Книга İnsanlar Maymun muydu? - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
İnsanlar Maymun muydu?
İnsanlar Maymun muydu?
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

İnsanlar Maymun muydu?

Hüseyin Rahmi Gürpınar

İnsanlar Maymun muydu?

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

“İnsana kendi büyüklüğünü bildirmeden hayvanlarla ne kadar eşit bulunduğunu göstermek tehlikelidir.

Onun aşağılığını gözüne sokmadan büyüklüğünü göstermek daha tehlikelidir.

Bu iki hâlini ona bildirmemek daha çok tehlikelidir.

Fakat bu iki benliğini birden ona göstermek daha pek çok yararlıdır.”

Pascal

1

Dikkat gazetesinin yazı odasındayız. Ortaya uzanmış boylu masanın ayıplarını gizleyen lahana yaprağı solukluğundaki yeşil örtü, mürekkepten püskürme benli… İskemleler, hokkalar, bütün öteberi gündelik ve hor kullanılmaktan kahvehane eşyasına dönmüş… Bu kirlice görünüş, cemiyet, şehir, ahlak, iktisat, fen gibi her meseleye karşı kalemleriyle cirit oynayan yazarların gururlarına hiç de parlaklık verecek birer hâlde değil…

Kimi başını önüne eğmiş, kaşlar çatkın, dalgın çalışıyor; kimi bir elinde kalem ötekinde parmaklarının ucunu yakacak kadar küçülmüş izmaritten birkaç nefes daha tüttürmeye uğraşarak düşünüyor; kimi önündeki yarılanmış çay bardağının içine bakarak zihnine bir şeyler doğmasını bekliyor; kimi tercüme ettiği parçanın üzerine gülümsüyor.

Bir aralık masanın bir başından öbür ucuna fırlatılan bir latife, dinlenmeye bir bahane arayan bu yorgun kafaların hep birden işlerini bırakmalarına yol açtı.

Birkaç dakika söyleştiler, gülüştüler. Bahsin gülmeye değerinden çok kapalı odada çalışmaktan bunalmış bu yazı amelesinin onu öyle saymalarına ihtiyaçları vardı.

Birden, koridordan geçen sahip ve başmuharririn emirler veren sesi işitildi. Yazar odasında hemen başlar öne eğildi, kâğıtlar üzerinde kalemler koşmaya başladı.

Bu sahne karşısında meşhur bir komedinin tıpkı bu gerçek tuhaflığı andıran bir perdesini hatırlamamak kabil değildi. Bizde yazarlığın, gündelikçi dülgerden, taş kıran rençperden daha farklı olduğunu kim iddia edebilir? Ara sıra işlerini gevşeten bu amele, uzaktan kalfanın veya ırgatbaşının sesini duyunca aynı çalışma manzarasını almazlar mı?

Dışarıdan başyazarın kulaklara bir kamçı gibi çarpan sesi çınladı geçti. Yine hokka başlarında tembel tembel esnemeler, gerinmeler baş gösterdi.

Geniş bir konuşma zemini açmak için Enver Hakkı, Ali Salahi’den sordu: “İnsanlık maymunluk meselesi nasıl oldu?”

Ali Salahi önündeki zarfları karıştırarak: “Her gün üç dört itiraz mektubu geliyor. Bunlardan gazeteye konulacak ve konulmayacak olanları ayırmak gittikçe güçleşiyor. Bazıları feylesofa atıyorlar saparnayı…” dedi.

Latif Sezai: “Ben, vakit bulup da bu kitabı okuyamadım. Feylesof, eserinde sözün kısası ne diyor?”

Ali Salahi: “Ben de tamamını okuduğumu söylersem inanmayınız.”

Fikret Şükrü: “Zaten biz hangi kitabı bütün okuyup da haklı bir hüküm verebiliriz? Hatta mekteplerimiz için edebiyat tarihi yazanlarımız bile… Bütün bir nesli utandıracak tetkiksiz sayfalar karalarlar.”

Latif Sezai: “Yazan öğretmen ise okutmaktan okumaya vakti yoktur.”

Fikret Şükrü: “Böyle ehemmiyetli işlerde yeri, vakti olan bilirlere niçin bırakmıyorlar?”

Atıf Nuri: “Bu da başka mesele. Dert içinde dert. Çok çalışkan görünen zamanımız, az işle fazla para kazanmak isteyen kurnazlarla doludur. Aynı bahis üzerinde, kendinden önce yazılmış kitapları karıştırırlar, küçük bir rötuşla bu hazırlopları kendi kitaplarına geçirirler.”

Fikret Şadi: “Böylelikle, eskiden işlenmiş yanlışlıkları geleceklere devretmiş olmazlar mı?”

Atıf Nuri: “Bunun kim farkında? Bu yanlışlıkların temelleştirilmesinden kim mesul? Kimin ne umurunda?”

Latif Sezai: “Bir iki kitap karıştıranlar yapacakları işi biraz olsun vazife edinmiş sayılabilirler. Böyle ehemmiyetli eserlerde yalnız kulaktan aldıkları sözlerle sayfa dolduranlara ne diyelim?”

Fikret Şükrü, birdenbire konuşmayı yine asıl bahse çevirerek, “İnsanların maymun aslından oldukları iddiasında pek ileriye varan bu Feylesof Mualla Lahuti Efendi ne çeşit adam Allah aşkına?” dedi.

Ali Salahi: “Çok derin ilim adamlarından imiş. Dünyayı bir buzlu kutbundan öbür kutbuna kadar karış karış dolaşmış, Afrika’yı, Amerika’yı, Hint’i, Çin’i, Avustralya’yı, bütün okyanusları devretmiş… Pitekantrop’u arıyormuş…”

Latif Sezai: “Pitekantrop, bu da ne demek olacak?”

Ali Salahi: “Maymun adam.”

Latif Sezai: “Sormaya dilim varmıyor. Âdem Baba’mız mı?”

Ali Salahi: “Maymundan insana dönmeye başlayan ilk mahluk…”

Atıf Nuri: “Bu kadar yorgunluğa karşılık bari ağababasını bulabilmiş mi?”

Fikret Şükrü: “Alay etme. Onun ağababası, bizim de büyük ceddimiz sayılır. Hep bir kökten geliyoruz. Irklar sonra ayrılıyor.”

2

Bu aralık, yazı odasının kapısı açılır. Boyluca bir adam görünür. Kıyafeti ihmalli bir ihtiyar. Soluk bir melondan1 sarkan kır saçlar enseyi dövüyor. Darvin’i andırır heybetli bir sakal, göğsünü dolduruyor. Çıkık alnın tümsekliğini bir kat daha artıran gür kaşların altında çukura kaçmış küçük gözler, insanın maymunla akrabalığına bir örnek gösterir gibi bakıyor.

Kullanılması yılları geçmiş bol, uzun cübbemsi bir pardösü gövdesini örtüyor. Biraz papaza, daha çok bir haham eskisine benzeyen tuhaf bir kimse…

Bütün yazarların gözleri bu keşiş bozuntusuna yahut işinden çıkarılmış hahama dikilir. Bu garip zat birkaç adım ilerledikten sonra ince bir gülümseme ile bir kart uzatır.

Ali Salahi kartı alır ve yüksek sesle okur: Feylesof Mualla Lahuti Efendi…

Bu şişkin isim ve unvan işitilince herkesin bakışındaki dikkat artar. Mualla Lahuti Efendi, bu meraklı gözlerin önünde hafifçe bir reverans yapar. Yazarlar hep karşılık verirler. Bu suretle selamlaşmış olurlar.

Feylesof: “Başyazarı görmek istiyorum. Kabul buyururlar mı acaba?”

Ali Salahi: “Buyurunuz. Biraz dinleniniz. Haber verelim.”

Feylesof, gösterilen sandalyeye oturarak, “Teşekkür ederim…” der.

Yazarlardan biri bu mühim ziyareti başmuharrire yetiştirmeye gider.

Mualla Lahuti Efendi yazılarını bırakıp, kendini dinlemeye hazırlanmış yüzlere dönerek: “Efendim, bana karşı olarak gazeteye koyduğunuz son makalelerden ikisi çok şiddetlidir. Birindeki imza Enis Buharî, öteki Ruşen Zamir’dir. Asıl isim mi, takma mı bu isimler kim bilir? Bütün bu sözler, iddialar softa kokuyor. Görünen hakikat işte budur.”

Latif Sezai: “Her yenilik, halkça fena olarak karşılanır. Zatıaliniz bizden iyi bilirsiniz, sizden evvel meşhur İngiliz feylesofu Darvin, teorisini meydana koyduğu zaman aynı hücumlara uğramamış mıydı?”

“Evet, fakat o vakitten bu ana kadar hemen üç çeyrek asırlık bir zaman geçti. Bazı cihetlerden ilerliyorsak, bazılarında da kıçın kıçın geri gidiyoruz. Takındıkları ‘medeni’ unvanına karşı, insanlar gittikçe vahşileşiyorlar…”

“Tanklar, uçak bombaları, boğucu gazlar…”

“İşte bu ölüm icatlarından dâhiliklerine şeref arıyorlar. Ahlakça düşkünlüklerine başka delil düşünmeye lüzum var mı? Bir millet, öteki milletlerin hayatlarına tırpan attıktan sonra İsrafil’in surunu üfürmek istiyor.”

Fikret Şükrü: “Efendi hazretleri, bugünün dünya politikasını da biliyorsunuz.”

“Malum… Koca dünya yuvarlağı birkaç avucun içinde hokkabaz yuvarlağına çevrildi. Felsefe, ilim, moral, akıl, itidal, haklılık, adalet hep sustu, bütün hayvanca şiddetiyle canavarlık baş gösterdi. İnsanlık ruhumuzda yırtıcı hayvanların kalıntısını taşıdığımız apaçık görülüyor. Çakallarla kurtlarla kan kardeşiyiz. Darvincilikten sonra insanın hangi kökten çıktığına dair ortaya bir teori konuldu mu? Yaradılış ölçüsünde bizim alt tabakamızda maymunlar var. Bazı organlarımız bakımından onlara çok benziyoruz. Bu benzerlikleri gözden geçirmeye kalkışınca, ‘Vay biz maymun mu imişiz? Haşa sümme haşa!’ bağırtılarına küfürler karıştırılarak kıyametler kopuyor. Dur behey kan dökücü insanoğlu! Maymunun bu işe erecek kadar aklı ve söz söylemesi olsa bu akrabalığı kabul etmemek için senden önce o hayvan telaşa düşer. Maymunlar, bu kan kardeşliğini şeref bilmeyecek kadar kendilerini ahlakça insanlardan yüksek saysalar yerindedir. İnsanoğlu, sen ne patırtı edip duruyorsun, bizden önce bu akrabalıktan çekinme o hayvanlara düşer.”

Feylesof böyle boşanmaya bahane arar bir coşkunluğa düşerken başmuharririn yanına giden genç, odaya dönerek, “Efendi hazretleri, buyurunuz beyefendi sizi bekliyor.” dedi.

Feylesof kalktı. Her yazarı ufak bir baş işaretiyle selamlayarak yürüdü.

Mualla Lahuti odadan çıktıktan sonra yazarlar bu adam hakkında edindikleri fikirleri birbirinden sorar gibi bakışıyorlardı. Sonunda, Enver Hakkı dilinin ucundaki suali salıverdi: “Bu Lahuti Baba’ya ne dersiniz?”

Atıf Nuri: “Bütün benzerleri gibi bu da paradoksal2 bir tipe benziyor.”

Fikret Şükrü: “Azizim, böyle adamlar paradoksallaşmadıkça meşhur olamazlar. Nietzsche’yi büyük bir örnek olarak gösterebilirim.”

O zamana kadar ağız açmamış olan Bahattin Salih, “Geç canım geç…” dedi.

Fikret Şükrü: “Neyi geçeyim?”

Bahattin Salih: “Kıtıpiyos3 lafları.”

Fikret Şükrü: “Sözümün neresi kıtıpiyos?”

Bahattin Salih: “Nietzsche bir deli idi. Bu adam da budalaya benziyor. Bizde delinin bile iyisi çıkmaz.”

Enver Hakkı: “Bahattin, durur durur da bir cevher yumurtlar ki, al da lafı rafa koy…”

Latif Sezai: “Bahattin dâhileri çekemez, kıskanır. Onlar için iyi dediğini hiç işitmedim.”

Fikret Şükrü: “Zavallı Baha, Türkiye’de yazar doğacağına keşke Almanya’da Niçe (Nietzsche) gibi bir deli olsaydı.

Enver Hakkı: “Türkiye’de meşhur deli yok mudur sanki? Birkaç şair sayabilirim.”

Latif Sezai: “Mazhar Osman Bey’in sicilinde kaç şair, kaç edip var acaba?”

Bahattin: “Doktorun hususi bir defteri varmış. Onlara pansiyona gelenler değil, gelecekler kayıtlı imiş.”

Atıf Nuri: “Bu defteri çalsak da çıldıracakların adlarını gazete ile yaysak…”

Fikret Şükrü: “Sürüm çoğalır.”

Bahattin: “Ama belki ertesi gün gazete kapanır.”

Fikret Şükrü: “Esasa dönelim. Mualla’ya paradoksal diyorsunuz, ama bu adamın görüşü açık. İnsanlarla hayvanları hemen hemen birleştiriyor.”

Atıf Nuri: “Büsbütün haksız mı söylüyor sanki? Biz insanlar, hayvanlara karşı zekâmızla övünüyoruz. Hayvanlarda zekâ yok mu? Tıpkı bir insan gibi terbiye almıyorlar mı? At cambazhanelerinde, bazı sahnelerde numara yapan artist hayvanları inkâr edebilecek miyiz?”

Enver Hakkı: “Öğreniyorlar, ama çok güç öğreniyorlar.”

Latif Sezai: “İnsanlar kolay mı öğreniyorlar? Okumaları yıllarla süren bilgiler yok mu? İçimizde hayvanlara yaklaşan kafalar çoktur.”

Enver Hakkı: “On yılda piyano klavyesi üzerinde sağ ve sol el notalarının iki satırını birden okumayı beceremeyenleri çok bilirim.”

Fikret Şadi: “Hayvanlar dayak korkusuyla öğrenirler.”

Bahattin: “Hayvanlar dayaktan korkarlarsa insanlar türlü şekillerdeki cezalardan titremezler mi? Yarı vahşi memleketlerde bir zorbanın şaklattığı kırbacın önünde yüz binlerce insanlar susta durmazlar mı?4 Henüz hayvanız hayvan… Tarihimizin beş altı bin yıllıktan ötesini tanımıyoruz. Fen, ilim bize üzerinde yaşadığımız bu toprağın yaşı birkaç yüz milyon diyor. Küremiz bir gök afetine uğramazsa bir o kadar yıllık daha ömrü olduğuna işaretler vardır tarihçe olan bilgimizin, yalan yanlış varabildiği bu beş altı bin seneyi o, geçmiş ve geçecek milyonlara nispet edersek övündüğümüz bugünkü medeniyetimize karşı hilkat sicilinde henüz emekleyen bir çocuktan daha iradesiz, daha akılsız olduğumuz anlaşılır.”

Atıf Nuri: “Demek, insanlığın bir büyük geleceğinden ümidin var.”

Bahattin: “Şüphesiz. Birkaç yüzyıl evvelki vahşiliklerimizi düşünürsek karışıklığından yanıp yakıldığımız bugünkü hâlimizde büyük bir düzelme görürüz. O eski engizisyonlar, o işkence aletleri, bir kişinin emriyle muhakemesiz kafa kesilmeleri gibi canavarlıklar artık var mı? Bugün biz, bu birkaç yüzyıl evvelki tarihimizi okurken nasıl ürpermeler geçiriyorsak bundan üç dört yüzyıl sonra da bugünlerin tarihlerini okuyacak insanlar aynı ürküntülere düşeceklerdir.”

Enver Hakkı: “Demek insanlar arasında ideal adaleti kurabilecek kanunlar yapılacak…”

Latif Sezai: “Hayhay…”

Ali Salahi: “Bu mucize kanunlarını silahsızlanma konferansı mı yapacak?”

Latif Sezai: “Hayır canım. Yakında bir muharebe çıktıktan sonra lüzumsuzluğu anlaşılarak, bu cemiyet ya ortadan kalkacak veyahut büsbütün başka bir şekil alacaktır. Çünkü oraya toplananların hiçbiri samimi iyi bir niyetle gelmiyor. Hepsinin siyasi not defterlerinde kayıtlı başka devletlerin zararına görülecek entrika emelleri vardır. Her an birbirinden hile sezinleyerek, bunun bir tasımını beklerler. Haksızca saldırmaya kalkan herhangi bir milleti silahla susturmaya zorlamak için verilecek bir ittifak kararı verseler iş biter. Ama bunu veremezler, çünkü bir gün, bu kararın, ona imza koyan devletlerden birinin karşısına çıkması ihtimali vardır.”

Fikret Şükrü: “Latif, sen bugünlerde siyasileştin. Arnavutluk ile İtalyan münasebetlerine ne dersin?”

Latif Sezai: “Karganın kanadına sığınan serçenin hikâyesini tekrar ederim.”

Bu sırada yine oda kapısı habersizce gıcırdadı. Kasketinin siperi biraz yana kaymış, uzamış tıraş mı sakal mı belli değil, tuvaletsiz5 tüylü bir yüz göründü. Hiç ağız açmadan, bir zaman tuhaf bir dikkatle yazarlara baktı, durdu.

Ali Salahi, bu kabalıktan sinirlenerek sordu: “Kimsiniz? Kimi arıyorsunuz efendim?”

Adam bir şey yutuyor gibi kaşlarını kaldırıp gırtlağını oynattıktan sonra: “Ben mi kimim?”

Bu acayip sual karşısında, yazarların hepsinin yüzlerinde birer gülümseme dolaştı. Adam, sözünün arkasını getirdi: “Ben, âdemoğullarının sırtına yüklenen haşa maymunluk küfrüne karşı Enis Buharî imzasıyla dört gün evvel bir yazı gönderen adamım. Kimi aradığımı da söyleyeyim.” dedi, durdu.

Ali Salahi: “Peki buyurunuz, dinliyoruz.”

Enis Buharî: “Mualla Lahuti adını alan o müşrik herif burada imiş. Onu arıyorum, görüşeceğim.”

Ali Salahi: “O şiddetli yazınız nasılsa dikkatsizlikle gazeteye geçirilmiştir. Biz, bu işin sövüşme tarzında değil, fennî, ilmî surette konuşulması tarafındayız.”

Enis Buharî birkaç adım odanın ortasına ilerleyerek: “Böyle bir hezeyan, ilim sınırına sokulabilir mi? Çingenenin oynattığı götü kırmızı şebek babandır, sokakta gezinen uyuz köpek amcandır, moloz taşıyan kancık eşek halandır deseler, demek ki, kızmamalıyız.”

Ali Salahi: “Bu söylediğiniz, medeni insanlar arasında olmaması gerekli ve terbiye düsturuna ait bir iş, öteki anatomi kompareye6 ve paleontolojiye ve daha başka şeylere ait bir bilim meselesi…”

Enis Buharî Efendi sinirli bir söyleyişle: “Lafa böyle ‘kumbara mum-bara, loji moji’ karıştırıyor ve buna da ‘ilim’ diyorsunuz. En sonra da insanlık hesabına baba olarak bir ayı, bir maymun, ana olarak da bir kancık çıkarıyorsunuz. O herif, bastırdığı kitapta neuzubillah7 ne haltlar karıştırmış! Biz hepimiz solucandan gelmişiz. Solucanın geldiği babanın da tek bir deliği varmış. Yeme, içme ve dışarı çıkma hep bu tek delikten yapılıyormuş. Bulantı duymadan bu saçmaları okumak elden gelir mi? Bu herif haşa Mualla Lahuti değil, imansız bir Yahudi.”

Latif Sezai: “Evet, Feylesof Mualla Efendi burada başyazarımızın odasındadır. Fakat onunla matbaamızda bu şekilde münakaşaya müsaade edilemeyeceğini size hatırlatmak zorundayız.”

Enis Buharî: “Efendim, biz icabında münazara adabına riayeti de biliriz.”

Ali Salahi: “İşte bu riayette gayet dikkatli olmanız şartıyla onunla görüşebilirsiniz.”

Enis Buharî: “Bu ana kadar biz nelere eyvallah demedik ki, buna da ya sabır çekmeyelim?”

İşi anlatmak için, yazarlardan biri tekrar başyazarın odasına gider ve döner. Enis Buharî’nin beklenildiğini söyler.

Bu adam, yazarlara kısa temennalar8 ettikten sonra, salıntılı bir yürüyüşle odadan dışarı çıkar.

Atıf Nuri: “Bu zat, bir yobaz eskisine benziyor.”

Ali Salahi: “Evet, çarpık kasketinin altında yasak sarık sırıtıyor gibi bir hâlde…”

Latif Sezai: “Bakalım verdiği sözü tutacak mı? Yoksa orada bir gürültü mü kopacak?”

Enver Hakkı: “ ‘Ya sabır çekerim!’ dedi ya…”

Fikret Şükrü: “O, medresede evrat çekmeye9 alışmıştır.”

Hep birden gülüştüler.

3

Başyazar ile feylesof arasında konuşma orta hâllice sürüp gitmekte iken Enis Buharî Efendi odaya girdi. Yarım bir kımıldanışla ona yer gösterdiler, ilkin birbirini tartar gibi gözden göze bir bakış oldu. Sonra, feylesof biraz hışırca bulduğu hasmına karşı hafif bir gülümseme ile söz açarak: “Eserimle efendi hazretlerini çok öfkelendirmiş olduğuma teessüf ederim. Kâğıt üzerindeki tekdirleri yeteri kadar bulamayarak galiba şimdi de yüz yüze kavgaya geldiler.”

Enis Buharî Efendi yüreğinde kaynayan taşkın taassup ateşini yenmeye uğraşarak: “Hayır efendim, estağfurullah, kavgaya değil, âcizane ricaya geldim. Kul kusursuz olmaz. Nasılsa kocaman bir hata işlemişsiniz. Sözünüzü geri alınız.”

Feylesof: “Maksadınızı açık açık söyler misiniz?”

Enis Buharî: “Gerek sizi ve gerek size aldanacak saf yüreklileri büyük bir vebalden korumak için söylüyorum. Maymundan insan doğmaz. Bu hakikati pekâlâ siz de bilirsiniz; ama Darvin marvin diye birtakım İngiliz, Fransız, Frenk dedikodusuna kapılmışsınız.”

Feylesof: “Yanlışlık bende değil, sizde… Ben, bir maymunun birdenbire insan doğurduğu iddiasında bulunmadım. (karşısındakine dikkatle bakarak) Sizi şimdi daha iyi tanıdım. Siz, eski vaizlerdensiniz. Bayezit Cami’nin Kaşıkçılar kapısında halkı irşat ederdin. Eserlerinden bir satırını bile okumadığınız Moliere’e, Voltaire’e atardınız kantarlıyı…”

Enis Buharî biraz bozularak: “Canım efendim, neye lazım, o eski yaprakları kapayınız şimdi… Sözümüzden ayrılmayalım. İnsan, insandır. Maymun, Cenabı hallakı Kerim’in yarattığı büsbütün başka maskara bir hayvandır. Hak Teâlâ ve Takaddes hazretleri adamı balçıktan yarattı, uyluğundan Havva’yı çıkardı. Âdem’e secde etmelerini meleklere emir buyurdu. Bütün melekler, Âdem’in huzurunda secdeye vardılar. Şeytan, aleyhüllane, kibr ü gururundan bu emre itaat etmedi. Cennetten kovuldu. Hasetten, yeryüzünde beniâdeme musallat oldu. Şimdi her an onları yanıltıp şaşırtma ile uğraşıyor. Emin olunuz feylesof efendi, sizi de şaşırtan odur. Bastırdığınız o küfürnameyi toplatıp yakınız. Din kardeşliği koruyuculuğu ile acırım size! Tövbe istiğfar ediniz.”

Feylesof Mualla Efendi, başyazar beyin yüzüne baka baka bu küçük vaazı büyük bir tahammül sıkıntısıyla dinledikten sonra, eski vaize dönerek: “Hocam.” dedi. “Yine eski huyunuzdan vazgeçmemişsiniz. Bu sözleriniz çok kimsenin uğramadığı tenha bir mescidin köşesinde, sekiz on saf yürekliye karşı ballandırılacak günü geçmiş vaazlardandır.”

Enis Buharî Efendi aşır okur gibi bir sallandıktan sonra: “Sizin, Allah’a ve emirlerine itikadınız yok mu?”

Feylesofun ağzından dik, kısacık bir cevap fırladı: “Yok…”

“Neuzubillah…”

“Dünyaya, her kavmi birbirine düşürecek zıt emirler gönderip de hâlâ sözünü yürütmeye muvaffak olamayan sizin Allah’ınıza itikadım yok…”

“Demek, bir mülhitle karşılaşıyorum. Sizin Allah’ınız, bizim Allah’ımız olur mu? Bu nasıl söz?”

“Olur… Siz, Allah diye, Göksu testisi gibi lüleci çamurundan insan yapan adi bir fabrikatör tanıyorsunuz. Felsefe ise, gözlere görünmeyecek kadar küçük bir tohuma, sonu gelmeyecek nesiller sığdıran büyük kuvveti aramakla uğraşıyor.”

Enis Buharî Efendi’nin gırtlağı fıskiye üzerindeki yuvarlak gibi, aşağı yukarı oynuyordu. Besbelli ki, zavallı adam, içinden ya sabır çekip duruyordu. Sordu: “İlk âdemin topraktan yaratılmayıp da maymundan geldiğine mi inanıyorsunuz?”

“Ben, bu ciheti eserimde uzun uzadıya anlattım. Dikkatli okumamışsınız. Siz, büyütmek istediğiniz Allah’ı, ona yaptırdığınız insan gibi hâllerle küçültüyorsunuz. Onu, çamurdan adam yapan kaba bir heykel yontucusu derecesine indiriyorsunuz. Şeytana bile sözünü geçiremiyor. Uşağına kızan bir patron gibi onu cennetten kovuyor. Aleyhillane, patrondan öç almak için dünya yüzünde isyan bayrağını açıyor, ortalığı birbirine katıyor, Cenabıhak bizzat kendinin bile başa çıkamadığı meluna yenilmiş olan insanları cehenneme atıyor. Hep bu sözler, dinleyenleri ayakta uyutacak masallardır. Vaiz Efendi hazretleri, sizin bana acıdığınızdan çok, ben size acıyarak bakarım. Hakikatte acınacak ben değilim, sizsiniz. Bu ehemmiyetli sözlere melek, şeytan, bir elde topraktan yapılma Âdem, Havva karıştırılamaz.”

Enis Buharî Efendi merakla boynunu uzattı ve hâlâ sırtında bol yenli cüppesi varmış gibi, kollarını sallayarak: “Kitaba inanmayalım. Allah’ı tanımayalım. Ya bu âlem nasıl meydana geldi?”

“Alem, daha doğrusu âlemler meydana gelmedi, hep bunların mayaları olan ‘eter’10 ezelden beri vardı. Bütün kâinatı içine almış görünen fezanın yokluğu farz olunabilir mi? Hiçbir Allah, hiçbir kuvvet bu sonsuz şeyi havası kaçmış çocuk oyuncağı bir balon gibi avucu içinde buruşturup da cebine koyamaz.”

4

Gittikçe kızışan sözün varacağı sonu biraz endişe ile bekleyen başyazar, misafirlerine birer kahve ısmarladı. O, ne büsbütün feylesofun ne de vaiz hocanın fikri tarafında idi. Onun için, dedi ki: “Sizi birbirinizden fikirce ayıran uçurumlar var. İzin verirseniz, ben de aranızda aracı bir hâl alayım.”

Feylesof: “Buyurunuz efendim, konuştuklarımız akıllıca fikirler için açıktır. Akıllıca olmayanları bile reddetmek maksadıyla dinleriz.”

Enis Buharî: “Beyefendi, buyurunuz. Yardımınız batıl değil, hak için olacaktır.”

Başyazar: “İlimler, fenler çalışmalarında hiçbir yasak dinlemezler. Hakikate varmak için her engeli yıkarlar. Ancak dinler, milyarlarca insanın dünya ve ahiretçe salah ve selamet imanıyla dönmüş oldukları mukaddes birer mihrap sayıldıkları için onlardan koyu inkâr şeklinde hor görerek söz etmek de caiz görülemez.”

Enis Buharî, iskemlesi üzerinde iki defa kalkıp oturarak: “Ağzınızı öpeyim beyefendi…”

Feylesof, yüzünde gezinen gülümsemeyi genişleterek: “Bugünkü şekliyle dinin, ilim ve felsefe karşısında tutunabilmesine imkân yoktur. Her şey ilerlesin, değişsin, yalnız dinler on beş yirmi asır evvelki çocukluklarını koruyarak yine bütün âlemce muta11 olsunlar. Bunu akıl kabul etmez.”

Başyazar: “Din itikatlerinde, rivayetlerinde matematik kesinlik aranmaz. Dinler, metafizik belirsizliklerle dolu birer maneviyat âlemidir. Herkes, evet herkes, onları ruhça uyanıklığının derecesine göre genişleterek kabul eder. Ne yapalım, insanlık en vahşilerinden en medenilerine kadar putsuz, Allah’sız, itikatsız yaşayamıyor. Boşluklardan korkuyor, tutunacak bir temel arıyor. Dindar büyük feylesoflar bulunduğunu inkâr edemezsiniz. Onun için felsefe, araştırmalarında engel tanımayarak hırçın görüşlerle ilerlesin, fakat dinle pek tepişmesin, onu kendi hâline bıraksın. Bugün, felsefe dine uyamıyorsa, emin olunuz, yarın din felsefeye uyacaktır.”

Vaiz Enis Buharî’nin ağzı yarım karış açıldı. İnsanlık hayatında dine de felsefeye de ister istemez bir yer veren bu sözleri büyük bir alaka ile dinliyor, biraz kendi cehlini anlar gibi oluyordu. Onun da dinden şüphelendiği noktalar yok değildi. Ama koyu taassubu yüzünden bunları derinleştirmekten korkuyordu. Şimdi, feylesofa döndü. Onun vereceği cevabı dikkatle bekler bir hâl aldı.

Feylesof bu sefer gülümsemedi. Çatkın, ciddi bir suratla başladı:

“Felsefe, birçok asırlar dinin yardakçılığını yaptı. Fakat her adımda ayaklarını köstekleyen efendisinin bu uşaklığından artık kurtuldu. İlk zamanların cahil adamları kendilerinden daha cahillere karşı Allah ve din adına hiçbir ölçüye uymayan gülünç yalanları uydurdukça uydurmuşlar. Sonra tefsirciler gelmiş, bunlara daha gülünç kulplar takmaya uğraşmışlar. Kimi, cennetten kovulan Âdem’i Seylan Adası’nda Not Dağı’na, Havva’yı Hicaz civarına indirir. Öteki, buna karşı koyarak başka iniş yerleri gösterir. Sonra iniş tarihinde tarihçiler uyuşamazlar. Sonunda bu tarihin, İsa’dan önce 5584 ve hicretten 6216 yıl evvel olduğu kabul edilir. Görüyor musunuz, aslı faslı olmayan ilk büyük yalanın üzerine yığılan başka yalanlar. Cennet neresi? Onun çamurundan yapılmış bir adam, ara yerdeki yüz binlerce fersahlık havasız boşluklar içinde, boğulmadan buraya nasıl iniyor? Bu adamlar, kâinatı kendi anlayışları derecesinde küçültüyorlar, adileştiriyorlar.”