“Aksine… Çarpacağım yer çok yumuşaktır.”
“Senden nefret eden bir kıza neden tebelleş oluyorsun?”
“Hah hah! Lemiye mi benden nefret ediyor? Beni gördüğü zaman da senden nefret ettiğini söylüyor. Güzele inanılır mı?”
“İftira ediyorsun alçak…”
“Lafına dikiz gel yüksek adam.”
“Benim sevdiğimi sen sevemezsin.”
“Niçin ulan? Sevdim gitti… Amur inhisarı ne vakit kanuna kondu? Sen meşhur operayı hiç seyretmedin mi? Amur bir çingene çocuğudur. Kanun emir dinlemez.”
“Sen çingenenin kendisisin.”
“Sen de maymunun halisi. Kuyruğunu pantolonunun içinde saklıyorsun. Büyükbaban kadın ninenle ormanda evlendi. Lemiye, elbette insanı hayvandan daha iyi bulacaktır. Sen kendine hayvanlardan bir eş ara.”
Derken söz şiddetlenir, tempo yükselir. İş sille tokata gelir. Birbirine içirmeye başlarlar.
Bir cebinde esrar kutusu, ötekinde sustalı çakı taşıyan bu belalı rakibi bildikleri için Ali Şeref’le İsneyn’in kulakları kiriştedir. Vahit’i pek boşlamazlar, arkasında dolaşırlar. Tokatların ilk şakırtılarına hemen yetişirler.
Boksör Ali Şeref, Tayfur’un suratına bir sağdan direkt iner. Belinin ortasına bir tekme, Lemiye’nin ikinci âşığı yeri öper, tekrar kalkar. Üçe karşı bir yenilir. Kendi cinsinden birkaçının saldırmasına uğrayan köpek gibi suratını buruşturur. Dişlerinin arasında: “Babayiğit isen teke tek vuruşalım. Ben seni yine bir tenhada yakalar, aşık kemiğini yerinden oyarım.” tehdidiyle hırlayarak yan yan çekilir.
Vahit bu dişi için hırlaşmanın, yüzünde ve elbisesinde birkaç izini taşıyarak döner. Annesi zeki kadın; olan biteni anlar. Tayfur’un ne hayta olduğunu bilir. Her zaman yumrukla, tokatla biten bu vuruşmaların bir gün kurşunla, bıçakla sona ermesinden korktuğundan tehlikeyi anlatmak acelesiyle hemen kocasının yanına koşar. Fakat feylesof orta zaman felsefesinin derinlerine dalmıştır.
Kadın: “Efendi haberiniz var mı?”
Feylesof şaşkın bir hareketle başını kitaptan kaldırarak: “Niçin haberim olmasın, Pozidonüyos’un fiziki, her şeyden önce bir dinamizmdir. Hayatın gelişmesi ve canlı mahlukların yavaş yavaş birbiriyle karışması üzerinde durur.”
“Pozidonüyos kimdir bilmiyorum. Ölmüş ise Allah rahmet eylesin, iyi bir adam olmasa siz ondan söz açmazsınız.”
“Pozidonüyos orta zaman feylesoflarındandır. İsa’dan tam yüz otuz yıl evvel Suriye’de doğmuştur. Stoisyendir ve Panetius’un talebelerindendir. Şu söz onundur derler: ‘Izdırap! Sen ne kadar canımı yakarsan yak, senin bir fenalık olduğunu hiçbir zaman söylemeyeceğim.’ ”
“Ah efendi, darılmayınız ama bu da lakırtı mı sanki… Izdırabın fenalık olduğunu kabul etmemekle onun üzerimizdeki korkunç baskısı geçer mi hiç?”
“Müride, sen kadınların en iyisisin, üstelik bir de feylesof karısısın.
Ama stoisyen dayanıklılığın zevkine varabilecek kültür ve terbiyen yok. Her şeyi üstünkörü görmek, her şeye anlamadan cevap vermek kadınlığın akılca zayıf olmasındandır.”
“Âlemin terbiyesiyle uğraşacağınıza biraz da çocuklarınızınkine dikkat ve himmet etmiş olsaydınız şimdi böyle sokaklarda ötekiyle berikiyle yumruklaşmazlardı.”
“Bir oğlan çocuk, kadın gibi çıtkırıldım büyümez, böyle yumruklaşa yumruklaşa erkek olur.”
“Öyle ise siz hiç erkek değilsiniz, çünkü sizin kimse ile yumruklaştığınızı görmedim.”
“Benim kuvvetim yumruğumda değil kafamdadır. Hem benim gençliğimde boksörlük bugünkü kadar geçer değildi, bunun için hiç idmanım yoktur. Altmışından sonra maç yapmaya kalkarsam belki akıl mahfazamı çatlatırlar. Yoksa acı çekmeye alışığım.”
“Acı çekmeye alışıksanız, ağrılar sızılar bir fenalık değilse dayak yemesi bir zevk olacak. Niçin çekiniyorsunuz?”
“Evet dayak yemesi bir spordur, bir zevktir, fakat bu zevkin tadına idmanla varılır.”
“Öyle ise ne duruyoruz? Birbirimizi dövelim. Hele sizi pataklamak için hazırlanmış eller çoktur.”
Gülüştüler.
Feylesof: “Biliyor musun hanım, bazı dinlerde vücuda, nefse eza, cefa hatta işkence ibadet sayılır. Eyüp Aleyhisselam’ın hikâyesini işitmedin mi? Vücudu cılk yara imiş; kurtlanırmış, yere düşen böcekleri alır yine vücuduna kormuş.”
“Efendi böyle bir hikâye var ama kim bilir yalan mı, doğru mu?”
“İş hikâyenin yalan veya doğru olmasında değildir. Stoisyenliğin peygamberlerde olduğunun söylenmesindedir.”
“Kurtlu peygamber…”
“Ya ne sandın. Haydi yeriyle söylemeyeyim, belki güce gider. Bazı memleketlerde miskin illeti, kellik ahiret için büyük sevap sayılır. Bu sevabı kazanmak için bu hastalığa tutulmuş olanlar iyileşmek istemezler. İlaçtan kaçarlar.”
Müride Hanım ev idaresi ve çocuklar için ne zaman bir çare aramak, dertleşmek, fikir sormak için gelse konuşma böyle çığırından çıkar, başka yollara sapıtır.
22
Feylesof ailesinin etrafa yayılmış olan maymun soyluluğuna bir de şeytanlık katılması, fena şöhretlerini büsbütün artırmıştır. Şimdi herkes onlardan sahici şeytandan kaçar gibi kaçıyordu.
Vahit’in manifaturacı Hurşit Efendi’nin kızı Lemiye’ye, İsneyn’in de İzzet Bey’in torunu Güzide’ye yandığı mahallece pek gizli kalmış şeylerden değildi. Bu dedikodu ile kulakları çınlayan kız ailelerini telaş aldı. Çocuklar üstüne baskıyı artırdılar.
Lemiye, Sultanahmet’te bir terzi evine çırak verilmişti. Ancak tramvay ve ekmek peynir parasına yetişebilecek az bir para ile oraya gidip geliyordu. Orta çapta vücuduyla, solgun yüzü, tatlıca şehla ela gözüyle alımlı görünür, sanatı icabı iyi giyinirdi.
Sabahları baba ile kız evden çıkarlar, Şehzadebaşı’ndaki manifaturacı dükkânına kadar beraber giderler. Orada Hurşit Efendi kızını kendi gözü önünde tramvaya bindirir, işine gönderirdi. Gösterdikleri her türlü dikkate karşı çıkan dedikodulardan ana babanın yüreklerine kurt düşmüştü.
Bir gün Hurşit Efendi karısına sordu:
“Emin ne dersin? Bu dedikoduların aslı var mı?”
“Hiç ummam efendi…”
“Büsbütün boş yere de böyle lakırtı çıkar mı?”
“Çeneler boş durur mu? Âlemin ağzına çiğnemek için bir sakız lazım…”
“İçim bir türlü rahat etmiyor. Kızı karşımıza çağıralım, soralım. Bakalım ne hâl alacak…”
Bir gün Lemiye, ana babadan kurulmuş bu sorgu mahkemesinin önüne çağrıldı. Kız bu çağrılmanın neden olduğunu biliyordu ama tamamıyla bilmezlikten gelme tavrını almaya karar vermişti.
Baba sorguya geçerek:
“Kızım senin üzerine birtakım dedikodular dönüyor.”
Solgun yüzünde bir pembelik dalgalanan Lemiye:
“Ne gibi efendim?”
“Hiçbir şeyden haberin yok mu?”
“Hayır…”
“Biz senin iffetinden tamamıyla eminiz. Fakat ana baba yüreklerimiz rahat edemiyor, senden bazı şeyler soracağız.”
Bu iffet sözü evvelden her kızın iyi hâlini anlatmada kullanılan birinci şart, bir sıfat iken sonraları kuvvetini yarı yarıya kaybetmiş bir söz hâlini almıştı. Lemiye, serbest münasebetleri romanlarda okuyor, sinemalarda görüyordu. Hele terzihanede beraber çalıştıkları akranlarının içinde bir sevgilinin derdini çekmeyen bir kız yok gibi idi. Hemen hepsi çantalarında, koyunlarında uzun kısa yanık satırlar, irili ufaklı fotoğraflar taşıyorlardı. Akşam dağılmalarında çoğunun yollarını bekleyenler vardı.
Baba ile kızın iffet sözünden anladıkları şey bambaşkadır. Bunda geçen asırla bu asrın düşünce ayrılıkları çarpışıyor. Ama ne yapsın ki Lemiye şimdilik babasına iffete kendi anlayışına göre değil, onun anladığı eski yolda görünmek zorundadır. Bu çok güç bir şeydi. Babasını bu eskimiş düşüncelerinde haksız ve kendini bu yasak sevdada haklı görüyordu.
Zengin olmayan aile kızlarına koca çıkmayacağı acı fakat açık bir gerçek iken Vahit ona evlenme sözü veriyordu. Lemiye, babasının bu yanlış düşüncelerine kurban olup da çok sevdiği bu delikanlı ile evlenme fırsatını niçin kaçırsın? Her kız babasının razı olmasıyla evlenmez ya! O eski zorla evlenme istibdadına kalkışan babalar elbette karşılarında şimdi bu zamanın asi kızlarını göreceklerdir. Dünyaya bir çocuk getirmek onun hayatını istediği yolun dışında esir gibi kullanmaya hak vermez. Her hayat kendi sahibinindir.
Emine Hanım: “Ben kızımdan kendimden emin olduğum kadar eminim.” dedi.
Anası babası Lemiye’yi piyazlıyorlardı. Bir günahı olsa bile onu söyleyecek bir hâle sokmaya uğraşıyor gibiydiler.
Kız bu hâlden biraz sinirlenerek şunları fırlattı:
“Mademki benden eminsiniz ve güvenciniz bu kadar büyüktür. Niçin bir suçlu gibi sorguya çekiyorsunuz?”
Babası: “Kızım biz seni masum tanımakla beraber senin elinde olmadan bu dedikodulara yol açacak mesela iftira gibi bir şey olmuş mu, onu anlamak istiyoruz.”
Lemiye: “Zaten dedikodu demek, ortaya çıkarılan sözlerin değerli hakikatler olmadıklarını anlatmaz mı?”
Babası: “Dedikodular asılsız şeyler olabilmekle beraber, ara sıra kuvvetli hakikatlerden çok fenalıklara yol açarlar. Niçin sana karşı lakırtı çıkarıyorlar? Bu neden oluyor? Ne düşünüyorsan söyle…”
Lemiye: “Tayfur adındaki o pis çapkın… Yüzüne tükürmeye bile iğrendiğim o hayta, arsızlanmalarına karşı iğrenmeden başka benden bir yüz göremediği için işte hep lakırtıları o çıkarıyor.”
Babası: “Tayfur’un hâli mahallece malum. O her kadının peşinden havlayan sırnaşık bir köpeğe benzer. Fakat seni Tayfur’la değil, başka bir gençle söylüyorlar.”
Lemiye: “Kim imiş o genç?”
Babası: “Feylesofun büyük oğlu Vahit…”
Bu adın söylenmesiyle sanki birdenbire sıcak bir rüzgâr esmiş gibi, yine yüzü kızaran Lemiye şu kısa cevabı verdi:
“İftira…”
Babası sustu. Karı koca bakıştılar. Cevap doğru mu? Sanki birbirinden onu anlamak istiyor gibiydiler. Lemiye’nin göğsünde bir heyecan kaynaştı. Duramadı, kısa cevabına şu sözleri ekledi:
“İftira atmak için mahallenin en namuslu, en uslu gencini seçmişler.”
Bu gereksiz, bu övücü müdafaadan kuşkulanan Hurşit Efendi büyük bir şaşkınlıkla:
“Mahallenin en namuslu genci Vahit midir?”
Lemiye hararetle:
“Evet…”
“Maymunlukları, şeytanlıkları, edepsizlikleri, dinsizlikleri yedi mahalle aşırıya kadar dillerde gezen bu melun ailenin avukatlığına kalkışmandaki sebebi bana söyler misin?”
“Söylerim… Doğruya şahit olmak, hakka saygı…”
Hurşit Efendi bir cigara yaktıktan sonra:
“Lemiye biliyorsun ki mahallede o aile kimse ile görüşmez gibidir. Bir adamın doğruluğu, eğriliği denemekle anlaşılır. Senin Vahit’le ne alışverişin var ki böyle bir hüküm vermek cesaretini gösteriyorsun?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Melon: Yuvarlak ve bombeli şapka. (e.n.)
2
Paradoksal: Aykırı düşünce niteliğinde olan. (e.n.)
3
Kıtıpiyos: Düşük nitelikte, değersiz, bayağı. (e.n.)
4
Susta durmak: Korkulan kimse karşısında saygılı ve çekingen davranmak. (e.n.)
5
Tuvalet: Yıkanma, tıraş olma, giyinme, süslenme, taranma işi. (e.n.)
6
Anatomi kompareye: Karşılaştırmalı anatomi. (e.n.)
7
Neuzubillah: Allah korusun. (e.n.)
8
Temenna: Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selam. (e.n.)
9
Evrat çekmek: Okunması âdet olan duaları ve Kur’an ayetlerini sürekli tekrarlamak. (e.n.)
10
Eter: A. Einstein’a kadar, evrendeki tüm boşluğu doldurduğuna inanılan madde. (e.n.)
11
Muta: Veri. (e.n.)
12
Zat-ı ali-kadr: Kıymetli, yüce şahsiyet. (e.n.)
13
Fezail-mendim: Faziletli dostum. (e.n.)
14
Herif-i naşerif: Şerefsiz herif. (e.n.)
15
Mübeccel: Muhterem. Yüce. (e.n.)
16
Mir-i muhterem: Muhterem beyefendi. (e.n.)
17
Ebülbeşer: İnsanın babası. (e.n.)
18
Şerafet-i beşeriyeye: İnsanlık şerefi. (e.n.)
19
Mülhidane: Dinsizce. (e.n.)
20
Şek: Kuşku. (e.n.)
21
Furkan-ı Azim: Kur’an-ı Kerim. (e.n.)
22
Bir-i mübarek: Mübarek kuyu. (e.n.)
23
Mürailik: İkiyüzlülük. (e.n.)
24
Murahhas: Temsilci. (e.n.)
25
İdlal: Yoldan çıkarmak, doğrudan ayırmak. (e.n.)
26
Keyfemayeşa: Nasıl isterse, istediği gibi. (e.n.)
27
Mintarafillah: Allah tarafından. (e.n.)
28
Cavalacoz: Değersiz, önemsiz. (e.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов