Romancılarımızın anne imgesini önce olumsuz yanlarıyla gördükleri ve öyle canlandırdıkları söylenemez. Tersine, yokluklar ve yoksunluklar içinde, hayatın demir leblebisini çiğneyerek yaşayan anne imgesi romanımızda çok daha olumlu kişiliklerle görünür. Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” üçlemesinin Meryemce’si, Ortadirek’te bir direnç simgesidir. Adil Efendi’ye borçlarını ödeyemedikleri için Çukurova’ya pamuğa inmeye karar veren Meryemce, oğlu Ali ile gelini Elif, bulgur aşının yanına bir baş soğan bile bulamadan aldıkları Çukurova yolunda öyle dayanılmaz çileler çekerler ki, gencecik iki insanın güçlüklerden yılmayan bir ananın desteği olmaksızın kurtulamayacağı bellidir. Karşılaştıkları her güçlüğü kendine göre huysuzlukları ve inadıyla çözerek yolun sonunu bulan Meryemce, ailesi adına başarmanın gururuyla elini toprağa vurarak, “İndik ya! Geldik ya!” diye haykırır.
Yaşar Kemal, değil mi ki adına Çukurova dediği çetin bir dünya içindeki insanların acılarını, korkularını, mitlerle kurdukları saplantılı ilişkilerini, hüzünlerini, sevinçlerini, iyilik ve kötülüklerini, cesaret ve hinliklerini anlatıyor, orada çocukların ve gençlerin yanı başında güçlü bir ananın varlığı da hep aranacaktır.
Meryemce, Irazca’yı hatırlatır. Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü ve Irazca’nın Dirliği’ndeki Irazca da yaşlı, dirençli, inatçı, kararlı, yürekli bir köy anasıdır. Arada, Tırpan’daki Dürü’nün Kabak Musdu Ağa’ya satılmasına karşı verdiği savaşı yitiren anne Havana’nın çaresizliği var. Havana, on üç yaşındaki kızı Dürü’nün para pul için azgın Kabak Musdu’ya satılmasını önleyemese de, analar anası Uluguş Nine’yi hesaba katmaz köylüler. Uluguş Nine bir büyük ana olarak Fakir Baykurt’un çok sert anlamlar yüklü romanındaki ödevini bilir, eline verdiği tırpanla Dürü kıza “özgürleşmenin” yolunu gösterir.
Demek ki edebiyatımızda anne imgesi hayatımızda görüp alışkın olduğumuz anneden çok, uzak durduğumuz anne imgesine yakındır. Yüzyılın ilk yarısında eve egemen olan anne imgesi zamanın yaşam kültürüne bağlanabilir. Sonra direnç simgesi annenin gelişi dönemin siyasal ve toplumsal beklentilerince belirlenir.
Perihan Mağden’in İki Genç Kızın Romanı’ndaki anneler nasıl okunabilir? Behiye ile Handan’ın anneleri üstelik bu “pop-çağ”ın birbirine zıt iki kişiliği. Behiye’nin sıradan bir ev kadını olan annesi evde kolayca hor görülebilecek, kızının da bir kaşık suda boğmak istediği biçare annelerden. Kapalı odalarda örnekleri sayısız. Handan’ın annesi Leman Hanım da büyümemiş, “çocukanne”, “Lemanbebeği”, gönül eğlendirmekten annelik etmeye vakti olmayan, gene benzerleri sayısız bir kişilik. Baskın olmadıkları için, iki annenin de kızlarının kişiliğinin belirlenmesinde paylarının çok az olduğu belli. Behiye ve Handan arkadaşlığının dramatik sonunda da annelerin payı var mı?
Belki hep aranan, kolayca bulunamayacak. O zaman da Albert Cohen’in Annemin Kitabı’nı açar, yazarın büyülü sözcüklerini okumaya başlar başlamaz kendi anne imgenizin düşlerine yatarsınız. Annesi öldükten sonra yalnız yaşamayı seçen, dışardaki dünyanın annesinin evine giremediği gibi, kendi evine de girememesi için telefonunu açık tutarak yaşayan Albert Cohen, Annemin Kitabı adını verdiği anne söylencesinin sonlarında sonsöz yerine şunları geçirir aklından:
“Masaya oturmuş sohbet ediyorum onunla. Dışarı çıkarken pardösümü giyip giymeyeceğimi soruyorum ona. ‘Evet sevgilim, giysen daha iyi olur.’ Ama onun aksanını taklit ederek saçmalayan yalnızca benim. Siyah ipek giysisiyle güzel kokular içinde, oturmuş, yanımda olmasını isterdim. Onunla uzun süre, sabırla, ona bakarak konuşmuş olsaydım, belki de ansızın, bana acıyarak, annelik sevgisiyle yeniden canlanacaktı. Bunun gerçek olmadığını çok iyi biliyorum, oysa bu düşünceyi atamıyorum kafamdan.”
Selim İleri’nin Annem İçin kitabını alabilirsiniz burada, anneye yazılmış bir sevgi ağıdı okumak için. Annemin Kitabı neyse, Annem İçin de odur benim için…
Gracq ya da Bilinmeyenin
Gizi ve Gerçekliği
Julien Gracq’ın tarihle kurduğu kan bağı coğrafya tutkusundan mı gelir? Gracq’ın ikisini birden içselleştirme biçimindeki yaratıcılığa bakınca, bunun düpedüz anlamlı bir bağdaşma olduğu görünüyor. Yoksa mekân, yer kavramlarıyla tarihsel bir hayat kurgusu Sirte Kıyısı’nda nasıl bu denli etkileyici biçimde birleşmiştir?
Belli ki Gracq da bir zamanlar tarihe tutulmuş, roman yazarlığını tarihten ayrı düşünemez olmuştur. Öylece yaşayan tarihten süzdüklerini eski tarihin üstümüze düşen gölgesine sermiş, yeniden yaratıp sunmak için hazırlanmış olmalı. Yazdıkları bu duyguyu veriyor.
Sirte Kıyısı’nın omuriliğine tetikleyici bir alegori gizlenmiştir ki, oldu bittiye getirilmiş bir enerji değildir ortaya çıkan. Tarihe ilişkin çağrışımlar romanın içinde kendilerini dışavuracak enerjiler yaratır. Ne içinde oluşur bu enerji? Dil ve kurmaca içinde elbette, sonra anlama dönüşür. Sirte Kıyısı’nda tarih, yazarın baskı altına aldığı yazınsal metnin suskusu içinde gösterir kendini; bazen öne çıksa da, asıl gövdesiyle metnin altından işler dile, kurguya, anlatıya.
Sirte Kıyısı’nın alegorisi üstüne düşünmeye başlayınca, romanın tarihsel bağlamını açığa çıkarmakla yüz yüze gelir okur. Doğrusu, kolay değildir bu; çapraşık bir roman Sirte Kıyısı. Onda kurmaca ile tarih arasındaki ilişkiyi tarih yüzünden okumayı düşünmemeliyiz, ama edebiyat içinden okumak da yetmiyor. İşin aslı, tarihsel gerçekle kurmaca, yaşanmışla düşsel olan arasında bir geri çekilir, bir köpürüp Sirte Kıyısı’na vurur.
Julien Gracq’ın tarih düşüncesi, geleneksel tarih anlayışlarından farklı, bir alt-tarih anlayışı gibi girer Sirte Kıyısı’na; belki onunkine karşı-tarih de denebilir, aykırı-tarih de. Metnin altından işleyen bu yaratım biçimi, aynı zamanda yazarın dünyasını dışavurur. Gracq’ın tarihin geleneksel doğrularını kırıp kendi öznel doğrularına dayanarak geçmiş ile bugünün alegorisini yapma amacı, gerçekliğe bir yazınsal tarih katkısı olarak ortaya çıkıyor.
Sirte Kıyısı, bir yazarın bütün yazarlık anlayışını ve yaratısını tam olarak ortaya koyan romanlardan çok farklı duruyor. Kendisi yalnızlık adasının sakinlerinden olan Julien Gracq, yapıtlarını da bilinmeyen dünyalar içinde kurmuştur.
Sirte Kıyısı’na “Önsöz” yazan Osman Senemoğlu, Julien Gracq’ın “bilinmeyene bir açlık duyduğunu, eski kalelere, gizemli ormanlara, tehlikeli serüvenlere yer vermekten hoşlandığını, tek tiyatro oyununu Wagner’in Parsifal’inden esinlenerek yazdığını,” belirterek onun, “birçok yanıyla gizemli bir yazar sayılabileceğini öğrenme olanağını buluruz,” diyor.
Sirte Kıyısı tarihin bir izdüşümünü yaratıyor sanki, ama hangi tarihin: Geçmiş üstündeki bugünün mü, bugün üstündeki geçmişin mi?
Kurmaca tarih içinde günümüz aydınlatılabilir mi, sorusu da var. Tarihsel romanlar çoğun bunu gerçekleştirir ve okurun kafasındaki geçmişle ilgili karmaşanın düzenlenmesini sağlayabilir, ama doğrusu Gracq ile Sirte Kıyısı’nın bunu yaptığı pek söylenemez. Çünkü Julien Gracq’ın zor bir yazar kimliğine sahip oluşu yanında, Sirte Kıyısı da çetin bir roman. Kaya gibi durduğu ortada. Tarih, başka bir tarih bu metinde. Sıradan okurun içine tutkuyla girmesini bırakın, yetişkin edebiyat okurunun alımlama ölçülerine kolayca sığdırılabilecek romanlardan da değil. Okurun tarihe dönük bir bakış açısı oluşturması için entelektüel yetilerini yükseltmesini bekliyor.
Denebilir ki, bir tür merak romanı, meraklısını buldukça. Kimi romancıların ellerinin altında bulundurup yeni bir roman yazmaya başladıklarında açıp okuduğu romanlar vardır, işte onlardan Sirte Kıyısı. Öğretici, ufuk açıcı ya da esinleyici.
Sirte Kıyısı’nın durgun bir dil içinde ağır ağır akışına tutulduğumu söylemeliyim. Okuru da durgunlaştıran, insanın üstüne binen bir ağırlık, sorumluluk gibi duran bir roman. Kendi koşullanmış eğilimimi mi belirtiyorum –herkes kararını okurken verir.
Öte yandan, romandaki Orsenna, Fargestan ya da Amirallik de başka türlü yaşayabilecek durumda değildir. Bu insan yerleşkelerinin hayatı bir sınıra getirip orada durduran düzenleri, tarihle birlikte içlerindeki insanları da oraya getirip bırakmıştır. Kahramanımız Aldo bu yüzden uzun düşünmeler, bekleyişler içinde geçirir zamanı. Kentlerle insanlar arasındaki bu ilişki Gracq’ın ustalıkla yarattığı yazınsal bağların başında gelir.
Gracq’ı, sözcükleri tek tek düşünüp küçük, ağır hareketlerle Sirte Kıyısı’nı yazarken hayal ediyorum. Öyle de okunmasını istediğini seziyorum. Bu arada Gracq, romanın cümlelere ağırlık vererek yazılmayacağını, belirtiyor, ama ben Sirte Kıyısı’nı cümlelere ağırlık vererek okuduğumu söylemek zorundayım. Ancak öyle tadına varabilirdim bu büyük romanın.
Gracq romanını, “Hiçbir zaman yapılmayacak bir deniz savaşı sürekli beklenmektedir,” sözleriyle de saptıyor ki, bana kalırsa bu, Sirte Kıyısı’nın en çarpıcı ve yazınsal bakımdan göz önünde durması gereken anlamı. Belki bu romandan çok etkilenmemin nedeni bu: Yolculuk, dinginlik, bekleyiş: yazılmış bunca romandan sonra insanın yazılacak şimdiki halleri…
Roman yazarı olsaydım, yeni bir romana başlamadan önce ben de ilk açıp okuyacağım başucu kitabı olarak Sirte Kıyısı’nı mı seçerdim?[1]
Edebiyatımızda Geleceğin Yazarları
Geleceğe kalmak: edebiyatın büyülü sözlerinden. Bazen yazarın itiraf etmediği özlemi. Yaratıcı yazarların ölümden sonra bile olsa geleceğe kalacak ruh ikizlerini bilmenin iç huzuruyla beklemelerine neden olan güçlü duygu.
Gene de ölümden sonra kalıcı olduğunu bilmek yerine, yaşadığı zamanın kahramanı olmayı yeğleyenlerin sayısı daha çok. Yazar-insan: yaratıcılığını derinleştirdikçe değer kazandığını bilen yazar ile değerinin karşılığını görmekten mutlu olan insan. Çoğun ne biriyle yaşayabiliyor yazar, ne de yalnızca öbürüyle. Eleştirinin yazarın bu duruş biçimini anlama, edebiyat yapıtlarının yerini saptama, metin içi çözümlemelerle yazılanların yeniden üretiminin yollarını açma işlevinin yeri başka bir biçimde doldurulamıyor.
Eleştirinin bu etkinliği, aslında örtük eleştiri kitapları olan antolojilerde olduğu gibi, bir dizi doruk noktasını ya da uç veren filizleri saptayarak kanonların oluşumuna katkı biçiminde dışavurur. Fransız edebiyat dergisi Lire’in, Mayıs 2005 sayısında, 21. yüzyılda edebiyat dünyasına damgasını vuracak 50 yazarın adını vermesi, bu tür eleştirinin etkin bir biçimini gösterdi.
Derginin genel yayın yönetmeni François Busnel, romanın gelecekte de yaşayacak bir tür olduğunu göstermeyi amaçladıklarını, derginin editörlerinin dünya edebiyatında kendilerini yeni gösteren yazarlar arasından 50’sini bunun göstergesi olarak seçtiklerini belirtiyor. Geleceğin G. Garcia Marquez’leri, Salman Rushdie’ leri olarak sunulan bu 50 yazar arasında Aslı Erdoğan’ın da bulunmasıysa, haberin asıl ilgi çekici yanı.
Lire dergisi geleceğin Dostoyevski’lerini, Tolstoy’ larını, Stendhal’lerini değil de, yakın gelecekte artık çağdaş klasikler olarak anılabilecek yazarların ardıllarını belirlemeyi amaçlamış. Sanırım benzer bir durumda biz de geleceğin Halit Ziya, Esendal, Sait Faik ya da Tanpınar’larının değil de, önümüzdeki yirmi-otuz yıl içindeki Yaşar Kemal, Vüs’at O. Bener, Yusuf Atılgan, Adalet Ağaoğlu, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Oğuz Atay ya da Füruzan gibi ustaların yerlerine anılacak yeni yaratıcıların kimler olacağını soracağız.
Lire dergisinin listesindeki yazarların en genci İngiliz Adam Thirlwell 27, en yaşlısı Güney Koreli Hwang Sok-Yong 62 yaşında. Doğrusu, biz hep genç kalmakta ısrarlı insanlarla yaşadığımız için, 21. yüzyılın yaratıcılarını seçerken aklımıza bugün 62 yaşına dayanmış bir yazar gelmez.
Bugüne damgasını vuran yazarlar arasından geleceğin ustalarını saptamak için yayımlanmış kitaplara bakılmalı. İlk kitapla bunu anlamak olanaksızsa, birkaç kitap aranır. Çalışmayla kazanılmış ustalığın yanında, bazen kaynakları belirsiz yetenek de ölçü olabilir.
İlk romanı Kabuk Adam, Aslı Erdoğan’ın (1967) geleceğin 50 yazarı arasında yer almasını sağlayamazdı. Ne zaman birbirleriyle iç içe geçmiş öykülerden oluşan Mucizevi Mandarin yaratıcı bir yazarın haberini verdi, onu çok geçmeden Kırmızı Pelerinli Kent izledi, o zaman önemli bir anlatı yazarıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünmüştüm. Neden sonra pek çoklarının dilinde dolaşan “Tahta Kuşlar”ı da, farklı bir biçimini Adam Öykü’de yayımladıktan sonra sık sık anmaya çalıştım ki, Aslı Erdoğan’ın bazen yaralı bir bilinçle kendini gösteren değeri gözden kaçmasın.
Hem de üretkenliği nicedir uzun bir uykudayken Lire dergisinin editörleri Kırmızı Pelerinli Kent romanında Aslı Erdoğan’ın geleceğin yaratıcıları arasında yer alabileceğinin ipuçlarını görmüş. Onlar elbette Aslı Erdoğan’a zar atıyor. Yoksa bir yazarı kendi ülkesinin dışında tam olarak anlamak neredeyse olanaksızdır. Bu yüzden geleceğe kalacak 50 yazar arasında Türkiye’den Aslı Erdoğan’ın seçilmesi Lire dergisi editörlerinin öznelliğiyle sınırlı bir doğrudur, ama yanlış da değildir.
Aslı Erdoğan, benim için de geleceğin yazarları arasında öncelikle aklıma gelenler arasında, ama Latife Tekin’in (1957) Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları ile yarattığı etkinin yazınsal nedenleri ondan da önce gelir aklıma. Buzdan Kılıçlar’dan sonra verdiği uzun ara kaçınılmazdı, ama art arda gelen Ormanda Ölüm Yokmuş ile Unutma Bahçesi insanın hayatın içindeki duruşunu sorgulayan, sonsuzluk noktasında romanlardı. Varoluş sorunsalına göndermelerle insanın özünü tartışan, yaratıcı düşüncenin itkisiyle kurulmuş bu iki romanı öncekilerle bir arada düşünülünce, Latife Tekin’in geleceğin yazarı olduğu kuşkusuz, ama günümüzün önemli yaratıcılarından biri olduğu da unutulmadan.
Cemil Kavukçu (1951) ile Mahir Öztaş (1951) aynı dönemin sıradışı öykü yazarlarıydı; ikisini da başlangıçta merakla izleyenler, birbirinden farklı ve eski ustaların düzeyinde öyküler yazdıklarını gördü. Ortak özellikleri öykücü kimlikleriyle edebiyatımızda sağlam yerler edinmişken ikişer roman yazmaları. Roman, sanırım farklı dünyaları anlatmak isteyen öykücüyü zorla kendine çekiyor. Yoksa Cemil Kavukçu ya da Mahir Öztaş’ın roman yazmasının nedeni yazınsal etmenlerin zoru değil. İkisi bugünün de ustaları, ama onların yaratıcılıklarının gelecekte örnek alınacağı da saptanabilir.
Yarım yüzyıl önce Vüs’at O. Bener’in Dost ve Yaşamasız’ı nasıl karşılanmışsa, Hasan Ali Toptaş’ın (1958) yazdıkları da öyle. Belki merak ile anlatılabilecek, sınırlı bir ilgi vardı ilk romanlarına, ama Bin Hüzünlü Haz ipleri kopardı. Onun “tuhaf bir Kafka” gibi abartıldığı söylendi –bir tür kaygıydı bu. Bugünün yazarı değildi o. Anlaşılması güç metinler yerine, popüler bir dil seçmesi de önerildi Hasan Ali Toptaş’a. Oysa Bin Hüzünlü Haz, günümüzün yenilikçi edebiyatının modernizme dönük biçimi, son on yıl içinde edebiyatımızda yazılmış en sıradışı metinlerden biri, gelecek on yılların kurmaca biçiminin ne olabileceği üstüne verilmiş erken bir örnekti.
Ayfer Tunç’u (1964) geleceğin on yazarından biri olarak düşünmemin nedeni, Aziz Bey Hadisesi ile Taş-Kâğıt-Makas öykü kitapları. İkisinde de, çok sağlam metinler yazarken kunt bir yazara dönüşüyor Ayfer Tunç. İnsanın şu yaşanan hayattaki dramatiğini ayrıntıların içine sızarak anlamlandırma kaygısı ve başarısı övgüye değer. Hasan Ali Toptaş aklıma nasıl Vüs’at O. Bener’i getiriyorsa, Ayfer Tunç da, Adalet Ağaoğlu ve Tahsin Yücel’i getiriyor.
Müge İplikçi (1966) postmodern metinler içinde tamamıyla kendine özgü kalmayı başardı. Öyküleri postmodern edebiyatın örnek metinleri, ama ne o ötekileri örnek aldı, ne de başkaları onu. Odak noktasına insanın hallerini alan bir yazınsal anlayış edinerek postmodern edebiyatın bizdeki gölgesini tersyüz edip durduğu yerden kaldırdı. Öte yandan, yazdıklarının hızla akıp giderken kendisince de denetlenemiyor oluşu ile eski sözcüklerle bozuşturduğu dili çözüldüğünde, geleceğin yazarlarından biri olduğu daha iyi anlaşılacak; çünkü önemli bir yaratıcılık gizilgücü taşıyor.
İnan Çetin (1966) ile Faruk Duman’ı (1974) genç ustalar arasında saymak için erken olabilir. İkisine de, bugüne dek yazdıklarına gösterilen sıradan ilgilerin ötesinde, kurmaya çalıştıkları yazınsal yapıları çözümleyerek yaklaşılmalı. Yazdıkları öyküler iki düzeyde de çarpıcı: Hem yeni bir yazınsal dil ve yapı arayışları çok güçlü, hem de insanın hayattaki varolma kaygılarının özünü gösterme çabaları.
İnan Çetin Bin Yapraklı Lotus’ta son zamanlarda yazılmış en güzel ve önemli öykülerden biri olan “Bakır” ile Ferit Edgü’nün Doğu Öyküleri’ndeki ustalığını hatırlattı: Olağanüstü yalınlık içinde sürekli anlam üreten metin; kapalı, yalıtılmış dünyalar içinde insanın evrensel sorunlarını kurcalama…
Faruk Duman ilk kitabında saptadığı biçimi bütün kitaplarında koruyup geliştirdi. Bir tek Pîrî, belki de yazarınca roman sayıldığı için, yalınlığın sınırlarını ararken tek tek bazı tümcelerde açmaza düştü. Keder Atlısı onun başkalarına benzemez, tamamıyla özgün, yalınlık ve yoğunluğun sınırlarını ulaşılabilecek son kerteye kadar zorlayan dil ve biçim arayışının başarılı bir örneği.
İnan Çetin ile Faruk Duman’ın, geniş bir kamuoyunca tam anlamıyla iyi okunup saptanamayan yazınsal değerlerini göz önünde tutarak geleceğin ustaları arasında yer alacakları öngörüsünü erken yapmaktan kaçınmak için neden görmüyorum.
Mehmet Günsür’ü (1955) sona bırakmamın nedeni belli. İçeriye Bakan Kim?’deki olağanüstü öyküleri bıraktığı acıyı çoğaltmıştır. Gelecekte genç yazarların “Öykü nedir?” sorusuna bulabilecekleri en anlamlı karşılıklardan biri olan Mehmet Günsür’ün öyküleri, verimi ne yazık ki sona ermiş bir yaratıcının, yazınsal ömrü sonsuzluğa giden bir cevher gibi yaşayacak.
Geleceğin ustalarını belirlemeye çalışan bir yazarın sonunda önümüze getirdiği bu on ad, elbette onun öznelliğiyle sınırlıdır. Bu öznelliği göz önünde tutan pek çok farklı seçim yapılabilir. Her öznel değerlendirme, ufkumuzu daha da genişletir. Değil mi ki okuma etkinliğimiz kendi serüvenimiz içinde değişerek yol almaktadır, bugün yapılmış seçimler de sonra değişecektir. Yeni yaratıcılar her zaman edebiyatımıza katılabileceği gibi, bugün verdiğimiz değeri kendi verimi içinde yıpratanlar da olabilir. Öte yandan, burada adlarını belirlediğim on yazarımızın yanı sıra düşündüğüm öteki yazarlarımızı değerlendirmeyi de sürdüreceğim.
Geleceğin Öykücüleri
Öykücülüğümüzün son on yıl içinde yaşadığı canlılığın aynı düzeyde kesintisiz biçimde sürmesi beklenemez. Nasıl ki bu canlanmanın başlangıcında yeni yazarlara yapılmış erken eleştiriler kuşağın sonradan gitgide artan pırıltısıyla yanıtlanmıştır, sonunda zaman zaman güç toplamak için geçici durgunluk dönemleri yaşanması da olağan sayılmalıdır.
Kaldı ki öykücülüğümüz, yeni ve çok yetenekli yazarlarını her kuşak içinden art arda çıkarırken geleceğe doğru adımlarını da daha sağlam atıyor. Yazgısını popüler olmakta, romanın gördüğü yığınsal ilgiden yararlanmakta görmeyen, bugün de eski kuşaklardan ustaların yanına koymaktan çekinmemiz için neden bırakmamış, geleceğin genç yazarlarınca da belki örnek alınabilecek yaratıcı öykücüler elbette var. Sayıları hiç de az olmayan yeni yaratıcıları, öykücülüğümüzün geleceğinin kesintisiz biçimde önceki büyük kuşaklarına eklenmesini sağlıyor.
Varsa öykücülüğümüzün kanonu, bir büyük Çağdaş Türk Öykücülüğü antolojisi oluşturacak değerde, Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik’ten Vüs’at O. Bener ve Nezihe Meriç’e, Leyla Erbil ve Tahsin Yücel’den Füruzan ve Ferit Edgü’ye, Necati Tosuner, Selim İleri ve Hulki Aktunç’a uzanırken son kuşaklar içindeki gelecek yazarlarını, sözgelimi Cemil Kavukçu, Mahir Öztaş ve Murathan Mungan’ı alacaktır içine.
Milliyet Sanat’ın Temmuz 2005 sayısındaki “Edebiyatımızda Geleceğin Yazarları” başlıklı yazıda, Lire dergisinin 21. yüzyılda edebiyat dünyasına damgasını vuracak, geleceğin Marquez’leri, Salman Rushdie’leri olacak 50 yazarı seçmesi üstüne, ben de kendimce, bizim edebiyatımızda bugünün büyük ustalarının yerini alacak geleceğin on yaratıcısını seçmiş, nedenleri üstünde durmuştum. Yalnızca on yazar seçmek, bazen yanıltıcı olabilir. Şu var ki, o yazıyı yazdığım günlerde de o listeyi bir ikinci listeyle tamamlamayı koymuştum önüme.
Şimdi bakıyorum da, bu kez yalnızca öykücülerle sürdürmek daha doğru geliyor. Orada bıraktığım yerden sonra, sözgelimi Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun (1955) adını kaydetmeliyim. İlk kitabı Yaz Evi de önemliydi, ama Beş Ada unutulmaz kitaplar arasındadır ki, son kitabı Rüzgâr Geri Getirirse de var. Mehmet Zaman Saçlıoğlu üstelik kendi öykü dünyasını ve dilini yaratmış yazarlardan.
Onunla aynı kuşağın bir başka genç yaratıcısı Özcan Karabulut (1958), sıcakkanlı öykülerle girdiği öykücülüğümüzde adını sürekli gündemde tutan kitaplarıyla hayatın girdisine çıktısına karşı soğuk durmayı olanaksızlaştıran bir öykü anlayışı kurdu. 1980’den önce yaşananları nasıl yazdıysa, baskı döneminin somut darbelerini, yarım kalan yılları yazarken de taşıdığı coşkuyu, aşkları, hayalleri, kadınla erkek arasındaki duygusal gelgitleri anlattı. Politik öykünün benzersiz bir biçimini de yazıyor Özcan Karabulut. Hüznün halleri, ayrılıklar, acılar, unutuluşlar… İnsanlık hallerinin genel olan içindekiyle değil de, günlük hayattaki özel varoluş biçimleriyle ilgileniyor. Kendine özgü bir dille yarattığı bu öykülerinin, politik öykünün yeni bir biçimi olarak genç yazarlarca örnek alınabileceğini sanıyorum.
Murat Yalçın’ın (1970) ayrıksı tutumu öteden beri ilgimi çekmiştir. Ne birilerine benzemeye gönül indirmiştir bugüne dek, ne de öyküleriyle öne çıkmaya. Tuhaf bir öykü dünyasında, yazdıklarında çok seçkinci görünüyor. Estetize edilmiş öyküleri çok sıkı bir yazınsal denetimden süzülür. Onun kendine özgü dünyasında geleceğin yaratıcılarından biri olacağından kuşku duymuyorum.
Sibel K. Türker’in öykülerinin insana dönük yüzünün öyküden öyküye açılıp ardındaki dünyaları gösterme çabasını daha iyi anlayabiliriz. Öykü Sersemi, yazarının özenini anlatan Kalp(Y)azan’dan sonra, dili, anlatım biçimi, sorun ettiği durum ve ilişkileri olgunlukla süzen tutumuyla bu yılın üstünde durulması gereken kitaplarından olacak.
Sema Kaygusuz gözlemlerini insanın ayrıntılarda yaşayan değişimine yöneltiyor. Bunun için hep başkalarından farklı ayrıntılarda keşfettiği insanı içten anlatım biçimi ve gitgide yetkinleşen anlatım ustalığıyla yansıtırken, kendini de genç kuşağın ilk akla gelen yaratıcıları arasına sokuyor. Yüzeyde görünmeyeni göstermek için insanı derin yapısında kavramak, insanın doğal kişilik özelliklerini yazınsallaştırmak da onun ustalığı.
Geleceği düşünerek attığım bu ikinci adımda ilk aklıma gelen beş öykücüden sonra, başkaları da var elbette. Duvarı böylece öreceğiz.
Şiirin Bilge Sözü
Cevat Çapan’ın şiirini Dön Güvercin Dön’den bu yana tanıyorum. Demek ki iyi yerden başlamışım, diye düşünürüm, ama herkes oradan başlamadı mı? Kimileri için 1985’in hemen öncesinde tek tek yayımlamaya başladığı şiirlerinden sonra Dön Güvercin Dön de Cevat Çapan’ın şiirinin anlamını kavramak için yetmediyse, sonraki kitapları beklenebilirdi, ama şiirin ana damarında akan, aslında benzeri edebiyatımızda az yazılan, geleneksel olandan taşıp modernizm içinde kendini bulan bu güçlü şiir anlaşılamadı. Bunun nedenlerinden biri, Cevat Çapan’ın 1952’den sonra çok geçmeden şiirini gözlerden uzak tutmaya başlamasıysa, asıl neden 1980’lerden sonra yazdıklarının değerinin çözülememesidir. Elbette dünya şiirinden art arda yaptığı çevirilerin etkileyici güzelliği yüzünden onun kimilerince önce şiir çevirmeni olarak görülmesi de var, ama bu da, düpedüz eksik anlama sorunuyla sakatlandığımızı göstermez mi?
Bana kalırsa, Cevat Çapan klasik edebiyattan modernlere varıncaya dek, şiirde de sahici olana tutkusu ve büyük şiirin kutsallığına inancı yüzünden kendi şiirini gölgede bırakmıştır. Bu gözlemin ona değil, ötekine dönük bir sorgulama gerektirdiği belli. Cevat Çapan’ın bu seçiminde nasıl bir yalvaç duruşu, sahici şair kimliği varsa, onun şiirini anlayamayanlarda da şiirin özünden uzak kalışın eksikliği duyulmalıdır.
Cevat Çapan şiir sanatının klasik anıtlarından suyunu alırken yatağını değiştirmiş, kendi şiirini modernizmin yeni dünyalar kuran insan kavrayışı içinde yaratmıştır. Batı şiirinin özellikle İngiliz edebiyatında kimliğini bulan anlama değer verme kararlılığını ve gerçekliğin kişisel dünyalar içinde oluştuğu bilincini yalın bir dil içinde, ama belirgin ayrıntılarda aramak, Cevat Çapan’ın şiir anlayışının yolunu belirler.
Bu çerçeveyi tuttuğumuz şiir, alabildiğine saydam, ışığı geçirgen, camaltı resimleri gibidir. Bu arada belki sürekli ilgi alanı içinde bulundurduğu haiku’ların duygu ve düşüncenin çekirdeğindan çıkardığı yalınlığa ve imge anlayışına da bağlıdır Cevat Çapan, ama şiirini oluşturan kültür ortamı Doğu’dan değil de Batı’dan gelir. Üstelik Batı şiirinden de dili ve yapımbiçimlerini değil, düşünme biçimini almıştır; yoksa şiiri tam anlamıyla kendi dünyasında kurulur. Bu arada, anayurdu arayıştır şiir, onunki de: