Книга Tom Amca'nın Kulübesi - читать онлайн бесплатно, автор Stowe Beecher Harriet. Cтраница 8
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Tom Amca'nın Kulübesi
Tom Amca'nın Kulübesi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Tom Amca'nın Kulübesi

“Ah Harry’m! Götürdüler mi onu?” dedi.

Bunu duyan çocuk Cudjoe’nun dizlerinden sıçrayıp ona doğru koşarak kollarını kaldırdı.

“Ah burada! Burada!” diye bağırdı kadın. Sonra da Mrs. Bird’e çılgın bir sesle, “Ah hanımefendi! Lütfen bizi koruyun! Onu almalarına izin vermeyin!” dedi.

Mrs. Bird, onu yüreklendirerek, “Burada kimse size zarar veremez, zavallı kadın, burada güvendesiniz, korkmayın,” dedi.

Kadın yüzünü kapatıp ağlayarak, “Tanrı sizi kutsasın!” dedi. Onun ağladığını gören küçük oğlan kucağına tırmanmaya çalışıyordu.

İnce ve kadınca görevler konusunda karşılık vermek dendi mi kimsenin aşık atamayacağı Mrs. Bird tarafından çok geçmeden kadıncağıza istediği karşılık verilip sakinleştirildi.

Ateşin yanında yere geçici bir yatak serildi, az sonra ondan daha az yorgun olmayan çocuğu kolunda horuldayarak uyurken Lizzy de ağır bir uykuya daldı. Küçüğü almak için yapılan en sevecen denemelere bile sinirli ve kaygılı karşı çıkışlarla direnmişti, şimdi uyurken bile, çocuğunu kucaklayışı tetikteydi, ondan asla vazgeçmeyeceğini göstermek istercesine kolu, gevşemeyen bir kavrayışla çocuğu sarmalamıştı.

Mr. Bird ile Mrs. Bird salona döndüler, gariptir ki ikisi de önceki konuşmaya ilişkin tek söz etmedi, Mrs. Bird örgüsüyle oyalanmaya çalıştı, Mr. Bird de gazete okuyormuş gibi yaptı.

Sonunda Mr. Bird pes etti.

“Kim olduğunu merak ediyorum,” dedi.

Mrs. Bird, “Uyandığında, kendini biraz daha dinlenmiş hissettiğinde anlayacağız.”

Gazetesinin arkasında daldığı derin düşüncelerin ardından, “Ne diyorum biliyor musun hanım!” dedi Mr. Bird.

“Evet, canım?”

“Kadıncağızın ağırına gitmezse senin giysilerinden birini versek giymez mi ne dersin? Senden epey iri ama…”

Her şeyi anladığını gösteren hafif bir gülümseme Mrs. Bird’ün yüzünü aydınlattı ve, “Düşünürüz,” dedi.

Bir duralama oldu, sonra Mr. Bird yine, “Biliyor musun ne diyorum hanım!” dedi.

“Evet, şimdi ne var?”

“Öğle uykularında üstüme örtmek için sakladığım şu yün ipek karışımı pelerin var ya, onu da verebilirsin, giysi gereksinimi var.”

O anda Dinah kadının uyandığını ve hanımı görmek istediğini söylemek için kafasını kapıdan uzattı.

Mr. ve Mrs. Bird, peşlerinde iki büyük oğullarıyla mutfağa girdiler, küçüğü sağ salim yatağa gönderilmişti. Kadın ateşin yanında yerde oturuyordu. Yüzünde önceki sıkıntı dolu çılgınlıktan çok farklı, sakin, yürek burkan bir anlamla kımıldamadan alazlara bakıyordu.

Mrs. Bird tatlı bir sesle, “Beni mi istediniz?” dedi. “Şimdi kendinizi daha iyi hissettiğinizi umarım, zavallı kadın!”

Uzun ve titrek bir iç çekiş tek yanıt oldu ama koyu renk gözlerini kaldırıp Mrs. Bird’ün gözlerine öyle umutsuz, öyle yakarırcasına baktı ki, küçük kadının gözleri doldu.

“Hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok, burada hepimiz dostuz, zavallı kadın! Nereden geldiğinizi, ne istediğinizi söyleyin bana.”

“Kentucky’den geldim.”

Mr. Bird soruşturmayı üstlenerek, “Ne zaman?” diye sordu.

“Bu gece.”

“Nasıl geldiniz?”

“Buzların üstünden karşıya geçtim.”

Herkes, “Buzların üstünden karşıya mı geçtiniz?” dedi.

Kadın yavaşça, “Evet,” dedi, “öyle yaptım. Tanrı’nın yardımıyla buzlardan geçtim, arkamdaydılar, tam arkamda ve başka yolu yoktu!”

Cudjoe, “Tanrı’m! Hanımım, buzlar kırılmış koca bloklardı, suda sallanıyor, durmadan batıp çıkıyorlardı,” dedi.

Kadın çılgın gibi, “Öyleydi biliyorum, biliyorum!” dedi, “Ama yine de atladım! Yapabilir miyim, diye düşünemezdim, başarabileceğimi ummuyordum ama hiç aldırmadım! Yapamasaydım ölebilirdim. Tanrı yardım etti, kimse elinden geleni yapmadan Tanrı’nın ona ne kadar yardım edeceğini bilemez.” Gözlerinde şimşekler çakıyordu.

Mr. Bird, “Köle miydiniz?” dedi.

“Evet efendim, Kentucky’li bir adamın kölesiydim.”

“Size kötü mü davranıyordu?”

“Hayır efendim, çok iyi bir efendiydi.”

“Hanımınız kötü müydü?”

“Hayır efendim hayır! Hanımım bana hep iyi davranmıştır.”

“Öyleyse bir evi bırakıp kaçmanızın ve bu tehlikelere atılmanızın nedeni ne?”

Kadın başını kaldırıp Mrs. Bird’e keskin, inceleyen bir bakışla baktı, onun da gözünden kadının ne kadar derin acılara gömülmüş olduğu kaçmadı.

Ansızın, “Hanımefendi, siz hiç çocuğunuzu kaybettiniz mi?” dedi.

Beklenmeyen bir soruydu ve taze bir yarayı deşmişti, ailenin gözbebeğini mezara bırakmalarının üstünden bir ay yeni geçmişti.

Mr. Bird döndü, pencereye yürüdü, Mrs. Bird gözyaşına boğuldu ama, “Neden bunu sordunuz? Bebeğimi kaybettim,” dedi.

“O zaman benim duygularımı anlarsınız. Birbiri ardına iki çocuk yitirdim, buraya gelirken onları orada gömülü bıraktım, elimde bir bu kaldı. Bir gece bile onsuz uyumadım, benim olan tek şeydi. Gece gündüz huzurum, gururumdu ve hanımefendi onlar çocuğumu benden alacaklardı… Satmak için… Güney’e satacaklardı hanımefendi, tek başına hem de, ömründe anasından uzak kalmamış bir çocuğu!.. Buna dayanamazdım hanımefendi. Bunu yapsalardı ben artık iflah olmazdım, biliyordum, kâğıtlar imzalanıp da satıldığını anlayınca onu kaptığım gibi gece kaçtım, peşime düştüler, onu satın alan adam, efendinin adamlarından birkaç kişi, tam arkamdaydılar, ayak seslerini duyuyordum. Buzun ortasına atladım ama karşıya nasıl geçtiğimi hiç bilmiyorum, tek anımsadığım kıyıdaki bir adamın tırmanmama yardım ettiği.”

Kadın ne hıçkırdı ne de ağladı. Gözyaşların kuruduğu noktadaydı ama çevresindeki herkes kendilerine özgü kişiliklerince yürekten cana yakınlık gösteriyorlardı. İki küçük oğlan ceplerini umutsuzca annelerinin asla orada olmadığını bildiği mendillerini bulmak için didik didik aradıktan sonra hiç avutulamayacakmışçasına kendilerini annelerinin eteğine atıp burunlarını çeke çeke, içli içli ağladılar.

Mrs. Bird yüzünü hafifçe mendiliyle gizlemişti, yaşlı Dinah siyah, dürüst yüzünden aşağı yuvarlanan yaşlarla dinî bir zenci toplantısındaymışçasına olanca coşkuyla, “Tanrı bize acısın!” diye bağırıyor, yaşlı Cudjoe’ysa yumruklarıyla gözlerini sık sık siliyor, yüzünü ekşiterek biçimden biçime sokuyor, Dinah’la aynı tonda bağırarak kıyameti koparıyordu.

Senatörümüz bir devlet adamıydı, elbette öbür ölümlüler gibi ağlaması beklenemezdi, herkese sırtını döndü, pencereden dışarı bakmaya başladı, boğazını temizlemek ve gözlük camlarını silmek işine kendini iyice kaptırmış görünüyor, arada bir de eleştirilmeyi göze alarak burnunu siliyordu.

Ansızın boğazında yükselen duyguyu yutarak son derece kararlılıkla kadına doğru döndü.

“Nasıl oluyor da iyi bir efendiniz olduğunu söyleyebiliyorsunuz?”

“Çünkü iyi bir efendiydi, söyleyecek başka bir şeyim yok, ayrıca hanımım da çok iyiydi ama başka çareleri yokmuş. Borçları varmış, nedenini bilmiyorum ama onlara boyun eğdiren biri vardı. Efendim o adamın istediğini vermeye zorunluymuş. Konuşmalarını dinledim gizlice, hanımımın benim için rica edip yakardığını duydum, efendi de yapabileceği bir şey olmadığını, kâğıtların imzalanmış olduğunu söyledi, sonra da çocuğu alıp evi terk ettim, buralara geldim. Başarsalardı, yaşamaya çalışmam boşuna olacaktı, bu çocuk yaşamımda benim olan tek şey.”

“Kocanız yok mu?”

“Var ama o da başka bir adamın. Efendisi ona çok sert davranıyor, beni görmeye gelmesine pek izin vermiyor, gün geçtikçe bize daha sert davranmaya başladı, kocamı Güney’e satmakla gözdağı veriyor, onu bir daha hiç göremeyecekmişim gibi geliyor!”

Kadının bu sözcükleri ne kadar sakin bir sesle söylediğini duyan sıradan bir gözlemci onun duygusuz biri olduğunu düşünebilirdi ama iri, koyu renk gözlerinde sakin, çaresiz bir acının yerleşmişliğinin derinliği vardı.

Mrs. Bird, “Nereye gitmeyi düşünüyorsunuz zavallı kadıncağızım?” dedi.

“Kanada’ya. Bir de nerede olduğunu öğrenebilsem. Çok uzak mıdır dersiniz?”

Mrs. Bird’ün yüzüne saf, güvenen bir ifadeyle bakıyordu.

Mrs. Bird’ün ağzından, “Zavallıcık!” sözü kaçtı.

Kadın içtenlikle, “Sizce çok uzakta mıdır?” diye sorusunu yineledi.

Mrs. Bird, “Düşündüğünden çok daha uzak, zavallı çocuk! Ama senin için ne yapabileceğimizi düşüneceğiz. Haydi Dinah, odanda ona bir yatak yap, mutfağa yakın olsun, sabah ne yapacağımıza karar vereceğim. Bu arada hiç korkma kadıncağızım, Tanrı’ya güven, O seni korur.”

Mrs. Bird’le kocası yine salona döndüler. Kadın ateşin başındaki küçük sallanan iskemlesine oturdu, düşünceli düşünceli öne arkaya sallanmaya başladı. Mr. Bird kendi kendine homurdanarak odayı arşınlıyordu.

“Hımm… Karmakarışık saçma sapan bir iş!” Sonunda uzun adımlarla karısının yanına geldi.

“Bak hanım, o buradan bu gece gitmek zorunda. Yarın iz sürücüler kokuyu alır. Kadın yalnız olsa, her şey duruluncaya kadar yatıp ses seda çıkarmayabilirdi ama o küçük, bir manga askerle yerinde tutulmaz, hiç kuşkum yok ki, kapının ya da pencerenin birinden kafasını çıkaracaktır. Onlarla birlikte burada yakalanmak demek, benim de işimin bitmesi demektir, hayır, bu gece yola çıkmak zorundalar!”

“Bu gece mi? Nasıl olur? Nereye giderler?”

“Eh, ben nereye gideceklerini biliyorum!” dedi. Senatör bir yandan da düşünceli bir tavırla çizmelerini giyiyordu, tam bacağının yarısını sokmuşken iki eliyle dizini kavrayıp öylece kalakaldı. Sonra yine ayağını çizmeye sokmaya devam ederek, “Karmakarışık, yakışıksız, çirkin bir iş ama gerçek!” dedi.

Çizmesinin birini giydikten sonra öbürü elinde oturdu, dalgın dalgın halının süsünü inceliyor gibiydi.

“Ne kadar istemesem de, yapılması gerekir, Tanrı hepsinin cezasını versin!”

Kaygıyla öbür çizmesini de çekerek pencereden bakmaya başladı.

Ufak tefek Mrs. Bird sağduyulu bir kadındı, ömründe kocasına “ben söylemiştim” dememişti, kocasının ne düşündüğünü az çok sezebildiğinden sabrediyor, kendini efendisinin hizmetine adamış sadık bir kişi olarak iskemlesinde hiç sesini çıkarmadan oturmuş, söylemeyi uygun bulacağı zamanda kocasının ağzından çıkacak kararları duymaya hazır, bekliyordu.

“Şimdi bak, şu benim eski davacım Van Trompe, Kentucky’den gelmiş ve tüm kölelerini azat etmiş, sonra da burada koyağın yedi mil ötesinde ormanın içinde kimsenin özellikle amaçlamadan gitmediği, kolay kolay da bulunamayacak bir bölgede bir yer almış. Orada güvende olur ama işin çetrefilli yanı bu gece oraya benden başka kimsenin arabayla gidemeyecek olduğu.”

“Neden? Cudjoe harika bir sürücüdür.”

“Kesinlikle ama olay şu: Koyak iki kez aşılacak, ikincisi benim gibi bilen bilir, oldukça tehlikeli. At sırtında yüzlerce kez geçtim, dönemeçleri ezbere bilirim, yani gördüğün gibi bu konuda kimse bana yardım edemez. Cudjoe saat on ikide olabildiğince ses çıkarmadan atları hazırlasın, kadını oraya götüreyim, sonra da olaya doğalmış izlenimi vermek için Cudjoe beni birahaneye götürsün ki oraya üç ya da dörtte gelen Colombus’un dikkatini çekeyim, arabaya oraya gitmek için bindim sansınlar. Sabaha da giyinip kuşanıp işe giderim. Tüm bu olup bitenlerden sonra sanırım kendimi azıcık suçlu hissedeceğim ama, elimde değil!”

“Bu durumda yüreğin kafandan iyi John,” dedi karısı. Küçük beyaz elini onunkinin üstüne koymuştu. “Seni kendimi tanıdığımdan daha iyi tanımasaydım, sever miydim sanıyorsun?”

Küçük kadın gözlerinde parlayan yaşlarla öyle güzel görünüyordu ki, Senatör böylesine güzel bir yaratığı tutkuyla kendisine hayran bıraktığı için kesinlikle çok akıllı bir adam olduğunu düşündü ve arabayla ilgilenmek için dışarı çıktı. Kapıda bir an durdu sonra geri döndü, hafifçe duraladıktan sonra, “Mary, ne düşünürsün bilmem ama o çekmece… küçük Henry’ciğin eşyalarıyla dolu,” dedi. Söyler söylemez de topukları üstünde çabucak döndü, kapıyı arkasından kapattı.

Karısı, odasına bitişik küçük yatak odasının kapısını açtı, şamdanı masanın üstüne koydu, sonra küçük bir gizli bölmeden bir anahtar çıkararak dalgın dalgın çekmecenin kilidine soktu, peşi sıra gelen iki oğlan suskun bakışları ona dikili izlerken ansızın duraladı.

Ah, bunu okuyan anne! Sizin evinizde, açtığınızda küçük bir mezarı yeniden açıyormuşsunuz duygusu veren bir çekmece ya da dolap hiç olmadı mı? Olmadıysa ah, ne mutlu bir anasınız siz!

Mrs. Bird çekmeceyi usulca açtı. Bir sürü değişik biçim ve desenli küçük paltolar, yığınla önlük, dizi dizi küçük çoraplar, hatta burunları sürtülüp eskimiş bir çift küçük ayakkabı bile vardı, kâğıt kıvrımların arasından dışarıyı gözetliyorlardı. Ayrıca bir oyuncak at ile araba, bir topaç, bir top, yanında da bir sürü gözyaşı ve bir sürü kalp kırıklığı yüklü anılar! Çekmecenin yanına oturdu, başını ellerine dayayarak gözyaşları parmaklarının arasından süzülüp çekmecenin içine akıncaya kadar ağladı, sonra ansızın başını kaldırdı ve sinirli bir ivedilikle en sade, en uygun olanları ayırıp bir çıkın yaptı.

Oğlanlardan biri yavaşça koluna dokunarak, “Anne, onları verecek misin?” dedi.

Kadın yumuşak bir ses ve içtenlikle, “Canım oğullarım, sevgili can Henry’miz cennetten bize bakıyorsa, bunu yaptığımız için mutlu olur. Herhangi birine vermeye gönlüm razı olmazdı, mutlu biri içime sinmezdi ama onları benden daha kalbi kırık ve daha acılı bir anneye verdim, Tanrı’nın da rahmetini o eşyalarla birlikte göndereceğini umut ediyorum.”

Bir dünyada üzüntüleri başkalarının sevinçlerine dönüşen kutsanmış insanlar vardır, bu kişilerin gözyaşları içinde mezarda yatan dünyevi umutları, yalnızlar ve dertliler için iyileştirici kokulu merhemler ve ilkbahar çiçekleri açan tohumlardır. Bunların içinde lambanın yanında oturmuş kendi kaybının anılarını toplumdışı bir evsiz barksız için hazırlarken usul usul gözyaşı döken narin bir kadın vardı.

Bir süre sonra Mrs. Bird gardırobu açtı, birkaç tane düz, kullanışlı giysi seçti, dikiş masasının başına geçip yüksük elinde, iğne ve makasla sessiz sedasız kocasının önerdiği “ağırına gitmeme” işlemine başladı, köşedeki eski saat on ikiyi çalıncaya kadar da başını kaldırmadan işini sürdürdü, o sırada kapıda hafif bir tekerlek sesi duyuldu. Elinde paltosuyla kocası içeri girerek, “Mary,” dedi, “artık uyandırsan iyi olur, yola çıkmalıyız.”

Mrs. Bird toparladığı çeşitli şeyleri küçük, basit bir sandığa alelacele koydu, kilitledi, kocasının sandığı arabada görmesini diliyordu, hemen kadını çağırmaya gitti. Çok geçmeden kadın, velinimetinin pelerini, başlığı ve şalıyla donanmış, çocuğu kollarında, kapıda belirdi. Mr. Bird onu çabucak arabaya götürdü, Mrs. Bird de arkalarından arabanın merdivenine doğru seğirtti. Eliza dışarı sarktı, kendisine uzatılan el kadar yumuşak ve güzel elini uzattı. İri, kara gözlerini içtenlikle Mrs. Bird’e dikti, bir şey söyleyecek gibiydi. Dudakları oynadı, bir-iki kez denedi, sesi çıkmadı, yüzünde asla unutulmayacak bir anlamla yukarıyı göstererek gerisingeri kanepeye yığıldı ve yüzünü elleriyle kapattı. Kapı kapandı, araba hareket etti. Kaçaklar, bir limana sığınanlar ve onların suç ortaklarına karşı daha zorlu yasaları geçirmek için bir hafta boyunca eyalet meclisinde ter döken yurtsever bir senatör, nasıl da garip bir durum!

Bizim iyi senatörümüz söz söyleme sanatı konusunda kendilerine ölümsüz bir ün sağlayan Washington’daki meslektaşlarınca bile aşılamamıştı. Nasıl da olanca soyluluğuyla elleri cebinde oturmuş, birkaç sefil kaçağa yapılacak yardımı büyük eyalet sorunlarından öne alanların duygusal zayıflıklarını küçümsemişti!

Bu konuda aslanlar kadar yürekliydi, yalnız kendi değil, onu dinleyen herkes “tümüyle ikna edilmişti”. Ne var ki kaçaklara ilişkin tek bildiği, sözcüğü oluşturan harflerden ya da elinde bohçasıyla bir gazete resminden ve resmin altındaki kölelikten kaçış yazısından ibaretti. Gerçek bir tehlikenin verdiği gerginliğin büyüsünü, yani yakaran bir göz, kolayca kırılabilecek gibi titreyen bir insan eli ya da umarsız acıların kederinin ortaya çıkması türünden şeyleri hiç yaşamamıştı. Kaçağın birinin bahtsız bir ana ya da yitirdiği oğlunun o çok iyi tanıdığı şapkasını giyen çocuk gibi korumasız bir çocuk olabileceği hiç aklına gelmemişti, yani zavallı senatörümüz ne taştı ne de çelik, bir erkekti; üstelik tümüyle yüreği soylu biriydi ve herkesin görmesi gerektiği gibi yurtseverliği açısından da üzüntü verici bir olayın içindeydi. Size gelince Güney eyaletlerinin iyi yürekli kardeşleri, hiç de boşuna övünmeyin. Benzer koşullarda daha iyisini yapamayacağınız kuşkusunu taşıyoruz. Mississippi’de de Kentucky’de olduğu gibi acı çekmenin boş bir masal olarak algılanmadığı soylu yürekler olduğunu biliyoruz. Siz olsaydınız karşılık vermeden durabilir miydiniz? Bizden bunu yapmamızı nasıl bekleyebilirsiniz ki?

Bizim iyi senatörümüz, politik bir günahkâr idiyse, gece boyunca çektikleriyle kefaretini ödemek için iyi bir yoldaydı. Uzun süredir yağan yağmurlardan Ohio’nun yumuşak, verimli toprağı herkesin de bildiği gibi çamura yenilmiş ve yol, eski güzel zamanların Ohio demiryoluna dönüşmüştü.

Düzgün oluşu ve hızı dışında hiçbir düşünceyi bir demiryoluyla bağdaştırmaya alışık olmayan Doğulu bir gezgin olsa bu yol için, “Tanrı’m, bu nasıl yol?” derdi.

Öğren öyleyse masum Doğulu arkadaş, çamurun dipsiz ve inanılmaz derinlikte olduğu Batı’nın ilgisiz kalmış yörelerinde, yollar yan yana dizilmiş, üstü de toprak, kesek, ele ne geçerse onunla kaplanmış yuvarlak, kaba yontulmuş kütüklerden yapılır, sonra da oralılar buna yol deyip dosdoğru üstünden geçerlerdi. Zamanla, yağmurlar keseği, otu yıkayıp atar, kütükleri hoş görüntüler oluşturacak biçimde oraya buraya, yukarı, aşağı, çapraz oynatır, kara çamur oluşan derin yarıklardan içeri dolardı.

İşte böyle bir yolda senatörümüz sürçe tökezleye ilerliyor, beklenileceği gibi durumu aralıksız kınıyor, araba, çamura bata çıka sekiyor, senatör, kadın ve çocuk daha yerlerine tam yerleşmeden oturuş biçimleri öyle çabuk değişiyordu ki, kendilerini arabanın arka penceresine yapışmış buluyorlardı. Araba bir anda saplanıyor, dışarıda Cudjoe’nun atları toparlamak için didindiği duyuluyordu. Dizginleri çekiştirip duruyor ve tam senatör tüm sabrını yitirmek üzereyken araba ansızın bir zıplamayla dikiliyor, ön tekerlekler başka bir dipsiz çukura dalıyor ve senatör, kadın ve çocuk karmakarışık ön koltuğa yuvarlanıyorlar, senatörün şapkası teklifsizce gözleriyle burnuna düşüyor, o da kendini enikonu tükenmiş duyumsuyor, çocuk ağlıyor, dışarıda Cudjoe, kamçının yinelenen vuruşları altında çifte atan, çamurun içinde bata çıka debelenen ve çok zorlanan atları canlandıracak bir şeyler haykırıyordu. Araba bir kez daha sıçrıyor, arka tekerlekler batıyor, senatör, kadın, çocuk bu kez arka koltuğa uçuyor, adamın dirsekleri kadının başlığına çarpıyor, kadının iki ayağı adamın şiddetli sarsıntıdan uçan şapkasına takılıyordu. Birkaç dakika sonra batak aşıldı ve atlar soluyarak durdu, senatör şapkasını buldu, kadın başlığını düzeltti, çocuğu pışpışladı ve kendilerini gelecek olana hazırlamak için soluklandılar.

Bir süre yalnızca başka seslere, yan tekerleklerin çamura batışının ve tüm arabanın sarsılışının sesine karışmış olarak, “Bomb bomb!” sesleri duyuldu yalnızca, içindekiler durumun o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başlamıştı. Sonunda önce tümünü bir anda havaya fırlatıp ardından da yerlerine çarpan müthiş bir saplanmayla araba durdu, dışarıdaki kargaşanın ardından Cudjoe kapıda göründü.

“Lütfen efendim, burası berbat bir yer. Nasıl çıkacağız bilmem. Raylara çıksak, diye düşünüyorum.”

Senatör umutsuzca adımını dışarı attı, sakınarak tutunacak sağlam bir şey arandı, ayağını derinliği belirsiz çamura uzattı, onu geri çekmek isterken dengesini yitirerek çamurun içine yuvarlandı ve çok umut kırıcı bir durumdan Cudjoe tarafından çekip çıkarıldı.

Ama biz okuyucularımızın duygularına seslenerek onları kandırmaktan kaçınıyoruz.

Gece yarıları arabalarını çamur çukurlarından kaldıraçla çıkartmak için raydan yapılmış parmaklıkları sökmek gibi ilginç bir yöntem icat eden Batılı gezginler bizim bahtsız kahramanımızın durumunu çok iyi anlayacaklardır. Onlardan sessiz bir damla gözyaşı döküp geçmelerini rica ediyoruz.

Gece geç saatlerde araba her yanından sular damlayarak, çamur içinde koyaktan çıktı ve büyük bir çiftlik evinin kapısında durdu.

İçeridekileri kaldırmak için bir süre uğraştılar, sonunda saygın mal sahibi görünüp kapıyı açtı. İriyarı, uzun boylu, her yanı kıllarla kaplı bir devdi. Çoraplarıyla rahatça bir seksenden uzundu, üstünde kırmızı faniladan bir avcı gömleği vardı. Arapsaçı gibi karmakarışık çok gür, kum rengi saçları özellikle öyle bırakılmış gibiydi, birkaç günlük sakalın bu değerli zata verdiği görünüş en hafif deyişle pek alımlı sayılmayacağıydı. Şamdanı yukarıda tutarak birkaç dakika durdu, gezginlerimize gözlerini kırpıştırarak insana gülünç gelen kasvetli ve şaşkın bir ifadeyle baktı. Olayı tam olarak kavramasını sağlamak senatörümüzün epey çabasını gerektirdi, o bu konuda elinden geleni yaparken biz, okuyucularımıza dostumuzu biraz tanıtalım:

İhtiyar dürüst John Van Trompe, Kentucky eyaletinde hatırı sayılır bir toprak ve köle sahibiydi. Kürkünden başka şeyi olmayan ayı misali, devasa görünüşüne uyan yüce, dürüst, haktanır bir yürekle ödüllendirilmiş olan Trompe, yıllardır baskı altında tuttuğu bir tedirginlikle zulüm yapan için de yapılan için de eşit oranda kötü çalışan bir sistemi gözlemlemekteydi. Sonunda günün birinde John’un koca yüreği öylesine büyüdü, şişti ki, çalışma masasından çek defterini aldığı gibi Ohio’ya gitti, iyi, zengin toprağı olan bir ilçenin dörtte birini satın alıp kadın, erkek, çocuk, kölelerinin tümünü azat ettiğini gösteren kâğıtları hazırladı, sonra da onları vagonlara doldurdu, yerleşecekleri yerlere gönderdi, ardından da “dürüst John” yüzünü koyağa dönüp kendi halindeki çiftliğinde vicdanının emrettiğinin gereğini yerine getirmiş olarak rahat, sessiz sedasız, kendi halinde bir yaşam sürmeye başladı.

Senatör açık açık, “Zavallı bir kadıncağızla çocuğu köle avcılarından kurtaracak biri olduğunuz doğru mu?” diye sordu.

Dürüst John dikkat çekici bir vurguyla, “Öyle olduğumu düşünmeyi yeğlerim,” dedi.

“Tahmin etmiştim.”

İyi adam uzun kaslı kolunu kaldırarak, “Gelen olursa, onu karşılamaya hazırım, her biri bir seksen boyunda yedi de oğlum var, onlar da hazır. O adamlara selamımızı söyleyin, ne zaman isterlerse gelsinler, bizim için fark etmez,” dedi ve parmaklarını sazdan bir dam gibi başını örten o şaşırtıcı saçlarından geçirerek müthiş bir kahkahaya boğuldu. Yorgun, tükenmiş ve canı çekilmiş Eliza, kucağında derin derin uyuyan çocuğuyla kapıya kadar adeta süründü. Sert adam şamdanı yüzüne yaklaştırıp şefkatle bir şeyler homurdandı, sonra bulundukları büyük mutfağa bitişik küçük bir yatak odasının kapısını açarak kadına içeri girmesini işaret etti. Bir şamdan aldı, yakarak masanın üstüne koydu, sonra Eliza’ya, “Şimdi beni iyi dinle kızım, zerre kadar korkmana gerek yok, kim gelirse gelsin. Ben öyle şeylere alışkınım,” dedikten sonra şöminenin rafında duran iki-üç tane tüfeği gösterdi, “beni tanıyan pek çok insan, ben istemeden evimden birini çıkarmaya çalışmasının hiç de sağlıklı olmayacağını bilir. Onun için siz şimdi anneniz sizi sallıyormuşçasına rahat uyuyun,” dedi ve kapıyı kapattı.

Senatöre, “Vay vay, bu kız az rastlanır güzellikte,” dedi, “eh zaten, temiz bir kadında olması gereken duyguları varsa, en haklı kaçış nedenleri güzeller içindir. Bunları iyi bilirim.”

Senatör birkaç sözcükle Eliza’nın öyküsünü kısaca özetledi.

İyi yürekli adam acımayla, “Ah ah, duymak bile istemezdim! Vah vah! Doğa böyledir işte, zavallıcık geyik gibi avlanmış! Bir annenin elinden başka türlüsü gelmediği ve doğal duyguları olduğu için! Biliyor musunuz, böyle şeyler görünce sövesim geliyor, hem de her şeye,” dedi ve çilli kocaman sarı elinin tersiyle gözlerini sildi. “Bakın size ne söyleyeceğim yabancı, bizim oralarda papazlar çok önceleri İncil’den bir sürü şeyin kesilmiş olduğunu vaaz ederlerdi, onun için de ben İncil’e uzun yıllar önce boş vermiştim, Yunanca ve İbranice de bilmiyordum nasılsa, ben de İncil mincil hepten boş verdim. Yunanca İncil’i anlayan bir papaza rastlayıncaya kadar da kiliseye adımımı atmadım. O papazın anlattıklarından sonra bu işe biraz asılmaya karar verip kiliseye gittim, olay bu işte.” Tüm bu konuşma süresince böyle önemli anda sunmak için çok süslü şişelenmiş bir elma şarabının mantarını açmakla uğraşmıştı.

Senatöre “Gün ışıyıncaya kadar burada kalsanız iyi olur,” dedi içtenlikle, “şimdi emektarı çağırıp bir saniyede yatağınızı hazırlatırım.”

“Teşekkür ederim sevgili dostum,” dedi senatör, “gidip bu gece Colombus’ta görünmemde fayda var.”

“Eh, pekâlâ, gitmeniz gerekiyorsa ben de sizinle biraz gelirim, oraya varmak için geldiğiniz yoldan daha iyi bir dörtyol ağzı gösteririm. Öbürü pek berbattır.”

John giyindi, az sonra bir elinde fenerle senatörün arabasının önünde, evin arkasından yokuş aşağı inen yoldaydı. Ayrılacakları zaman senatör adamın avucuna on dolarlık bir banknot koydu. Kısaca, “Onun,” dedi.

John da aynı biçimde kısa ve öz, “Baş üstüne,” dedi.

El sıkışıp ayrıldılar.