Hüseyin Rahmi Gürpınar
Toraman
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
1
Adile Hanım iki evin bahçelerini ayıran tahta perdenin budak deliğine gözünü uydurarak:
“Komşum Hasnâ, ne yapıyorsun orada?”
Cevap yok. Adile Hanım kendi kendine:
“Karı biraz sağırdır. Tez beri duymaz ki…”
Yumruğuyla küt küt, tahta perdeye vurarak:
“Huu, komşucuğum, sana söylüyorum…”
Yine ses yok. Adile bir süre budak deliğinden içerisini gözledikten sonra:
“Aaa görüyorum işte, mutfak kapısının önünde dolma dolduruyorsun. Niçin ses vermiyorsun? Aramızdan kara kedi mi geçti?”
Hasnâ Hanım işaret parmağını ağzına götürür. Susma işareti verir. Bir şeyler homurdanır…
Adile Hanım şaşırarak:
“A! Hazen kebira… Elhap oyunu mu1 oynuyorsun? Dilini fare mi yedi? Cevap versene karı!”
Hasnâ Hanım, Adile’ye eliyle oradan çekilip gitmesini işaretle yine birkaç homurtudan başka karşılık vermez.
Adile’nin şaşkınlığı artarak:
“Buna şaşar mısın, kızar mısın? Her zaman çilingir körüğü gibi işleyen ağız bu sabah susmuş. Şaşılacak şey… Hayırdır inşallah!”
Hasnâ yine komşusunu tahta perdenin arkasından uzaklaştırmak için verdiği işaretleri tekrardan başka karşılık vermez.
Adile Hanım biraz öfkeyle sesinin tonunu yükselterek:
“Karı bu ne tuhaflık böyle? Yoksa şimdiye kadar yaptığın dırdırlara, dedikodulara böyle susarak mı son veriyorsun?”
Hasnâ Hanım artık dayanamaz. Bir kahkaha sağanağı salıvererek:
“Hah işte şimdi tam üstüne vurdun!”
“Aaaa ben seninle sabahleyin ‘bilemedin kaldır vur’ oyunu oynamaya gelmedim. Söyleyecek nelerim var nelerim… Lakırtısızlık sana yakışmıyor. Bu elhap oyununu sana kim salık verdi? Söyle bakayım.”
“Ah komşum Adile ahhh!.. Bizim kızı kocası boşayalı çarpıntı hastalığım arttı. Göbeğimin üstünden doğru top gibi yuvarlak bir şey kabarıyor. Göğsümün içinde at yarışı varmış gibi her tarafımı döne dolaşa tekmeledikten sonra -ah nasıl anlatayım- geliyor boğazıma sanki bir yumruk tıkanıyor… Su, limon yetiştiriyorlar. Her yanımı ovuşturuyorlar. Zorla açılıyorum. Acı insana neler getirmez? Kolay mı komşum? Kolay mı? Kızım Sabire’yi kocaya verdik. Hâlimiz vaktimiz sizce belli. Ohhh üstümüzden bir yük kalktı diye sevinirken meğerse verdiğimiz herif soysuzmuş. Tamam paya pay iki buçuk yıl dırdırdan, hırhırdan, kavgalardan sonra boşayıverdi. Kız buradan bir can gitti, şimdi üç canla geri geldi. Biri kucağında, biri karnında… Bu da Tanrı’mın bir davranışı… Yok yine de Tanrı’nın gücüne gitmesin, asla yakınmıyorum. Yazısı böyleymiş. Fakat pek zor Adile, pek zor…”
“Hep bunları yetmiş kere dinledim. Deminden niye lakırtı söylemiyordun? Dünyana mı küstün?”
“Patla, işte, işte ben de onu anlatacağım! Sözüm oraya gelecek.”
“Kızın kocadan boşandı diye değil, senin merak hastalığın eskidir. Şimdi de her lakırtının başına bu boşanma işini sokmadan söz söyleyemez oldun.”
“Kişinin düşüncesi neyse lafı da odur. Ayıplama kardeş. Yüreğim yanıyor. Ah, sebep olanlar sebepsiz kalsınlar! Damadım olacak yaşı yerlerde sayılası o kepaze oğlan, kızımın üstüne başka bir karı mı sevmiş ne yapmış?”
“Aaa hep bunları biliyorum Hasnâ, artık tekrarlama! Tekrarladıkça üzüntün artar.”
“Bizimki de öyle diyor. ‘Kızımı kocası boşadıysa ne yapalım, Tanrı’nın yaratışta kararı böyleymiş, bu karara uymaktan başka bir şey yapılamaz. Fakat senin bu dırdırın yok mu her şeyden çok beni işte o yıldırıyor. Böyle her gün dır dır dır hem kendini öldüreceksin hem beni hem de kızını!’ diyor.”
“Zavallı adam haklı. Tanrı’nın kararına boyun eğ. Sus artık!”
“İşte ben de susmaya uğraşıyorum. Hanım, akıl yok ki başta… Lakırtıya başlıyorum, dallanıyor budaklanıyor, sonra da bir türlü çıkılacak tarafı bulamıyorum. Ha, sözüm nereye gelecekti? Bu çarpıntılarım, baygınlıklarım arttıktan sonra şeyhime gideyim dedim, kendime bir nefes ettireyim, hafifliktir. Kocamustafapaşa’da bizim şeyhimiz vardır. Albostanlı Keramet Efendi.”
“Elbistanlı Keramet Efendi.”
“İşte neyse, benim o kadar ince lafa aklım ermez. Çocukluğumdan beri biz onlara Albostanlı deriz. Postuyla beraber bu san babadan evlada kalır. Bunun babası rahmetli Kerim Efendi göbeğine kadar ak sakallı nur gibi bir adamdı. Genç fakat bunun da sarığı büyük, bunun da okuyup üflemesi etkili… Bu da insanın yüzüne aynı duaları okuyup üflüyor. Bu genç şeyhe karının biri tutulmuş. ‘Nikâhla al beni, bütün malımı mülkümü üstüne çevireyim.’ demiş. Oysa şeyh evli, güzel bir karısı, tosun gibi çocukları var. Şeyhin yanakları elma gibi kırmızı, gözleri ahuya, kaşları kemaneye benziyor. Kaltağın biri imrenmiş işte… Aman hanım bu kadın dedikodusu camiye de giriyor, tekkeye de…”
“Hasnâ Hanım, sen yine lakırtının çıkacak yerini şaşırdın.”
“Dur hanım, dur! Sırasıyla hepsini anlatacağım. Bana okudu üfledi. Yanında birisi var. Su kabağı mı diyorlar, nukba mı diyorlar ne? İşte o kalfasıymış. Sonra beni ona çiğnetti. Çeyrekletti. Yanımda Safiye vardı. Bana döndü, ‘Deminden buraya iki genç, güzel hanım geldi. Şeyh okuduktan sonra onları kendi çiğnedi. Genç olaydın kalfasına çiğnetmez, seni de kendi çiğnerdi. Ne kadar olsa şeyhin ayağında başka güç, başka keramet vardır.’ dedi. Neyse ben gücenmedim. Belki şeyh akşama kadar kadın çiğnemekten yorulmuştur. Beni de kalfasına çiğnetti. Fakat kalfası pek boylu, güçlü kuvvetli, minare kırması bir adam. Hâlâ kemiklerim ağrıyor…”
“Geçen yıl muhasebeciler büyük hanımı ayıya çiğnetmediler mi?”
“Sus kız çarpılırsın. Hiç o, buna benzetilir mi?”
“Yalan söylemiyorum ki çarpılayım? Çiğneyen adam ne kadar cüsseli olursa şifası da o kadar büyük olurmuş.”
“Beni çiğneyenden daha ağırı pek zor bulunur. Şose yapıldıktan sonra üstünden öküzler koşulu bir yuvarlak geçirmezler mi? Altında işte öyle yamyassı oldum.”
“İyi geldi mi bari Hasnâ?”
“Bilmem… Biraz iyi gibiyim…”
“O koca kalfa, fırın hamurcusu gibi senin üstünde tepinirken içinde ne kadar merak, çarpıntı yeli varsa elbette dışarı çıkmıştır. Canın çıkmadığına şükret…”
“Ah Tanrı’ma bin şükür…”
“Ey, bu elhap oyununu kim öğretti?”
Hasnâ Hanım birkaç defa geğirerek:
“Bak bak, merak yelleri yine başlıyor.”
“Kolayını bulmuşsun, git bir daha çiğnen…”
“Kemiklerimin bu ağrıları geçmeden çiğnenemem.”
“Belki bu defa şeyh kendi çiğner de kemiklerini o kadar ağrıtmaz. Bu sefer iyice süslen de git.”
“Kız eğlenme sabahleyin benimle!”
“Aaa niye eğleneyim? Biraz düzgün sürüp kaşlarını, kirpiklerini boyadığın zaman bayağı gençleşirsin.”
“Tanrı’m yazmasın! Şimdiye kadar hiç yasak şeye süslenmedim.”
“Bu, şeyh ayol… Günahı yoktur ki…”
“Şeytan karı, çekil sabahleyin oradan! Aklımı karıştırma. Şaşırdım işte. Dolma sarıyorum diye yaprağı parmağıma doladım.”
“Niye şaşırdın? Sen de galiba şeyhi kalbinden geçiriyormuşsun. Keramet Efendi’nin kaşını, gözünü öyle bir anlattın ki gidip görmek için bana bile merak geldi.”
“Git git, kıskanmam valla… Sen gençsin. Güzelsin. Seni mutlaka kendi çiğner.”
“Gereği yok. Kocamın çiğnemesi bana yetişir.”
“Allah versin. Seninki de boyda bosta Keramet Efendi’nin kalfasından aşağı kalmaz. Bir defa çiğnese bir hafta vücudunu bulamazsın. Tuh tuh tuh… Şuna da bak hele… Sabah sabah bana neler de söyletiyorsun. Boyumca günaha girdim… Bu sabah hiç lakırtı söylememeye karar vermiştim. Nerede olsa beni söyletmek için karşıma bir şeytan çıkıyor. Şeyhim, bana tenhaya çekilmeyi buyurdu. Bu evde tenhaya çekilmek olur mu? Karşıki komşumuz apukatın karısı, kocasını kilerde beslemeyle yakalamış. Kavga ayyuka çıkıyor. İşitip de günaha girmeyeyim diye buraya, bahçeye kaçtım. Kızı önce evlatlık diye aldılar. Haspa büyüdü. Kaşlı gözlü bir civan oldu. Kocaya vereceklerdi. Apukat bu… Evlatlık falan dinler mi? Birisine verilmezden önce kaymağını kendi tatmak istemiş. Şefika’da kabahat. Bu zamanda insana öz evladından iyilik gelmiyor da evlatlığı ne yapacak? Oh olsun, o cingöz herif evde evlatlık kız mı yaşatır? Aa doğrusunu söylemeli… Herifin de kabahati yok hani. O paçavra hastalığından kalktıktan sonra Şefika’nın her tarafı pörsüdü. Yüzüne lekeler bastı. Gudubet bir şey oldu. Karlar yağsa kış değil mi? Kişi kendini bilse hoş değil mi? Karı bu çirkinliğini örtmek için saçlarını kanarya sarısına boyadı. Eşi dostu kendine güldürdü. Bunun tutarı on paralık ayna… Bir kere aynanın önüne gidip de suratına baksa ya… Çoraklıkta kalmış sağmal ineklere döndü. Tanrı’m insanı bir kere şaşırtmasın. Herif artık bu hırtlamba karının yüzüne bakmaktan bıktı. Karşısında dolaşan ay gibi evlatlığı görünce kendini tutamadı. Mezhebi geniş bir adam… Kızılbaş mıdır nedir?”
“Hasnâ, sen de peyrizi bozdun ama bir bozdun! Keşki sabah sabah seni bu kadar söyletmeyeydim…”
Hasnâ Hanım şiddetli bir kırgınlıkla yağlı ellerini yüzüne götürerek:
“Sahi karı, sahi… Şeyh bana neler tembih etti? Bak ben ne çaçaronluklar ediyorum. Büyüksün Tanrı’m, sen bağışla günahlarımı… Kabahat kimde? Ben bu sabah hiç ağzımı açmamaya niyet etmiştim. Kalbimi Tanrı’m bilmiyor mu? Beni söylettin. Günahı da senin boynuna olsun.”
“Şeyh neler tembih etti, hani anlatacaktın?”
“Sıra oraya geliyor mu? Hangisini anlatayım? Lakırtı çok. Bu mahallenin dedikodusu her gün kırk gazeteye yazılsa sığmaz. Ayıplama kardeş, üç gündür lakırtı orucundayım. Lakırtı dalgaları içimde Nuh’un tufanı gibi kabarıp duruyordu. Hep yutuyordum. Bizimki bile ‘Aşk olsun şeyh efendiye… Şimdi ermişliğine inandım. Bu ağzı üç gün kapamayı başardı. Sen haftada bir gün oraya gidip iyice çiğnenmelisin ki bu evde biz de biraz rahat edelim.’ dedi.”
“Kocan izin verdikten sonra her gün git çiğnen.”
“Seninki göndermez mi? Beraber gidelim.”
“Hani ya doğrusu ben de şeyhi merak etmedim değil. Fakat bizimki beni başkasına çiğnetmez. Hem çok şükür benim yelim, kuluncum, çarpıntım falan yok.”
“Aaa ne kadar sapasağlam karılar gelip de çiğneniyorlar. Sen oraya hep dertliler mi geliyor sanıyorsun?”
“Sağlam adamın orada ne işi olur? Gidenlerin elbette söylenir söylenmez birer dertleri olmalı.”
“Tekkenin bahçesinde çiçekler, havuz, fıskiye var. İnsanın içi açılıyor. Gün gördüğümüz var mı kardeş? Yaz kış bu eve kapanmaktan başka dünya mı görüyorum? Bahçedeki şeftali ağacı çiçek açar, bostanda baklalar yeşillenir de bahar geldiğini anlarım. Bana bir şeyh daha salık verdiler. O da başka türlü okuyormuş.”
“Nasıl?”
“Bir kibar kızı merak hastalığına uğramış.”
“Kibarın merakı ne olacak? Sevda işi olmalı.”
“Neyse günahı üstünde kalsın.”
Bu sırada Adile Hanım’ın evinden kızı bağırarak:
“Anne, gel, mangalda süt taşıyor!”
Adile Hanım tahta perdeden başını çevirerek eve doğru:
“Aman taşarsa taşsın! Şimdi burada lakırtımız var.”
Hasnâ şaşakalarak:
“Aaaaa koskoca kız taşan sütü kaşıkla karıştırmasını bilmiyor mu da seni çağırıyor?”
“Biz ona ince işler öğretiyoruz. Mutfak işinden hiç anlamaz. Sen lakırtına devam et. Eeee kibar kızı neden merak getirmiş bakayım?”
“Günahı üstünde kalsın, pek derinden derine bilmiyorum. Sinirli çarpıntılara uğramış. Yemez, içmez, uyumaz olmuş. Fakat paluzeler gibi güzel bir kızmış. Hekim, hoca çare bulamamışlar. Sonunda o şeyhe götürmüşler. Böyle sıkıntı hastalıklarında şeyh, kadınların çıplak göğüsleri üzerine uzun bir dua yazarmış. Tamam beş tane altın alır da öyle yazarmış.”
“Gidip sen de yazdırtsana.”
“Aaa benim beş altınım olsa beş yüz türlü derdimi görürüm. Dur dinle. Kadına, ‘Sakın bu göğsündeki yazılar silinmesin. İyice koru. Üç gün sonra buraya yine gel.’ dermiş.”
“Eyyy?”
“Üç gün sonra gidince kadının göğsünü açar, o yazdığı yazıyı, yani duayı şeyh diliyle yalar temizlermiş.”
“Aaaa, bu da başka türlüsü…”
Hasnâ Hanım’ın kızı mutfaktan:
“Aman anne koş, bakla suyunu çekti! Çatır çatır yanıyor!”
Hasnâ Hanım: “Aman hangi birine yetişeyim? Azıcık dur. Şimdi lakırtımız var. Lafın tatlı tarafına geldik.”
Adile Hanım şaşıp kalarak çatık bir kaşla:
“Çocuk anası koskoca kadın tencereyi ateşten indirmeyi bilmiyor mu da seni çağırıyor?”
“Ah dertli oldu. Kız alık oldu. Ne yapacağını biliyor ne edeceğini… Sonra efendim, kadının göğsünü tatlı tatlı böyle bir güzel yalarmış.”
“Tuhaf şey. Bu şeyhlerin şifa verme güçleri besbelli kiminin ayağında kiminin de dilinde… Bu da bir buluş… Koca karıların göğüslerine de yazar, yalar mıymış hanım?”
Hasnâ Hanım’ın kızı yine mutfaktan haykırarak:
“Anne, bakla kömür oldu!”
Hasnâ Hanım öfkeyle:
“Beni kötü kötü söyletme sabahleyin Sabire! Dilimi tutmak için şeyhe söz verdim. İnsan bu evde taş olsa çatlar. Bakla yanıyorsa bir tanesini al ağzına da bak. Yumuşamışsa tencereyi indir. Daha sertse üzerine bir parça su koyuver. Ha ne diyordum? Yalarmış dedim de bizim efendinin bir yoğurtlama hikâyesi vardır. O geldi aklıma…”
“Şimdi lakırtıyı başka yana çevirme. Kocakarılara da yazar mıymış?”
“Acele etme. Onu da araştırdım. Otuz beş yaşından sonra kadınların ciltleri pörsür, yazı tutmazmış. Onlara daha pahalı yazarmış.”
“Yazsa da mutlak kendi yalamaz, kalfasına yalatır.”
“Dur ayol asıl anlatacağım şeyi anlatmadım.”
“Çabuk söyle. Benim de anlatacaklarım var. Ben sabahleyin sana niye geldim?”
“Dur, sonra söylersin. Benimki bitsin. Geçen gün de böyle bir tencere yemeğimiz yandı, kömür oldu. Akşam efendiden azar işittim. O günü de kabzımalın hanımı gelmişti. A saygısız karılar, benim aşçım, işçim olmadığını biliyorlar. Başlarını örtünce vakitli vakitsiz gelirler. İnsanın leğende çamaşırı mı var? Ocakta yemeği mi var? Hiç düşünmezler. Dır dır dır, o söyledi, ben söyledim. Mezin2 minarede ezan okuyor. Ben öğle ezanı sanıyorum. Meğerse ikindiymiş. Kabzımalınki de balık tuzlamış. Tahtaboşa asmış. Kargalar, çaylaklar hepsini taşımışlar. Oh olsun, karının göbeğini sokakta kesmişler. Hiç evde oturmaz ki… Hanım, bugünlerde buralara öyle karga dadandı, öyle karga dadandı ki insan kurutmak için dışarıya yiyecek bir şey asarsa mutlaka sopayla başında beklemeli. Başka çare yok. Son zaman kargaları korkuluktan da korkmuyorlar. Geçen gün bostandaki korkuluğun burnunu yemişler hanım.”
Adile Hanım’ın kızı evden telaşla bağırarak:
“Anne süt koyulaştı. Pıhtı pıhtı bir şeyler oldu.”
Adile Hanım sıkıntıyla:
“Şuna kesildi desene…”
Hasnâ Hanım gülerek:
“Bakla yandı. Süt kesildi. Adile artık gitme de rahat rahat konuşalım.”
“Ayol ben buraya niye geldim sabahleyin?”
“Söylersin canım, dur hele benimki bitsin.”
Hasnâ Hanım kaşığın ucuyla zeytin yağlı dolmanın içinden tadarak:
“Ah Hasnâ, hınzır kahpe! Buna niçin bu kadar tuz doldurdun?
Ağu olmuş. Akşam yine azarı işit bakalım. Bu tuzlu dolmayı yiyenler, ‘Hasnâ yine koca istiyor.’ derler.”
“Aaa o nasıl lakırtı? Kocan yok mu?”
“Var yok gibi bir şey. Söyletme beni, şeyhin tembihi var. Bizimkinin kalıbını, kıyafetini gören aldanır. Sakalını boyadı. Onu da beceremez, yüzüne gözüne bulaştırır. Ben boyarım. Bunca işimden başka bir de başıma bu hizmet çıktı.”
“Sen elinle boyayıp da sokağa nasıl salıveriyorsun? Kıskanmıyor musun?”
“Yedi ili dolaşsa vallahi kalbime bir üzüntü gelmez.”
“Yalan söylüyorsun… Çok kıskanırsın bilirim, bilirim ben…”
“İşin içyüzünü de ben bilirim. Hadi oradan Adile, derdimi deşme. Şeyhin öğüdünü bozduracaksın bana şimdi… Boyayla erkek, erkek olaydı Hacı Fehmi’nin karısı yolunu sapıtmazdı. Koca dediğin erkek olmalı. Karagöz göstermeliğini ne yapalım? Yalnız kalıp kıyafet Yeniçeri Müzesi’ndeki heykellerde de var.”
“Karı, sen şeyhe gideli bütün bütün sapıtmışsın. Kocanla eğleniyorsun ayol? Saçlarını sen de boyuyorsun.”
“Benimki nezleden ağardı. Ben efendiden on yaş küçüğüm.
Tanrı’nın bildiğini kuldan ne saklayayım? Bizimki boyanır çekilir.
Onun boya artığıyla da ben boyanırım.”
“Boyananla eğleniyorsun da sen niye boyanıyorsun?”
“Ne yapayım ayol? Boyalı olsun ne olursa olsun, kurum gibi kara sakallı herifin karşısında ak saçla gezineyim de bana onun anası mı desinler?”
Hasnâ Hanım yine dolmanın içinden tadarak:
“Hanım, bu içe biraz daha pirinçle soğan karıştırsam acaba yola gelir mi?”
“Bırak biraz tuzluca olsun. Kocan belki bu kinayeyi anlar.”
“Ya Şeyh Keramet, sen bana sabır ver! Bu karı beni ulu orta söyletecek.”
“Hadi hadi anladım. Bilene anlatmak gerekmez. Bu dolmaya bir avuç daha tuz katsan yine boş. Şimdi sen onu bırak. Seninle lakırtı olmuyor ki… Her laf yüz yana dal budak salıyor. Kibar kızı göğsüne yazdırdığını yalatmış da derdinden kurtulmuş mu?”
“Hem de ne kurtulmak… Tertemiz olmuş. Ondan sonra şeyhin ermişliği ortalığa yayılmış. Giden gidene… Şeyh hokkasına mürekkep yetiştiremez olmuş. Güzel hanımların boyunları, göğüsleri karalama kâğıdına dönmüş. Şimdi sen o şeyhi bırak, yalayadursun. Benimkine gel…”
“Dinliyorum. Başka tarafa sapıtma kuzum.”
“A niçin sapıtayım deli? Şeyhime gittim. ‘İmdat şeyhim!’ yalvarışıyla ellerine, eteklerine sarıldım. ‘Sıkıntın nedir kadın, anlat.’ dedi. Hâlimi anlatmaya giriştim. Taa kızım Sabire’nin görücüye çıktığından başladım. Fakat kör olası çarpıntı geldi gırtlağıma yapıştı. Şimdiki gibi serbest söyleyemiyordum. Boğula boğula anlatıyordum. Şeyhin önünde kendi sözlerim yine kendime hanım bir dokunsun, bir dokunsun, başladı gözlerimden bela yağmuru gibi yaş dökülmeye… Şeyh dinledi, dinledi, dinledi. Bir zaman sonra gözlerini kapadı. Bir yönlere daldı, yine dinledi. Daha sonra esnedi, esnedi, esnedi…”
Bu aralık mutfak kapısında Sabire gözükerek:
“Anne, tencereye suyu fazla kaçırdım. Yemek bakla çorbası gibi bir şey oldu.”
Hasnâ Hanım öfkeyle:
“Patla uğursuz! İki çift lakırtı etmeye rahat yok! Senin yüzünden başıma gelenleri anlatıyordum. Su çok geldiyse bırak kaynasın. Biraz helmeli olur.”
Adile Hanım gülerek:
“Ey sonra şeyh esnedi, esnedi de uyudu mu?”
“Neye uyusun? Ben ona ninni mi söylüyorum ayol? Sonradan çarpıntım geçti, açıldım. Coştum söyledim, söyledim coştum. Şeyh esnemelerinden sonra uzun uzun gerinmelere başladı. Efendicağızıma lakırtımın kısası… Safiye ikide bir eteğimi çekiyordu. Ben tekkenin, şeyhin heybetiyle âdeta hâllenmiştim. Sonunda kalfa kulağıma eğilerek ‘Kadın artık kısa kes. Okunacak başka hanımlar var. Bekliyorlar.’ dedi. Şeyh güldü. ‘Boşuna yorulma hanım, ben teveccühe vardım. Kalbindekileri hep anladım. Uzun söze hacet yok.’ dedi. Ben kıpkırmızı kesildim, öyle ya, insanın içinde söylenecek şey varsa, söylenmeyecekleri de var. Acaba hepsini anladı mı diye yerin dibine geçtim. Şeyh gülerken birdenbire öfkelendi. Arapça bir şey okudu. Anlamadım. Sonradan kalfaya sordum. ‘İnsanın iyiliği dilini tutmasındadır.’ demekmiş. Efendim, ondan sonracığıma gözlerini açtı. ‘Her hastalık sıtmanın ta kendisidir. Sende lakırtı sıtması var. Yedi gün, yedi gece hiç lakırtı söylemeyeceksin. Ağzından dünya sözü çıkmayacak. İşitiyor musun kadın? Bu lakırtı hastalığı!.. Ha dur dur bakayım, dur. Ha ha… Bu lakırtı illeti, bu kötü dert seni öldürür. Doğru cehenneme götürür. Yedi gün, yedi gece bir ölü gibi susacaksın.’ dedi. Asıl ben şimdi ağlamaya başladım. ‘Ah iki gözüm şeyhim, bu nasıl olur? Ben bu suskunluğa girmeden önce mahalleyi değiştirmeli. Bizim mahalle dedikodunun kumkuma yeridir. Ya evdekileri ben dilimle idare etmesem ne yemek pişer ne bir iş görülür. Uyurken susmam yetişmez mi?’ dedim. ‘Hayır, o susuş uykudur, sayılmaz.’ karşılığını verdi. Oysa elmasım Adile, bizim efendinin dediğine bakılırsa ben uykumda da hiç durmaz sayıklar, gündüzün yaptıklarımı hep tane tane gece söylermişim. Ben lakırtı söylemekten ölmem. Söylemezsem ölürüm. Fakat şeyhi kandırmak mümkün olmadı. Sonunda ‘Peki, peki susarım!’ dedim. ‘Efendim, ondan sonra her gece ve her sabah bir odaya çekilip yedi bin yedi yüz yetmiş yedi ya sabur çekeceksin. Kalbindeki fitneyi, içindeki şeytanları dağıt. Susmaktan pek için sıkıldığı vakit kalbinle görüş, vicdanınla sözleş. Murtabakaya var.’ dedi. Hanım nasıl olur? Hiç insan kendi kendine görüşür mü?”
“Murtabaka değil, murakabe…”
“Ne demektir o?”
“Bizimki tekkeden geldiği vakit yapar da ondan bilirim.”
“Nasıl şeydir o, anlat.”
“Eline tespihi alıp bir köşeye çekilerek sessizce oturmak…”
“Adile, insan kalbiyle nasıl görüşür? Ben kalbimdekileri zaten bilmiyor muyum? Kendi kendime görüşürsem bana deli demezler mi? Hem benim kalbim cinci meydanı değil ki elime saplı süpürgeyi alıp oradan şeytanları dağıtayım. Ondan sonracığıma kadınım, şeyh ağır ağır devam etti: ‘Sana bir muska vereyim. Okunmuş pamuk ipliği ile onu boynuna as. Hazreti Pir’in mezarından sana ufak bir taş versinler. Lakırtı isteği üstün geldiği vakit onu dilinin altına koy.’ ”
“Şimdi o taş dilinin altında mı?”
“Ağzımda tam üç gün taşıdım. Kaç defa yutuyordum. Dilimin altını yara etti. Şimdi çıkardım. Muşambaya sarılı, cebimde duruyor.”
“Derviş Mehmet’in baklası gibi bir şey demek…”
“Derviş Mehmet’i bilmiyorum. Fakat benim taş da hemen hemen bakla kadar var.”
“Ağzına o taşı koyduğun vakit lakırtı söyleyebiliyor musun?”
“Ne mümkün? Yeni lakırtı paralayan çocuklar gibi kem küm edip duruyorum. Kaç kere boğazıma kaçtı da Sabire parmağıyla çıkardı. Boğuluyordum. Efendim sana söyleyeyim, sonra şeyh, ‘Tekkenin bahçesinde biter kutsal bir ot vardır. Sana versinler. Merak bastırdığı vakit ondan bir parça kaynat da iç. Sıkıntı dağıtır.’ dedi. Bana üç defa okudu, üfledi. Ondan sonra efendim, kalfasını çağırdı. ‘Hanımı güzelce bir çiğneyiver. İçinde hiç merak yeli kalmasın, hepsi defolsun.’ dedi. Kalfa beni pencerenin önünde pöstekinin üzerine uzattı. Öyle bir çiğnedi, öyle bir çiğnedi ki bağırmaya utanıyordum. Pestil oldum. Herif galiba vaktiyle yorgancılık etmiş. Ot minder gibi çiğniyor. İçimde seksen şeytan olsa o kokulu iri mestlerin tekmeleri altında duramaz, mutlak kaçarlardı. Muskayı boynuma astılar. Taşı dilimin altına koydular. Bir kâğıda sarılı otu elime verdiler. Oh Tanrı’ma şükürler olsun, inşallah iyileşirim diye ben gidiyordum. Kalfa ‘Hanım, bu aldığınız şeylerin adağını unuttunuz.’ dedi. Bir hesap pusulası çıkardı. Sekiz kuruş otuz para muska, beş kuruş on para taş, üç otuz para ot…”
“Aaa Selanik Bonmarşesi mi bu ayol? Otuz parası ne oluyor?”
“Bilmem kardeş, bilmem. Tamam on yedi kuruş otuz para etmiş. Evden çıkarken on kuruş kadar bozuk param vardı. İnsanlık hâli bu, uzun boylu yol, belki para yetişmeyiverir diye küçüğün kumbarasındaki paraları da çıkarıp yanıma almıştım. Kesemi açtım. Hesapladım, kitapladım. Yetmiş para kadar eksik geliyor. Onun orası tekke… Pazarlık olmaz ki… Hem şimdi her yerde fiyat kesin. Neyse, üst tarafını Safiye’den aldım da ekledim. Kapıdan çıkarken kalfa ‘Hanım, bu aldığın şeylerin şifasını üzerinde denedikten sonra yine gel.’ dedi. Eski hastalığımda Doktor Moronaki’den reçete aldığım zaman o da bana böyle demişti. Caddeyi bulup da tramvaya kadar yürüyecek hâlim kalmamıştı. Çiğnendim mi yoksa kıyma makinesine mi girip çıkmıştım bilmiyordum. Vücudum rendelenmiş turpa döndü. Hay Allah razı olsun, Safiye koltuğuma girdi. Söylemesi kötülük, ben tekkeye gitmezden önce daha sağlamdım. Neyse güç hâlle eve kapağı attık.”
“Sana da iyilik yaramaz Hasnâ Hanım. Okumuş adamların ağırlığı duyulmaz ki… Tekkelerde kundaktaki küçük çocukları çiğnetirler. Yavrucaklar vık bile demezler.”
“Bilmem, benim günahım çok zahir de onun için ağırlık duydum. Bu kalfa gibisi kundağı çiğnerse çocuk yalnız çiğnenirken değil, artık bir daha hiç bağıramaz sanırım. Benden önce kalfaya başka bir kadın çiğnendi. ‘Hanım nasıl oluyor?’ diye sordum. ‘Mübarek adam pek cüsseli ama üzerimde kuş gibi gezindi. Tanrı bilir hiçbir ağırlık duymadım.’ dedi. Yalan mı söyledi, doğru mu bilmem ki…”