda’nın Ev Arkadaşı’ydı. O günlerde bizimki gibi evlerde evin normal döşemesinin bir parçası gibiydi. Aslında hâlâ var ancak savaştan bu yana ortaya çıkan daha modern kadın gazeteleri tarafından biraz geliştirildi. Daha geçen gün bir kopyasına göz attım. Değişmiş ama çoğu şeyden daha az. Hâlâ altı ay devam eden aynı devasa uzunlukta seri hikâyeler var -ve bunlar hep sonunda portakal çiçekleriyle devam eder- ve hâlâ Ev İpuçları, dikiş makinesi reklamları ve diz ağrısına iyi gelen ilaç tarifleri var. Aslında değişen tek şey, baskı ve çizimler olmuş. O günlerde kadın kahraman yumurta pişirme aletine benzemeliydi, şimdi ise silindir şeklinde. Annem yavaş bir okuyucuydu ve Hilda’nın Ev Arkadaşı’na ödediği üç peniyi çıkartması gerekiyordu. Sobanın yanındaki eski sarı tekli koltukta oturup ayaklarını sehpaya uzatır, ocak ızgarasında demlikte fokurdayan çay eşliğinde, yavaş yavaş her sayfayı gözden geçirirdi, seriden başlar, iki küçük hikâye, Ev İpuçları, Zam-Buk reklamları ve yazışmalara verilen cevaplarla devam ederdi. Hilda’nın Ev Arkadaşı onu tüm hafta götürürdü, bazı haftalar bitiremezdi bile. Bazen sobanın sıcağı ya da yazın öğleden sonraları mavi şişelerin uğultusu uykusunu getirir, altıya çeyrek kalaya kadar biraz uyuklardı, sonra uyanır uyanmaz şömine rafındaki saate göz atar ve muazzam bir başlangıç yapardı, çay gecikecek diye paçaları tutuşurdu. Ama çay hiç gecikmezdi.

O günlerde, tam olarak 1909’a kadar, babamın gücü bir çırak tutmaya yetiyordu ve dükkânı ona bırakır, yağlı elleriyle çaya yetişirdi. Annemse ekmek kesmeye ara verir, “Bize lütuf verirseniz, Babamız…” der ve babam, saygıyla hepimiz başımız eğik beklerken “Tanrı’m birazdan yiyeceklerimize bizi şükürlü kıl, Âmin.” diye mırıldanırdı. Daha sonra Joe biraz daha büyüyünce “Bizi bugün SEN onurlandır Joe.” oldu ve Joe başlardı okumaya. Annem hiçbir zaman okumadı duayı, erkek biri okumalıydı muhakkak.

Yazın öğleden sonraları sürekli mavi şişelerin uğultusu olurdu. Bizimkisi sağlıklı bir ev değildi, Aşağı Binfield’deki değerli birkaç ev öyleydi. Sanırım kasabada beş yüz ev vardı ve on tanesinden fazlası banyolu değildi veya şimdi tuvalet olarak tanımladıklarımız ellisinden fazlasında yoktu. Yazın arka bahçemiz hep çöp kokardı ve tüm evlerde böcek vardı. Ağaç kaplamalarda karafatmalar, mutfağın arkasında bir yerlerde cırcır böcekleri vardı, tabii ki dükkânda da yemek kurtları. O günlerde annem gibi eviyle övünen kadınlar bile karafatmalara itiraz edecek bir sebep görmezdi. Şifonyer ve oklava nasıl mutfağın bir parçasıysa onlar da öyleydi. Tabii böcek var, böcek var. Bira fabrikasının arkasında Katie Simmons’un yaşadığı kötü mahallelerde evleri böcekler kuşatmıştı. Annem veya dükkân sahiplerinin eşlerinden birinin evini o böcekler sarsa utançlarından ölürlerdi. Hatta o böcekleri görsem tanımam demek doğru kabul edilirdi.

Büyük mavi sinekler erzak dolabına gelir ve hevesle etin üzerindeki tel örtülere otururlardı. “Kahrolası sinekler!” derdi insanlar ama sinekler Tanrı’nın bir eylemiydi ve et kapakları veya sinek kâğıtları dışında onları engelleyecek pek bir şey yapamazsınız. Biraz önce hatırladığım ilk şeyin korunga kokusu olduğunu söylemiştim ama çöp kovalarının kokusu da hafızamda oldukça tazedir. Taş zemini, böcek kapanları, demir çamurluğu ve kara kurşun ocağıyla annemin mutfağını düşününce, her seferinde mavi şişelerin uğultusunu duyuyor; çöp kokularını ve oldukça güçlü bir köpek kokusu olan Nailer’in kokusunu alıyorum. Allah bilir daha kötü kokular ve sesler de vardır. Hangi sesi duymayı tercih ederdiniz, mavi şişe mi bombardıman uçağı mı?

3

Joe benden iki sene önce Walton Gramer Okuluna gitmeye başladı. İkimiz de dokuz yaşına girmeden başlamadık okula. Bu, sabah akşam okula dört millik bir bisiklet yolculuğu demekti ve annem bizim trafiğe girmemizden çok endişeliydi ki o zamanlar çok az motorlu araç vardı trafikte.

Birkaç yıl boyunca, yaşlı Bayan Howlett’in işlettiği özel kız okuluna gittik. Esnaf çocuklarının çoğu, okul yönetim kuruluna gitmenin utancı ve hayal kırıklığından kurtulmak için burada okudu ancak herkes Bayan Howlett’in eski bir sahtekâr olduğunu ve bir öğretmen olarak aslında ne kadar kötü olduğunu biliyordu. Yaşı yetmişi geçmişti, kulağı neredeyse duymuyor ve mercekli gözlüklerinden zar zor görüyordu donanım olarak sahip oldukları da bir baston, bir yazı tahtası, birkaç eski püskü dil bilgisi kitabı ve birkaç düzine kokulu yazı tahtasıydı. Sadece kızlarla baş edebiliyordu, erkek çocuklarıysa onunla alay ediyor ve kaçabildikleri kadar okuldan kaçıyorlardı. Bir keresinde korkutucu bir skandal yaşanmıştı çünkü bir oğlan çocuğu, bir kızın elbisesinin altına elini sokmuştu; benim o zamanlar anlamadığım bir şeydi bu. Bayan Howlett meselenin üstünü kapatmayı başardı. Özellikle kötü bir şey yaptığınızda onun formülü “Babana söylerim.” demekti ama nadiren söylerdi. Ancak biz onun bunu çok sık yapmaya cesaret edemeyeceğini bilecek kadar kurnazdık ve ara sıra bastonla üstümüze yürüse de o kadar yaşlıydı ki atlatması çok kolay oluyordu.

Joe kendilerine Kara El diyen sert bir çeteye katıldığında yalnızca sekiz yaşındaydı. Çete lideri Sid Lovegrove’du, saracın on üç yaşlarındaki küçük oğlu ve iki esnaf çocuğu daha vardı, bira fabrikasından bir çırak ve işten yırtıp çeteyle geçirecek birkaç saat bulabilen iki çiftçi çocuğu. Çiftlik delikanlıları, kadife pantolonlardan taşan büyük topaklardı, kaba saba aksanları vardı ve çetenin geri kalanlarına tepeden bakarlardı ama herkes onlara tolerans gösterirdi çünkü diğerlerinin hepsine göre hayvanlardan çok iyi anlıyorlardı. Bir tanesi, lakabı Kızıl Saç olan, ara sıra eliyle tavşan bile yakalardı. Çimlerde yatan bir tane görürse de kol ve bacaklarını kanat gibi açar, hayvanın üstüne atılırdı. Esnaf çocukları ile işçilerin ve çiftçilerin oğulları arasında büyük bir toplumsal ayrım vardı ancak mahallenin çocukları on altı yaşına gelene kadar buna pek dikkat etmediler. Çetenin gizli bir şifresi, parmağını kesmek ve solucan yemek gibi “çetin sınavları” vardı ve kendilerini dışarıya berbat haydutlar gibi tanıtıyorlardı. Kesinlikle başlarına iş açma konusunda başarılıydılar, pencereleri kırdılar, inekleri kovaladılar, kapı tokmaklarını kırdılar ve tartılardan meyve çaldılar. Bazen kışın çiftçiler izin verdiğinde, birkaç dağ gelinciği ödünç alıp fare avlamaya gitmeyi başardılar. Hepsinde mancınıklar, savaşçılar vardı ve o günlerde beş şiline mal olan bir salon tabancası satın almak için para biriktiriyorlardı ancak tasarruflar hiçbir zaman üç peniyi geçemiyordu. Yazın balık tutmaya ve kuş yuvası yapmaya gidiyorlardı. Joe, Bayan Howlett’e giderken haftada en az bir kere okuldan kaçardı ve hatta Gramer Okulunda bile iki haftada bir kaçmayı başarmıştı. Gramer Okulunda bir çocuk vardı, bir müzayedecinin oğluydu, her tür el yazısını kopyalayıp annenizden bir mektubu taklit eder, bir gün önce hasta olduğunuzu yazardı. Tabii ki Kara El’e katılmak için deliriyordum ama Joe her zaman beni durduruyor ve etrafta dolaşan lanet olası küçük çocuklar görmek istemediklerini söylüyordu.

Aslında beni en çok cezbeden balığa çıkma fikriydi. Sekiz yaşıma kadar hiç balık tutmamıştım, bazen dikenli balık yakalayabildiğin şu ucuz ağlarla tutmuşluğum vardı sadece. Annem bizi her zaman su kıyısına göndermekten çok korkardı. Balık tutmayı o günlerde anne-babaların her şeyi “yasakladığı” gibi “yasaklamıştı” ve yetişkinlerin yuvarlak köşeleri göremediklerini henüz anlamamıştım. Ancak balık tutmaya gitme fikri, beni heyecandan neredeyse çıldırtıyordu. Çoğu zaman Değirmen Çiftliği’ndeki göletin önünden geçip küçük sazanların yüzeye çıkışını, bazen de köşedeki söğüt ağacının altında gözüme kocaman görünen elmas biçimli büyük bir sazanın, sanırım on beş santim uzunluğunda, aniden yüzeye çıkıp bir kurtçuğu yudumlayıp tekrar batışını izlerdim. Ana caddede olta takımlarının, silah ve bisikletlerin satıldığı Wallace’ın dükkân camına burnumu yapıştırıp, orayı izleyerek saatler geçirirdim. Yaz sabahları uyandıktan sonra yatağın içinde Joe’nun bana balık tutmayla ilgili anlattığı hikâyeleri düşünürdüm ekmeği nasıl karıştırdıklarını, şamandıranın bir süre sallandıktan sonra suya nasıl daldığını anlatırdı ve onu dinlerken oltanın büküldüğünü ve balıkların çizgide çekildiğini hissediyordum. Bu konuyu konuşmanın bir faydası var mı bilmiyorum, bir çocuğun gözünde balıkların ve olta takımlarının nasıl sihirli göründüğünü herkes bilir. Bazı çocuklar silahlar ve ateş etme konusunda böyledir, bazılarıysa motorlu bisikletler, uçaklar veya atlar hakkında aynı şeyi düşünüyor. Akla uygun hâle getirebileceğiniz veya açıklayabileceğiniz bir şey değil, sadece sihir bu. Bir sabah, haziran ayıydı ve ben sekiz yaşlarındayım, Joe’nun okulu asıp balığa çıkacağını biliyordum ve onu takip etmeyi kafama koydum. Joe bir şekilde aklımdan geçenleri anladı ve giyinirken atağa geçti.

“Sana gelince küçük George! Bugün benimle geleceğini sanma sakın. Evde kalıyorsun sen.”

“Yo, öyle bir şey düşünmedim. Aklıma bile gelmedi.”

“Evet düşündün! Çeteyle takılabileceğini sandın.”

“Hayır, düşünmedim!”

“Evet, düşündün!”

“Hayır, düşünmedim!”

“Evet, düşündün! Sen evde kalacaksın. Peşimizde uğursuz çoluk çocuk dolansın istemiyoruz.”

Joe “uğursuz” kelimesini yeni öğrenmişti ve sürekli kullanıyordu. Babam bir keresinde bu kelimeyi kullandığını duymuş ve onu öldüresiye döveceğine yemin etmişti ama her zamanki gibi öyle bir şey yapmamıştı. Kahvaltıdan sonra Joe sırtında çantası, başında Gramer Okulu şapkasıyla bisikletine binip yola çıktı. Her okulu astığında yaptığı gibi beş dakika erken çıkmıştı. Howlett Ana’nın okuluna gitme vaktim geldiğinde gizlice çıkıp bölmelerin arkasındaki şeritte saklandım. Çetenin Mill Çiftliği’ndeki gölete gittiğini biliyordum ve beni öldürseler bile onları takip edecektim. Muhtemelen bana sopa çekeceklerdi ve muhtemelen akşam yemeği yememe izin verilmeyecekti, sonra annem okulu astığımı anlayacak ve ben bir sopa daha yiyecektim ama umurumda değildi. Çeteyle balığa çıkmak için can atıyordum sadece. Aslında ben de kurnazın tekiydim. Joe’ya etrafta bir tur atıp Mill Çiftliği’ne gidecek kadar zaman tanıdım, sonra çizgi boyunca takip edip çitin uzak tarafındaki çayırların etrafından dolaştım, çeteye yakalanmadan gölete ulaşmaya çalışıyordum. Harika bir haziran sabahıydı. Düğün çiçekleri dizlerimi geçecek kadar uzamıştı. Karaağaçların tepelerini kıpırdatan bir rüzgâr vardı ve yapraklar büyük yeşil bulutlar gibi ipeksi yumuşaklıkta ve zengindi. Saat sabahın dokuzuydu ve ben sekiz yaşındaydım, yaz havası her yanımı sarmıştı, yaban güllerinin hâlâ çiçek açtığı yerde büyük karışık çitler ve tepelerinde yumuşak beyaz bulut parçaları sürükleniyordu, ilerideki alçak tepeler ve ormanın loş mavi kütleleri Yukarı Binfield’i çevreliyordu. Ama bunlar benim zerre kadar umurumda değildi. Benim tek düşündüğüm yeşil gölet, sazan balığı, çengeller, olta takımı ve ekmek hamuruydu. Sanki onlar cennetteydi ve benim onların yanına gitmem gerekiyordu. Şimdilik onlara gizlice yaklaşmayı başarmıştım, dört kişilerdi; Joe, Sid Lovegrove, çırak çocuk ve bir esnafın oğlu, ismi Harry Barnes’ti galiba.

Joe bir an arkasını döndü ve beni gördü. “Tanrı’m!” dedi. “Çocuk gelmiş.” Kavga başlatacak vahşi bir kedi gibi üstüme yürüdü. “Sana ne demiştim ben? ‘Emen eve geri dön!”

Joe ve ben heyecanlanınca h harfini yutardık. Bir adım geri attım.

“ ‘Ayır gitmiyorum.”

“Evet gidiyorsun.”

“Kulağını çek onun Joe.” dedi Said. “Başımıza bela olacak çocuk istemiyoruz burada.”

“ ‘Emen dönüyor musun, dönmüyor musun?” dedi Joe.

“Dönmüyorum.”

“Bittin, oğlum bittin!”

Sonra üstüme gelmeye başladı. Ve bir an sonra beni kovalamaya başlamıştı, önde ben arkada o, daireler çiziyorduk. Birazdan beni yakalamış ve yere yatırmıştı, üstüme çöküp kulaklarımı çevirmeye başladı bu, onun en sevdiği işkence biçimiydi ve ben buna dayanamıyordum. Artık hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım ama hâlâ vazgeçmiyor ve eve gideceğimin sözünü vermiyordum. Orada kalmak ve çeteyle birlikte balığa çıkmak istiyordum. Sonra bir anda benim tarafıma geçtiler ve Joe’ya yakamı bırakmasını, istiyorsam kalabileceğimi söylediler. Böylece onlarla kaldım.

Diğerlerinde kancalar, oltalar, şamandıralar ve bir bez parçası içinde ekmek hamuru vardı, herkes kendi için göletin köşesindeki ağaçtan söğüt anahtarı kesti. Çiftlik evi sadece iki yüz metre ötedeydi ve gözden uzak durmak zorundaydık çünkü yaşlı Brewer, balık tutulmasına çok karşıydı. Onun için değişen bir şey yoktu aslında, göleti ineklerini sulamak için kullanıyordu ama çocuklardan nefret ediyordu. Diğerleri beni hâlâ kıskanıyordu ve sürekli altı üstü bir çocuk olduğumu, ele ayağa dolaşmamam gerektiğini ve balık tutmak konusunda hiçbir şey bilmediğimi hatırlatıp duruyorlardı. O kadar gürültü yapıyormuşum ki balıkların yarısını kaçırmışım, oysa oradakilerin çoğundan daha sessizdim. Sonunda beni yanlarına oturtmayıp göletin gölgenin daha az olduğu daha sığ bir tarafına gönderdiler. Benim gibi bir çocuğun su sıçratıp balıkları korkutacağından emin olduklarını söylediler. Göletin çürümüş bir tarafıydı, normal şartlarda bir balığın gelemeyeceği bir bölüm. Bunu biliyordum. Bir tür içgüdüyle balıkların nerede yatacağını biliyor gibiydim. Olsun, sonunda balık tutuyordum. Elimde oltayla çimde oturuyordum, etrafımda sinekler vızıldıyordu ve yabani nanenin kokusu bayıltıcıydı. Yeşil suyun üstündeki kırmızı pervane tahtasını izliyordum ve her ne kadar yüzüm kirle karışmış gözyaşı lekeleriyle dolu olsa da bir kalaycı kadar mutluydum.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:

Полная версия книги

Всего 10 форматов