Uncle Tom’s Cabin
, Harriet Beecher Stowe
© 2004, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının
yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
1. basım: 2004
3. basım: Ekim 2014, İstanbul
E-kitap 1. sürüm Ekim 2015, İstanbul
Ekim 2014 tarihli 3. basım esas alınarak hazırlanmıştır.
Kapak tasarımı: Utku Lomlu / Lom Tasarım (
www.lom.com.tr
)
ISBN 978-975-07-2706-1
CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com
yayinevi@canyayinlari.com
H
ARRIET
B
EECHER
S
TOWE
TOM AMCA’NIN
KULÜBESİ
ROMAN
İngilizce aslından çeviren
Tülin Nutku
HARRIET BEECHER STOWE, 1811’de ABD’nin Connecticut eyaletinde doğdu. Dindar bir aileye sahip olan Stowe’un çocukluğu Hıristiyan kardeşlik ve yardımseverlik öğretilerini konu alan hikâyeler dinleyerek geçti. Babası Lane ilahiyat fakültesinin başına geçtikten sonra taşındıkları Cincinnati’de kölelikle ve köleliğin kaldırılmasını destekleyen hareketle tanıştı. Burada, ırkçı ayaklanmalara şahit oldu, firar eden kölelerin hikâyelerini dinledi ve Güney’den Kuzey’e kaçmak isteyen kölelere yardım etti. 1836’da evlenerek Bowdoin Üniversitesi’nde profesör olan kocasıyla birlikte Maine’e taşındı. Köleliği resmen tanıyan bir kanunun kabul edilmesinin ardından Tom Amca’nın Kulübesi’ni yazdı. Bu kitaptan sonra, neredeyse her yıl bir roman yazan Stowe, yine de maddi sıkıntıdan kurtulamadı. Küçük yaşlarda aldığı dinî eğitimin etkisiyle kadınların oy kullanma hakkı ve kölelilik gibi tartışmalı ahlaki konularda sesini yükseltmekten hiçbir zaman geri kalmadı. Diğer eserleri Dred (1856), The Minister’s Wooing (1859), Old Town Folks (1869), ve The Atlantic Monthly dergisinde yayınlanan The True Story of Lady Byron’s Life’dır (1869). Harriet Beecher Stowe 1896’da Hartford, Connecticut’ta öldü.
TÜLİN NUTKU, TED Koleji’ni bitirdikten sonra DTCF Arkeoloji ve Pedagoji bölümlerinden mezun oldu. Fakülte eğitimi sırasında Tiyatro Kürsüsü’ne devam etti. Tiyatro ve müziğe duyduğu tutku onu Timur Selçuk’tan ders almaya yöneltti. Uzun bir süre profesyonel müzisyen olarak çalıştı. 1980’den bu yana çeviri yapıyor.
1
Böylece okur, insanlığın bir bireyine
takdim ediliyor
Soğuk bir şubat akşamüstü geç saatlerde Kentucky’ nin P. kasabasında iki beyefendi önlerinde birer kadeh şarapla iyi döşenmiş bir yemek salonunda oturuyorlardı. Görünürde hizmetçi yoktu ve iki bey iskemleleri birbirine iyice yaklaştırmış, hararetle tartışıyorlardı.
Aslına bakarsanız başlarken uygun bir dil kullanmak amacıyla iki beyefendi deyip geçtik. Ancak dikkatle incelendiğinde biri, doğrusunu söylemek gerekirse pek de beyefendi tanımına uymuyordu. Kaba, bayağı yüz çizgileri ve daha iyi bir yer kapmak için çevresindekileri dirsekleyerek yükselmeye çalışan düşük düzeyli birinin tipik göstergesi olan o kasıntı tavrıyla kısa boylu, tıknaz bir adamdı. Bir sürü çiğ rengin alacasından oluşmuş yeleği, neşeyle sallanan sarı benekli mavi atkısı ve genel havasına pek uyan cafcaflı bir boyunbağıyla aşırı derecede süslü püslüydü. İri, kaba elleri yüzüklerle bezeliydi, köstekli saatinin ağır altın zincirine, konuşmanın coşkusuna kendini kaptırdığında, hazla savurup şakırdattığı bir deste rengârenk, aşırı büyüklükte mühür asılıydı. Temel dilbilgisi kurallarına bile boş vererek yaptığı konuşmasını, arada bir burada yineleyecek kadar alçalamayacağımız değişik küfürlerle süslüyordu.
Arkadaşı Mr. Shelby’deyse bir beyefendi havası seziliyordu. Evin düzeni, yaşam tarzına ilişkin hava kolay, varlıklı koşullara işaret ediyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi ikisi hararetli bir konuşmanın ortasındaydılar.
Mr. Shelby, “Bu konuyu böyle düzenlemem gerekiyordu,” dedi.
Beriki bir bardak şarabı gözüyle ışığın arasında tutarak, “Ben böyle ticaret yapamam, tek sözcükle bu olanaksız Mr. Shelby,” dedi.
“Önemli olan şu Haley, Tom çok özel biridir ve o parayı nerede olsa alır, aklı başında, dürüst ve yeteneklidir, çiftliğimi saat gibi tıkır tıkır işletiyor.”
Haley, “Yani tüm zenciler gibi dürüst demek istiyorsun,” diyerek kendine bir bardak konyak koydu.
“Hayır, gerçekten dürüst demek istiyorum. Tom iyi yürekli, aklı başında, duyarlı, dinine bağlı bir adamdır. Dört yıl önce bir dinî toplantıda birden dine bağlandı, bunda içtenlikli olduğuna gerçekten inanıyorum. O günden beri de –nem var, nem yok, para, ev, atlar konusunda– ona hep güvendim, istediği gibi girip çıkmasına izin verdim, her seferinde de her konuda güvenilir ve namuslu olduğunu gördüm.”
Haley abartılı bir içtenlikle elini sallayarak, “Bazıları dindar zencilerin olabileceğine inanmıyor Shelby,” dedi. “Ama ben inanıyorum. Bu yıl son kura için New Orleans’a götürdüğüm biri vardı, onun dua ettiğini duymak, dinî bir ayinde bulunmak gibi geliyordu insana, hem de sessiz sedasız, yumuşak başlıydı. Bana iyi para getirmişti, zorunlu nedenlerle satmak zorunda kalan birinden almıştım, satarken de altı yüz dolar fiyat koydum. Yani gerçekten içten gelen bir özellik olduğunda dinin bir zencide epey para eden bir şey olduğuna inanıyorum.”
“Eh, Tom’da bu özellik kimsede olmadığı kadar var,” diye öteki söze karıştı. “Biliyor musun, geçen sonbahar onu tek başına benim bir işimi halletmeye Cincinnati’ye gönderdim, eve beş yüz dolar getirdi. Ben de ona, ‘Tom,’ dedim, ‘sana güveniyorum çünkü sen gerçek bir Hıristiyansın, üçkâğıtçı olmadığını biliyorum.’ Tom geri döndü elbette, ben de zaten biliyordum döneceğini. Kulağıma bazı kendini bilmezlerin, ‘Tom neden Kanada’ya gitmiyorsun?’ dedikleri, onun da, ‘Ah, efendim bana güvendi, yapamam!’ diye karşılık verdiği çalındı. Tom’dan ayrıldığıma üzüldüğümü söylemeliyim. Onu borcun tümünü kapatmaya saymalısın Haley, zaten vicdanın olsa öyle yaparsın.”
“Eh, iş herkeste ne kadar vicdan bırakıyorsa benim de o kadar var, yani yemin etsem başım ağrımaz diyecek kadar,” dedi tüccar şaka yollu, sonra da, “eskiden olsaydı sırf bir arkadaşa yardım olsun diye yapardım bunu ama bu yıl işler çok tatsız,” diye sözünü bitirerek bardağına biraz daha konyak doldurdu. Tedirgin bir suskunluktan sonra, “Pekâlâ nasıl bir alışveriş düşünüyorsun Haley?” diye sordu Mr. Shelby.
“Şey… Tom’la birlikte ‘sepete atacağım’ bir kız ya da oğlan yok mu?”
“Hımm! Doğrusunu söylemek gerekirse gözden çıkarabileceğim biri yok, zaten satmak istememin nedeni elimin bu kadar darda olması. Elim ayağım olan insanlardan ayrılmayı hiç istemiyorum aslında.”
Konuşmanın tam da bu noktasında kapı açıldı, dört-beş yaşlarında melez bir erkek çocuk girdi içeri. Görünüşünde son derece alımlı ve insanı çeken bir şey vardı. Ham ibrişim kadar güzel siyah saçları parlak buklelerle yuvarlak, gamzeli yüzünü çevreliyor, yumuşak ama ateş gibi yanan iri, koyu renk gözleri sık, uzun kirpiklerinin altından çevresini merakla inceliyordu. Güzelliğinin esmerliğini ve etkileyiciliğini iyice ortaya çıkaran dikkatle dikilmiş, üstüne güzelce oturan iç açıcı kırmızı sarı kareli giysisi ve utangaçlıkla karışan o kendine güvenli havası efendisi tarafından fark edilmeye, aferin almaya yabancı olmadığını gösteriyordu.
Mr. Shelby ıslık çalarak, “Merhaba Jim Crow!” dedi ve bir salkım üzümü kaptığı gibi ona fırlattı.
“Tut bakalım, hadi!”
Çocuk küçük bedeninin tüm gücüyle ödülün peşinden koşarken efendisi gülüyordu.
“Gel buraya Jim Crow,” dedi. Çocuk geldi, efendi, kıvırcık başa aferin anlamında hafifçe vurup çenesini okşadı.
“Şimdi Jim, bu beye nasıl dans edip şarkı söylediğini göster.”
Çocuk duru, gür bir sesle zencilerin söylediği o yabansı, çekici bir ilkelliği olan şarkılardan söylemeye başladı, bir yandan da ellerinin, ayaklarının ve bedeninin bir sürü gülünesi hareketiyle müziğe tam bir zamanlamayla eşlik ediyordu.
Haley, “Bravo!” diyerek ona bir çeyrek portakal attı.
“Şimdi de romatizmalı yaşlı Cudjoe Amca gibi yürü Jim,” dedi efendisi.
Bir anda çocuğun esnek kol ve bacaklarının biçimi bozuldu, sırtı kamburlaşıverdi; elinde efendisinin bastonuyla odanın içinde topallayarak dolaşmaya başladı, çocuğun yüzü sıkıntıyla kırışmıştı, yaşlı bir adam gibi sağa sola tükürüyordu. İki beyefendi yüksek sesle kahkahalar attı.
“Şimdi de Jim,” dedi efendisi, “ihtiyar Elder Robbins’in nasıl ilahi okuduğunu göster.”
Çocuk tombul yüzünü biraz uzatıp ağırbaşlılıkla burnundan, pes perdeden bir ilahi koyverdi.
“Yaşa! Bravo! Ne çocuk ama!” dedi Haley. “Müthiş bir ufaklık bu.” Ansızın elini Mr. Shelby’nin omzuna vurdu. “Bak ne diyeceğim, şunu at ortaya, ben de işi bitireyim. Hadi canım, en doğru çözüm bu değilse nedir!”
O anda kapı usulca açıldı, yirmi beşlerinde genç bir melez kadın odaya girdi.
Çocuğun annesi olduğunu anlamak için bir bakış yeterliydi. Aynı uzun kirpikli iri, koyu renk, güzel gözler, aynı dalgalı ipeksi saçlar. Yabancı bir adamın, dosdoğru üzerine dikilen gözlerinde, gizlemediği bir hayranlık görünce, esmer tenli yanağının pembesi koyulaştı. Giysisi üstüne güzelce oturuyor, biçimli bedenini ortaya çıkarıyordu; iyi bir dişiyi bir bakışta ayırt etmekte usta olan tüccarın gözünden kaçmamıştı narin elleri, biçimli ayakları, ince bilekleri. Kadın duraksadı, ne diyeceğini bilemeyerek efendisine baktı.
“Eee, Eliza?”
“Harry’yi arıyordum efendim,” dediği anda çocuk bir sıçrayışta ona koştu, nazının geçtiğini gösterircesine kadının etekliğinin kıvrımları arasına sokuldu.
Mr. Shelby, “İyi ya, al götür öyleyse,” dediği anda da kadın, çocuğu kucağına alarak çabucak çekildi.
Tüccar hayranlıkla Mr. Shelby’ye dönerken, “Yumurtaya can veren Tanrı’m!” dedi. “Mal diye buna derim işte! New Orleans’ta böyle bir kadından her zaman servet kazanırsınız. Tırnağı etmeyecek dişilerin binden fazla ettiğini gördüm.”
Mr. Shelby kuru bir sesle, “Ben servetimi onunla yapmak istemiyorum,” dedi ve konuşmayı değiştirmek için bir şişe şarap açıp konuğuna ne düşündüğünü sordu.
“Mükemmel bayım, birinci kalite!” dedi tüccar, sonra da dönerek elini teklifsizce Mr. Shelby’nin omzuna vurdu.
“Ee, peki kızı nasıl satacaksınız? Ona ne fiyat vereceğim, siz ne isteyeceksiniz?”
“Mr. Haley, o satılık değil,” dedi Shelby. “Ağırlığınca altın verseniz karım ondan ayrılmaz.”
“Aman canım, kadınlar hep bu tür şeyler söyler, hesap bilmezler de ondan. Onlara ağırlığınca altının ne kadar kol saati, tüy tüs, incik boncuk alabileceğini söyleyin de bakın, bence böyle bir şey durumu değiştirir.”
“Bakın Haley, bunun sözünü bile etmeyelim; hayır diyorsam hayır demek istiyorumdur,” dedi Shelby kararlılıkla.
“Eh, öyleyse çocuğu alayım,” dedi tüccar, “onun için iyi bir ödeme yaparım.”
“O çocuğu ne yapacaksınız Tanrı aşkına?”
“Bu işe yeni giren bir arkadaşım var, yakışıklı çocukları bu pazarda satmak için yetiştirmek istiyor. Yalnızca çekici olanları alıp uşak falan olmaları için iyi para verebilecek zenginlere satacak. Şu sizin kocaman konaklarınıza uyar, kapıyı açacak, eğilip bekleyecek güzel bir oğlan. İyi para ederler, hele şu sizin küçük şeytan gibi hem komik hem de müziğe yatkın biri olursa… O çocuk bir harika.”
Mr. Shelby düşünceli bir tavırla, “Satmamayı yeğlerim,” dedi. Sonra da, “Sorun şu efendim, ben vicdan sahibi bir adamım, çocuğu annesinden ayırmaktan nefret ederim,” diye ekledi.
“Ya, öyle mi? Hımm, evet, o tür bir duygu yani. Çok iyi anlıyorum. Bazen kadınlarla başa çıkmak zorunda kalmak çok tatsız olabilir. Ben de hep o çığlıklardan, çırpınışlardan nefret etmişimdir. Müthiş can sıkıcı olabilirler ama ben bu işi yaptığıma göre bu tür şeylerden de kaçınabiliyorum. Şimdi, kadını bir günlüğüne ya da bir haftalığına uzaklaştırırsanız her şey sessiz sedasız olup biter, yani o eve gelmeden demek istiyorum. Karınızın çenesini kapatmak için de, ona bir küpe, yeni bir giysi ya da birkaç eşya meşya alıverirsiniz artık.”
“Ne yazık ki olmaz!”
“Pekâlâ da, olur! Bu yaratıklar beyazlar gibi değildir, her şeyi çabuk atlatırlar, yeter ki siz idare etmesini bilin.” Sonra da içten, sır verir bir tavır takınarak, “Derler ki, bu tür alışverişler duyguları nasırlaştırırmış ama ben hiç de öyle düşünmüyorum. Püf noktaları ne biliyor musunuz, ben işi başkaları gibi yürütmem. Kadınların kollarından çocuklarını çekip satanları gördüm, kadın da deli gibi çığlıklar atar elbet. İşte bu çok kötü bir politika, mala zarar verir, bazen hizmet bile edemeyecek kadar sağlıksızlaşırlar. Bir keresinde New Orleans’ta gerçekten çok güzel bir kız tanıdım, bu tür davranışlardan çok zarar görmüştü. Onu satın alan, çocuğunu istememiş, kadın da kanı tepesine çıkınca epey bir sorun yaratmıştı. Çocuğu sımsıkı kucaklayıp çok kötü şeyler söylemişti. Söylediklerini düşündükçe hâlâ kanım donar; çocuğu alıp kadını da hapsettiler, bir hafta sonra da öldü. Bu düpedüz ziyan efendim, yani bin doları ziyan etmek, doğru düzgün bir iş yapmasını beceremedikleri için… Benim deneyimlerim insancıldır efendim.”
Tüccar iskemlesinde arkasına yaslandı, dediğim dedik bir tavırla kollarını kavuşturdu, kendini oradaki en yetkili kişi gördüğüne hiç kuşku yoktu.
Konu beyefendinin çok ilgisini çekmiş olmalıydı, Mr. Shelby düşünceli bir tavırla portakal soyarken Haley biraz daha çekinerek ama gerçeğin gücü onu birkaç söz daha söylemeye itiyormuşçasına yeniden başladı:
“İnsanın kendini övmesi pek hoş kaçmıyor ama yalnızca gerçek olduğu için söylüyorum. İnanıyorum ki gelenlerin içinde en iyileri benim getirdiklerimdi, en azından bana söylenen buydu ve birinde neyse yüz olayda da aynıydı, hepsi de iyi durumda, tombul ve güzeldi. Herkes gibi ben de bir-iki fire verdim elbette. Ben bunu yönetim tarzıma bağlıyorum efendim ve insancıllık benim idareciliğimin doğasıdır diyorum.”
Ne diyeceğini bilemeyen Mr. Shelby, “Çok iyi,” dedi.
“Bu görüşlerim için bana güldüler, beni kenara çekip konuştular. Mallarım ucuz da sıradan da değildi ama ben onları destekledim, onlara güvendim, onlar da bende kaldıkları süre için ‘geçiş bedelini’ ödedi.”
Tüccar kendi şakasına kahkahayla güldü.
İnsanın bir yönünün böylesine açığa çıkışında öyle etkileyici ve değişik bir şey vardı ki, Mr. Shelby de gülmeden edemedi. Belki siz de gülüyorsunuzdur sevgili okur ama biliyorsunuz ki insancıllık çok değişik biçimlerde kendini gösteriyor, insanlarınsa yapacakları ve söyleyecekleri garipliklerin sonu yok.
Mr. Shelby’nin gülmesi tüccarı yüreklendirdi.
“Garip geliyor ama bunu insanların kafasına asla sokamadım. Natchez’deki eski ortağım Tom Loker akıllı bir adamdı ama zenciler söz konusu oldu mu, şeytana dönerdi, yani ilke söz konusu olduğunda demek istiyorum, karşısındaki ondan daha iyi bir herif bile olsa, ekmeğini asla bölüşmezdi; yani düzeni oydu efendim. Tom’a derdim ki, ‘Kızlar ağlarken neden bir de kafalarına vurup evire çevire dövüyorsun? Bu berbat bir şey, üstelik yararı da yok! Ağlamalarının bir zararı yok, zaten bu huydur, huy dediğin de böyle patlak vermezse başka türlü verir. Ayrıca Tom, bu senin kızlarının güzelliğini bozuyor, hastalanıyor, üzülüp kendilerini kötü hissediyorlar, çirkinleştikleri bile oluyor, özellikle daha açık tenliler… Tüm bunlar kötü, onları da bitiriyor. Neden gönüllerini alıp tatlı tatlı konuşmuyorsun? Önlerine atılıveren bir nebze sevecenlik senin itip kakmandan çok daha fazla iş görür, hem de daha çok para eder. Para etmeleri buna bağlı.’ Ama Tom’un bir türlü kafasına girmezdi, benimkilerden pek çoğunu öyle bozdu ki kafalı biri olmasına karşın ondan ayrılmak zorunda kaldım ve gördüğünüz gibi dürüstlükle işimi sürdürüyorum.”
Mr. Shelby, “Yani iş yönteminizi Tom Loker’ınkinden daha mı insaflı buluyorsunuz?” diye sordu.
“Ama elbette efendim, böyle diyebiliriz. Küçüklerin satılması gibi tatsız durumlarda biraz daha dikkatli olurum – kadınları ortalıktan azıcık uzaklaştırırım. Gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş, değil mi efendim? İş tertemiz görülüp artık yapılacak bir şey kalmadığında çaresiz alışırlar. Bunlar karılarıyla çocuklarını korumaları öğretilerek yetiştirilmiş beyazlar değil ki… Zenciler bu işler için yetiştirilmiştir, beklentileri beyazlarınkilere benzemez, bu nedenle de böylesi sorunlar kolayca çözülür.”
“Ne yazık ki benimkiler bu işler için yetiştirilmemiş öyleyse,” dedi Mr. Shelby.
“Olabilir. Siz Kentucky’liler zencilerinizi şımartırsınız. Onlara iyi davranmak istersiniz ama gerçek iyilik o değildir. Şimdi bakın, dünyanın dört bir yanında becerilmiş, itilip kakılmış sonra da Tom, Dick ya da Tanrı bilir kime satılmış bir zenciye ilke ve umut aşılamak iyilik değildir. O zaman itilip kakılmak ona çok daha zor gelecektir. İzninizle şunu da söyleyeceğim: Tarla işçisi zencilerinizin onlardan beklendiği gibi şarkı söyleyerek çalıştıkları bir yerde, sizin öbür zenciler kesilmiş ağaç gibi orta yerde kalakalır. Herkes doğal olarak kendi aklını beğenir Mr. Shelby; ben de zencileri tam onların layık olduğu biçimde yönettiğime inanıyorum.”
Mr. Shelby huysuz biri olduğunu gösterircesine hafif bir omuz silkişiyle, “İnsanın kendinden hoşnut olması mutluluk verici,” dedi.
Her birinin kendi durumunu değerlendirdiği bir suskunluktan sonra Haley, “Eee?” dedi. “Ne diyorsunuz?”
“Bu işi düşünüp karımla konuşacağım,” dedi Mr. Shelby. “Bu arada Haley, dediğiniz gibi işin sessiz sedasız yürümesini istiyorsanız, bu çevrede duyurmasanız iyi edersiniz. Erkekler duyarsa, öbürleri de duyar, o zaman da sessiz bir iş olmaktan çıkacağından hiç kuşkunuz olmasın.”
Adam kalkıp paltosunu giyerken, “Aa, elbette, ne demek, elbette ama bakın ne diyeceğim, müthiş acelem var, ne yapacağımı olabilecek en kısa sürede bilmek istiyorum,” dedi.
Mr. Shelby, “Bu akşam altıyla yedi arasında arayıp yanıtımı öğrenin,” dedi.
Tüccar eğildi ve çıkıp gitti. Kapı usulca kapanırken Shelby kendi kendine, “Şu herifi o arsız kendine güveniyle birlikte bir tekmede merdivenlerden atabilmeyi ne kadar isterdim ama üstünlüğün onda olduğunu biliyor. Biri çıkıp da Tom’u şu Güneyli rezil tüccarlardan birine satacağımı söyleseydi ona, ‘O köpek mi ki böyle bir şey yapayım?’ derdim. Şimdiyse görebildiğim kadarıyla başka çare yok. Eliza, hem de çocuğuyla birlikte! Karımla başımın epey ağrıyacağını biliyorum, hem bunun için hem de Tom için… Borcumu ödemek için çok büyük bir bedel, Aman Tanrı’m! Herif üstünlüğünü görünce bastırıyor,” diye söylendi.
Köleliğin belki de en ılımlı biçimi Kentucky’deydi. Daha Güney’deki iş mevsimlerinde görülen telaşla baskının yaşanmadığı Kentucky’de durmadan zenginleşen dingin doğa, zencileri daha sağlıklı ve akıllı kılıyordu. Bu arada hızlı kazanç umarsızla korumasızı karşı karşıya bırakmıyor, kırılgan insan doğasını hep ezip geçmiş olan katı yürekliliğe gerek bile kalmadan durmadan artan parası da efendiyi mutlu ediyordu.
Buradaki konakları ziyaret edenler, bazı hanımefendilerle beyefendilerin kölelerini iyi niyetle nasıl şımarttıklarını, onların da yürek sızlatan bağlılıklarını gördüklerinde ataerkil kurumun eski şiirsel efsanelerini düşleyebilirler ama bu sahnenin üstüne, tam tepesine uğursuz bir gölge tünemiştir.
Yasanın gölgesi. Yasa tüm bu çarpan yürekleri ve yaşayan duyguları efendinin malı, bir nesne gibi gördüğü sürece, iyi yürekli efendi iflas eder etmez (ya da ölür ölmez) korunan, yüz verilen bu yaşamların, umutsuz bir acıya ve ezaya dönüşmesi işten bile değildir. Yani, en iyi işleyen kölelik düzeninde bile bunu güzel ya da istenir kılmak olanaksızdır.
Mr. Shelby iyi huylu, orta kıratta bir adamdı. Çevresindekilere kendini pek yormayan bir hoşgörü gösterdiğinden konağındaki zencilerin rahatını bozacak bir aksaklık da olmamıştı. Ancak maddi durumu sıkışıp da gerekli önlemleri almayınca eli kolu bağlanmış, parasının büyük bölümünün geleceği Haley’in eline düşmüştü. Bu küçük bilgi önceki konuşmanın anahtarıdır.
Şimdi de Eliza’nın kapıya giderken duyabildiği kadarıyla bu köle tüccarı efendisine biri için teklifte bulunuyordu.
Kapıda durup dinlemesinin bir sakıncası yoktu ama tam o sırada hanımı çağırınca aceleyle uzaklaşması gerekmişti. Yine de o yabancı adamın oğlu için bir öneri yaptığını duyacak kadar zaman olmuştu, yanılmış olabilir miydi? Yüreği öyle hızlı atıyordu ki, şişmiş gibi geldi, elinde olmaksızın çocuğa öyle bir sarılış sarıldı ki, küçük oğulcuk başını kaldırıp ona şaşkınlıkla baktı.
Eliza su ibriğiyle sehpayı devirip hanımının istediği ipek giysi yerine uyurgezer gibi geceliği uzatınca Mrs. Shelby, “Eliza, kız neyin var bugün senin?” diye sordu.
“Ah hanımım, hanımım!” diye gözlerini kaldırarak bağırdı Eliza, ardından da gözyaşlarına boğulup bir iskemleye yığıldığı gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Ne oldu Eliza çocuğum? Neyin var?”
“Ah hanımım, hanımım! Salonda bir tüccar var, beyefendiyle konuşuyor, onu duydum!”
“Ee, ne olmuş yani şaşkın çocuk? Varsa var…”
“Ah hanımım, efendi, Harry’mi satar mı sizce?” Zavallı kadın kendini koltuğa atmış, hıçkırıklarla çırpınıyordu.
“Satmak mı? Yok canım, aptal kızcağızım benim! Bilirsin ki senin efendin, o Güneyli tüccarlara hiç itibar etmez, ayrıca da doğru dürüst davrandıkları sürece hizmetçilerinin hiçbirini de satmaz. O adamın Harry’yi almak istediğini de nereden çıkarıyorsun şaşkın çocuk? Başkalarının dünyası da seninki gibi onun üstüne mi kurulu sanıyorsun sersem tavuk? Hadi şimdi neşelen de şu kopçalarımı ilikle. Sonra da saçımı geçen gün öğrendiğin gibi tepeme toplayıp örgü topuz yap, artık kapıları dinlemeyi de bırak.”
“Zaten hanımcığım siz öyle bir şeye izin vermezsiniz, değil mi?”
“Saçmalama çocuğum, elbette ki vermem! Neden bunu konuşuyoruz ki? Kendi çocuğunu satmak gibi bir şey bu… Yalnız, sen bu çocukla öylesine böbürleniyorsun ki, biri kapıdan burnunu uzatsa, onu almaya geldi sanıyorsun.”
Hanımının kesin tavrından rahatlayan Eliza, kendi korkularına gülerek çabucak el yatkınlığıyla onun tuvaletini bitirdi.
Mrs. Shelby hem kültürlü hem de ahlaklı bir kadındı. Kentucky’li kadınların düşüncelerinde sıkça rastlanabilen bu doğal yüce gönüllülük ve soyluluğu ahlaki ve dinî ilkelerle pekiştirmiş, güçlü, yetenekli ve pratik biri olmuştu. Hiç de dindar olmayan kocasıysa, karısının bu tam kıvamında tutarlılığına saygı duyup baş tacı etmek yerine ona karşı korku huşu karışımı bir duygu taşıyordu. Karısına hizmetçilerin rahatını, gelişimini ve eğitimini sağlayacağı koşulları o vermişti hiç kuşkusuz ama karar mekanizmasında yer almamıştı. Aslında azizlerin olağanüstü aşırı derecede iyi edimlerinin bir işe yaradığına pek inanmasa da karısının ikisine de yetecek kadar dindar ve iyiliksever olmasından hazzetmiyor da değildi hani. Ne de olsa kendisinde pek olmayan niteliklerin karısındaki bolluğu cennete girme konusunda biraz puslu da olsa bir umuttu.
Tüccarla konuşmasından sonra düşüncelerini kaplayan en ağır yük, tasarlanmış olan anlaşmayı karısına aktarırken karşılaşmak zorunda kalacağı usandırıcı direniş ve engellerdi.
Kocasının içinde bulunduğu zor durumundan tümüyle habersiz olan ve yalnızca onun iyi yürekli yanını bilen Mrs. Shelby, Eliza’nın kuşkuları karşısındaki inanmazlığında son derece içtendi. Bu meseleyi ikinci kez düşünmemiş bile, kendini akşam gidecekleri davete hazırlanmaya vermişti; Eliza’nın söyledikleri de uçup gitmişti kafasından.
2
Ana
Eliza, genç kızlığından beri hanımınca şımartılarak sevgi dokunuşlarıyla yetiştirilmişti. Güney’deki “satıcıların” da sık sık değindikleri gibi o seçkin eda, sesiyle hareketlerinin yumuşaklığı, zenci beyaz melezi kadınlara özel bir armağandı. Tüm bu doğal incelikler güzelliğin en göz kamaştırıcısıyla birleşir, melez kadınlarda o albenili, hoş, tatlı görünüm ortaya çıkardı.
Sizlere anlattığımız Eliza, bir hayal ürünü olmayıp Kentucky’de yıllar önce gördüğümüz haliyle anılarımızdan aktarılmıştır.
Hanımının koruyucu dikkati altında, güven içinde, bir kölenin güzelliğinin öldürücü yazgısı olan sapkınlıklara maruz kalmadan erginliğe erişmişti. Yan konakta yaşayan George Harris adındaki genç, yetenekli melez köleyle de evlenmişti.
Bu genç adamı, efendisi bir çuval bezi fabrikasında çalışması için kiralamış, el becerisi ve açıkyürekliliğiyle kısa sürede fabrikanın en sevileni olmuştu. Üstelik kenevir liflerini temizlemek için de bir makine icat etmişti ki, mucidin eğitimi ve koşulları dikkate alınırsa bu keşfin de en az makine dâhisi Whitney’in çırçır makinesi kadar mekanik deha gerektirdiği anlaşılır.