Книга Eleştirinin Sis Çanı - читать онлайн бесплатно, автор Gümüş Semih. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Eleştirinin Sis Çanı
Eleştirinin Sis Çanı
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Eleştirinin Sis Çanı

Dönerken uzaklardan

Yıllar sonra yurduma,

Catullus’un Verona’sında

Konakladım bir gece.

Arena’da Norma’yı dinledim

O ışıl ışıl kalabalıkta;

Kemerli köprülerden geçtim

Ay aydınlığında,

Düşümde Frigya ovaları,

İznik’in verimli toprakları.

Ne kadar gelenek içinden gelirse gelsin, gelenekçi, geçmişe dönük bir şiir değildir Cevat Çapan’ınki. Bunun için yaşananları süzmeye, dili ağır akan bir suyun sesinde bulmaya, kendini okurun dünyasına açıkça tutmaya özen gösterir. Hep insancıl olanla ilgilidir. Bu şiirlerin içinde hayatın kekre tadı da vardır, hüzün de; yüksek sesle okunmaz sözgelimi; sözcüklere taşıdıkları değeri vermek için ağır ağır okunmalı ki, bu gösterişsiz şiirin vazgeçilmezliği anlaşılsın. Sahici hayatların ve duyguların yüksek sesle yazılıp okunması yapaylığa düşürür. Şairler, ancak kendi gücü yetmeyen anlamların sesini yükseltir, yoksa zamanda unutulmak kaçınılmaz olur. 1960’lardan bugüne, bu düşüncemi doğrulayan sayısız örneği aklıma getirerek söylüyorum bunu. Örnekse,

Bu uçsuz bucaksız ovanın bitiminde

Kimsesiz bir nehirle buluşuyor gece,

Sazlıklar içinde.

dizelerini yüksek sesle okumak anlamdan nasıl uzaklaştırırsa, aynı alçakgönüllü sesin yarattığı da unutulmasın.

Cevat Çapan’ın şiirinin gizlerini düşündüğümde, bunu ilk okumalarda çözemediğimi görmüştüm. Anlamları ve o anlamları dile getirme biçimiydi beni çeken, şiirin ana akımı içindeki ayrı duruşu, kuruluşu; ama bu kadarı anlatmıyordu aradığımı.

Yaşadığı hayattan süzdükleri, insanlar arasında bulduğu ilişkiler ve geçmişin buruk anıları onun şiir dilini oluşturuyordu. Her şey bir duygu ve anı olarak yaşanıyordu orada ve şiir aslında yaşananların özündeydi. Duyguyu duygu olarak değil de, şiir olarak yaratmanın biçimiydi bu. Şiir dili böylece nesneleşirken alçaktan uçan lirizm de bir duygu olarak şiirleşiyordu.

Cevat Çapan’daki modernizmin bu yalın, ama yeni biçiminin bugün yaygın dışavurumu, izleyicilerinin çok olması beklenirdi; şaşırtıcı olmalı, genç şairlerden de bu şiirin izini sürenler yok. Bu şiirin ilgi alanlarına yeterince girmemesinin nedeni, günümüzün yeni şairlerinin şiiri biçimsel güzelliklerde aramaları, hayatın içindeki şiiri bulmanınsa büyük güçlükleri olduğunu görmeleridir.

Sözgelimi şair Cevat Çapan nerelidir? Bir yere bağlanmadan, İstanbul’dan Anadolu’ya uzanan bir kültür kalıtının parçasıdır, denebilir. Oysa günümüzün genç şairleri nereli olduklarını düşünmüş değil. Cevat Çapan şiirlerinde Batı’dan geleni Anadolu’da karşılayan bir kimliği gösterirken yeni şiirin bu tür arayışları karşılayamadığı da belirtilebilir mi?

Cevat Çapan’ın şiiri, sanırım okuma kültürünün kendini kalıplarından kurtarmasıyla daha iyi anlaşılacaktır.

Yıllar önce bir yerde en sevdiğim on şairin adını verirken, hem de Yahya Kemal’i anmadan Alova’nın adını söylediğim için, Fethi Naci içerlemişti bana. Oysa en büyük on şairden değil, o sırada en sevdiklerimden söz etmiştim. Şimdi de Cevat Çapan’ın son on yıldır en sevdiğim şairler arasında durduğunu, dahası, Türk şiirinin benzersiz bir adası olduğunu söylememe birileri takılır mı…

Görünür Kaza, Editörlük

Sanaatı

Yayıncılığın nankör yanıdır düzeltmenlik. Herkes göze alamaz o yanda durmayı. Göz nurunu hiçe sayar, beklenmedik yerden vurur, bazen adamakıllı yıkıcıdır. Çeyrek yüzyılı aşan süreden beri kurtulamadığım için, yaptığım yanlışları biliyorum, ama kendi başıma gelenler kadar ağır olmadı hiçbiri.

Kaçak Yayın dergisinin Temmuz 2005 sayısında yayımlanan söyleşide “ağzımdan çıkanları” okuyunca, beynimden vurulmuşa döndüm. Söyleşinin redaksiyondan geçmemiş dili, kasetlerden anlaşıldığı kadarıyla çözülüp dergide yayımlanınca, neler olmuş! Leman Kafe’de bir kahve muhabbeti yapmıştık, ama kahve muhabbeti yayımlanır mı? Bir yirmi yıldır tanıştığımız, Kaçak Yayın’ ın yayın yönetmeni, kuşaktaşım Adnan Özer söyleşiyi yayımlamadan önce bana göndereceğini, metnin onayını alacağını söylemişti, ama işleri hep sıkışık ve karışıktır Adnan’ın. Cümlelerin bozukluğu, dedim ya, kahve muhabbetinden, ama nice uydurma cümle, söz, sözcük de var. Söyleşi kasetten çözülürken anlaşılamayan yerlere yakıştırılıvermiş. Hele biri var.....

Latife Tekin’den söz ederken demişim ki: “Çok uzun zaman sonra Aşk İşaretleri’ni yayımladığında bunu geçiş romanı olarak değerlendirdim, ama bundan sonraki iki kitabı Mandalin Yokuşu ve Unutma Bahçesi olağanüstü romanlar, bugün yazılmış en iyi romanlar arasında görüyorum.”

Bu sözlerin sırrını ilk okumada anlamayanlara, anlatayım: Latife Tekin’in “Mandalin Yokuşu” adında bir romanı yok elbette; ama Ormanda Ölüm Yokmuş sözcükleri kayıtta nasıl bir ses benzerliği yarattıysa öyle anlaşıldığı için, “Mandalin Yokuşu” oluvermiş. İşin içinde Gümüşlük, Bodrum da olduğu için mi, bilmiyorum, böylesi de çözücüye “anlamlı” gelmiş. Belki Latife Tekin bu adı sever de bir gün bir romanına “Mandalin Yokuşu” adını verir, benim biliciliğim de ortaya çıkar.

Yıllar önce beni çok utandıran bir yanlış da, Yusuf Atılgan’ın romanları üstüne Kitap-lık dergisinde yayımlanan yazımda yapılmıştı. Dizgicinin yazdığını düzeltmen de öyle anlayınca, yazının Yusuf Atılgan için son cümlesindeki, “Edebiyatımızın bu büyük yazarı…” sözcükleri, “Edebiyatımızın en büyük yazarı…” biçiminde yayımlanmasın mı? “En”li yakıştırmaları üstelik hiç kullanmamama karşın, neyseki hiç kimse, Niçin öyle yazdın? demedi, kurtulmuş gibi oldum.

Kısacası, editörlük zor zanaat, ama sanaat hiç değil…

Öteki Soruşturmalar

Borges Metaforu

Jorge Luis Borges, çevresinde pek çok tartışma yaratılmış, sıradışı kişiliği ve kimliğiyle çoğunluğu şaşırtmış, bazen ne olduğuna karar verilememiş, nitelikli edebiyatın izinden gidenlerin sonunda yoluna düştüğü, çağımızın büyük yaratıcılardan biri olduğundan kuşku duyulmayan yazarlardan. Onu gene en son biz mi anladık, bilmiyorum, ama meraklılarının sayısındaki artışa bakarak sonunda anladığımızı söyleyebiliriz.

Öteki Soruşturmalar’da yayımlanan ilk yazıyı yirmi altı yaşında yazdığı düşünülürse, Borges’in yaratıcı metinleri yanı sıra oluşan düşünsel ufkunun yeni kazıları gerektirdiği söylenebilir. Başında Borges olduğu için, bu kitaptaki denemelerin bilgelikle yazıldığını düşünmek yerine, çoğunda saklı zekice buluşları kendimiz çıkarmalıyız. Kendi üslubunu neredeyse doğuştan kazanmış bir yazar o; onunkini düzanlatım sananlar, bu denemelerin çoğul anlamlarına kolayca varamaz.

Demek ki Öteki Soruşturmalar’da yer alan denemeleri bir okuyup iki düşünmek gerekiyor. Borges, sanki ansiklopedik bilgiler de verirken kendince bir şeyler anlatıyormuş gibi yazıyor ki, okuru hemen tuzağa düşürür. Yazarı da ona öykünmeye çalıştığında aynı tuzağa çekildiğini görür de kendini düşmekten alıkoyamaz. Kaldı ki, kendimizi Borges’in dünyasını olduğu gibi paylaşacağımız konusunda kandırmayalım; bir Arjantinlinin anladıklarıyla bizim anladıklarımız aynı olamayacağı gibi, aslında hiçbir yazarın kendi anadilinden ayrı bir dilde gerçekten olduğu gibi anlaşılamayacağını da düşünüyorum.

Borges, “Duvar, Kitaplar” adlı denemede Çin Seddi’nin yapılmasını emreden ilk İmparator Shih Huang Ti’nin aynı zamanda kendi döneminden önce yazılmış kitapların tümünün yakılmasını da buyurduğunu anlatıyor. İmparator böylece duvarlarla ülkesini savunurken kitapları yaktırarak kendinden önceki hükümdarların izlerini siliyormuş. Bu arada kitap saklayanlar da ölümüne kadar duvarda çalışmaya mahkûm ediliyormuş. Duvar ve kitap: İkisi de gerçek tarih öyküleri olabilecekleri gibi, yalnızca birer metafor olarak da okunabilir.

Hangisinin gerçekten yaşandığı hiç önemli değil: Geçmiş zamanların gerçekleri bugünün metaforlarına dönüşeceği gibi, geçmişi anlatan metaforlara da gerçekten yaşanmış karşılıklar bulunabilir. Borges gibi düşünmek ve edebiyatın yaratıcı imgelemine sığınmak iki kapılı bu odanın anahtarlarını verir.

Borges’in metinleri, bir anlamda da, baştan sona metaforların birbirlerine eklenmesiyle oluşmuş sayılmaz mı? Kendini de bazen bir düş olarak gören Borges bile ona dışardan bakanlara göre bir metafor olarak görünür ki, onu çözdükten sonra değeri anlaşılır. Bunu, kendi toprağımızın onu algılama biçiminden çıkarabiliriz: Ne olduğu belli olmamıştır, uzunca süre. Onu anlayanlar olmuşsa da, bundan kendilerine çıkaracak bir pay olmadığı, anlatamamalarından bellidir. Asıl anlamına varılması için onu daha iyi okumak gerekti ve bu bir süre aldı, ama sonunda bugün Borges’in hiç de postmodern dünyanın yazarı olmadığı, onu o dükkâna sıkıştırmanın kepenkleri indirmekten öte anlam taşımayacağı da görülmüş olmalı.

Yazdıklarını akılla yeniden okumanın sonunda varacağımız yerde, sık sık yinelendikleri duygusunu veren öykülerin ya da anlamların her seferinde başkalaştığını görmenin etkileyiciliğidir Borges.

Sık sık öne çıkarılan metaforlar arasında, sözgelimi Tanrı’nın nasıl bir varlık olduğuna ilişkin düşünce gelgitlerinin parlak bir biçimini “Pascal’ın Küresi”nde yazıyor ki, tek Tanrı’nın “ebedi bir küre” olduğunu bilmediğim gibi, düşünmemiştim de. Yüzeydeki noktaların tümü merkeze eşit uzaklıkta olduğu için, kürenin en kusursuz ve tekbiçimli bir biçim olduğunu yazan antikçağ düşünürlerine göre, “Tanrı kürebiçimliydi, çünkü bu, tanrısallığın tasarımı olabilecek biçimler içinde en mükemmel ya da en az kötü olanıydı”. Bu sarmal içinde, Tanrı’nın Borgesgil düşünme biçiminde aldığı anlamları düşünerek okursak bu metinleri, olanca yalınlığın nasıl da yaratıcı saptamalar ürettiğini görmüş oluruz.

Öteki Soruşturmalar, sanırım Borges’i bir metafor olarak düşünmenin niçin bu denli güçlü nedenleri olduğunu da gösteriyor. Yaratma eyleminin düzeyleri yalnızca kurmaca metinlerde değil, denemelerinde de hep karşımızdaysa, bir metafor olarak Borges’in yazdıklarından söz etmek daha doğru olur. Onun yazdıkları da, elbette dünyanın öteki büyük yazarları gibi, kutsal bilinip okunacak sözlerdir.

“Kitap Kültü Üzerine”de, kitabı insanlardan önce sayan yazarlardan söz açar, sokaktaki yırtık kâğıt parçalarını bile okuyan Cervantes’ten. İnsan, insanlaştıkça kitaba yaklaşmış, eski çağlarda nasıl sözü yazıdan üstün saymışsa, kitabı tehlikeli bir nesne saydığı çağların karanlığını da yaşamış, yazıya uzak düştüğünde doğaüstüne daha çok inanmış, yazının üstünlüğü de onun sıradan olanın değerini anlamasını sağlamıştır. Yazının düş görmek olduğunu anlayınca da, yaratıcı yazıya bütün gönlünü vermekten kaçınmamıştır.

Bu öyle bir düştür ki, herkes göremez. Düş, insanın hayal gücünü ne kadar zorlarsa zorlasın, sonunda içine alabileceklerine açık tutar kendini. Belki hiçbir zaman hatırlayamayacağımız bir küçücük iz, neden sonra bir büyük düş olarak gelir önümüze ve onunla nasıl karşılaştığımızı şaşkınlıkla düşünürken de belki o izi getirmeyiz aklımıza, ama yaşanmıştır. O ki, hiç bilmediklerimize ve düşünmediklerimize ilişkin bilgileri düşlerimize getirmemiz olanaksızdır.

Borges’e gelince, onun Öteki Soruşturmalar’daki denemelerinde gördüğü düşlerin pek çoğunu bilmiyoruz biz, onun ne çok bildiğini de düşünürken. Bu, Dostoyevski’nin gördüklerini göremeyeceğimiz ya da Faulkner’ın Güney’ini düşleyemeyeceğimiz gibidir. Bir gerçektir sonunda, ama iyi ki mıhlandığımız yerde Borges var ve onun gibi göremeyeceğimiz dünyaları bize kendi gözüyle gösteriyor.

Hep Borges’ten edebiyata ilişkin öğrendiklerimizi anlatıyoruz, ama aslında o edebiyatın kendisi. Edebiyat (ve kültür) üstüne yazılmış denemeler olarak değil, has edebiyatın kendi olarak okunursa, Öteki Soruşturmalar’ın asıl anlamına varılabilir. Gözlerimizi kapayamayacağımız bir Borges gerçeği, gerçekliği, imgesi durur karşımızda ve doğrusu yarattığı dünyanın benzerini yaratmak olanaksızdır. O da kendini dünyanın çeşitli yerlerinde örnek almaya çalışan genç edebiyatçılara bunu yapmamalarını, kendi özgünlüklerini bulmanın Borges’i örnek almaktan daha önemli olduğunu söylemiştir ki, Öteki Soruşturmalar’daki denemeleri gibi yazmaya çalışmak da anlamsızdır. Ondan öğrenmekle yetinmek en iyisi.

Yazar, biraz da kendi hayatını metafora dönüştüren kişidir.

Roman ve Gerçek Etkisi

Roman eleştirisi her durumda bir çözümlemedir. Çözümleme, romanı oluşturan katmanların, öğelerin, biçime, tekniğe, dile ilişkin bütün yapıkurucu düzeylerin birbirlerinden soyutlanarak, ama birbirlerine etkileri bakımından incelenmesidir. Çözümleyici eleştiri budur.

İlk göz ağrılarımdan Roland Barthes, “Gerçek Etkisi” adlı yazısında bunları göstermeye çalışıyor.[2] Bu yazıyı kaçırmışım, Ömer Ayhan’ın inceliğiyle okuma fırsatı buldum.

Roman Kitabı’nda (1991) epeyce erkenci bir göndermede bulunarak, “şimdilerde kendi duruşumu Roland Barthes’ın tuttuğu ışığın renklerine göre ayarladığım”dan söz etmiştim. Aklım daha çok başıma gelince anladım ki, bir yazara göre kendini ayarlamak için daha çok çalışmak gerekiyormuş.

Bu durum bizde eski kuşakların iç yaralarındandır aslında: Batı’da olup bitenleri fark ettikten sonra onunla içli dışlı olamamak, yakından izleyip öğrenememek. Kendine yetmezliğinin bilincinde olmak da yetişkin bir aydının sıklıkla düştüğü kuyudur, ama yukarı çıkmak için atılmasını beklediği ipin gelmeyeceğini bilmenin acısı ya da kapana kısılmanın iç burkan çaresizliği de küçük yardımlarla geçmez.

Demek ki kendimize usta bildiğimiz yazarları daha yakından tanımak, kimselerin yardımına gönül indirmeden kendi gücümüzle onları öğrenmek gerekir. Burada, pek çok genç yazarın edebiyatımızın ustalarıyla ilişkisi için de bunun geçerli olduğunu elbette söyleyebiliriz.

Belki şimdi, yerli ya da yabancı, eski kuşaklardan ustaları örnek almak, onlardan öğrendikleriyle kendi özgünlüğünü tamamlamak gözde değil. Sözgelimi Murathan Mungan’ın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı eskiten sözlerinin yanlış anlaşıldığına ilişkin açıklaması bana inandırıcı geldi, ama yanlış anlamaya kolayca yol açacak sözler de edilmiş oldu. Kendini burçlara kendi elleriyle taşıyan hüner, sihirbazlık olsa gerektir. Yaratıcılığın sihir olmadığını bilmek içinse, çok akıllı olmak gerekmiyor.

Klasiğimiz, Márquez

Sayısız insanın tutkulu hayranlığını kazandıktan sonra bugün ilk akla gelen çağdaş klasiklerimizden olan Gabriel García Márquez, nasıl oluyor da günümüze hem çok benzeyen, hem de yaşadıklarımıza bu denli yabancı romanların yazarı olmuştur. En çok da Yüzyıllık Yalnızlık için yapılabilir bu saptama ki, o da yalnızca Márquez’in değil, yirminci yüzyılın başyapıtlarından sayılır.

Gerçek ile fantastik olanı bir arada aynı inandırıcılıkla kaynaştırmakla yetinmeyip bir de anlatılanların tümünü doğal hayatın izdüşümleri gibi yansıtan tuhaf, yadırgatıcı kurmaca biçimi, başlangıçta inanılır gibi gelmemişti. Neden sonra yirminci yüzyılın önemli bir parçasının gerçekliğini sıradışı bir yetkinlikle yansıttığı için klasikleşen Yüzyıllık Yalnızlık, kendinden sonra gelen yazarları da kendine yakışır biçimde etkileyip okundu.

Sonradan büyülü gerçekçilik denen bu yaratım biçimi, nedense hep coşkuludur, acılardan grotesk tuhaflıklar ya da mizah çıkarır ve alışılmamış yaşantıların içindeki fantastik, gerçekle birebir örtüşmesi olanaksız görünen anları dışavurarak benzersiz bir düzyazı biçimi olarak gösterilmeyi sürdürür. Büyülü gerçekçiliğin itici gücü anlatım biçimidir elbette ve Márquez, baştan sona bütün romanlarında hep o anlatım biçiminin o güne dek bulamadığı özelliklerini arayıp bulduğu için bu denli başarılı oldu.

İlk kez Kübalı romancı Alejo Carpentier’in adını koyduğu büyülü gerçekçilik, Latin Amerika’nın günlük hayatındaki fantastiği açığa çıkaranlar arasında özellikle Márquez’in elinde olağanüstü anlamlar ve biçimler kazandı. Márquez, genç bir öğrenciyken Kafka’nın Dönüşüm’ünü okuduğunda edebiyatın aslında o güne dek bildiğinden bambaşka bir şey olduğunu anlamıştı, ama Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başlamadan önce anladıklarını nasıl anlatacağını, aradığı sırrın nerede durduğunu görememişti. Dönüşüm’ü okurken, daha önce hiç kimsenin yazınsal bir metnin kahramanını böceğe dönüştürmediğini, öyle de yazılabileceğini bilseydi, yazmaya çok önceden başlayacağını düşünmüş Márquez (çünkü o da insanların pekâlâ böceğe dönüştürülebildiği anlatılar yazmayı düşlemektedir) ve hemen oturup yazmaya başladığı ilk kısa öyküleri Joyce gibi bulunmuş. Gelecekteki romanlarının başat tekniklerinden olan iç konuşmayı Joyce’tan öğrenen Márquez, neden sonra okuduğu Virginia Woolf’un bu tekniği Joyce’tan daha iyi kullandığını belirtmekten geri durmamıştır.

Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık ile öylesine önemli ve etkileyici bir sırrı açığa çıkarmıştı ki, adı bir anda dünyanın çeşitli yerlerinde duyulmaya başladı. Sonra öteki çarpıcı romanları art arda geldi ve ortaya çıkışından yalnızca on beş yıl sonra 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Doğrusu, Nobel Ödülü için genç bir yaş sayılır 54.

García Márquez edebiyat kıvılcımlarının ilkin büyükannesinin anlattığı hayalet öykülerinden ve doğaötesi hayatların aslında çok doğal biçimde yaşanmış gibi anlatılışından geldiğini belirtir. Büyükbabasının Kolombiya’da yaşanan iç savaşla ilgili öykülerini de büyükannesininkilerin yanına koyunca, kafasında pek çok pırıltı yanıp sönen çocuğun belleği yeterince dolmuştur. Yetişkin bir genç olduğunda bu kez de önce Faulkner, ardından Hemingway, Joyce, Dos Passos ve Virginia Woolf arkadaş grubunun ilgi alanını kuşatmış, aradan García Márquez’in doğmasının koşulları da böylece oluşmaya başlamıştır. İlk kısa romanlar ve öyküler tam da Márquez’i anlatan kurmaca dünyanın örnekleriydi. Gene de 1967’de Yüzyıllık Yalnızlık’ın art arda basılacak kadar ilgi toplayıp çeşitli ülkelerde yayımlanmasından sonra bu düşsel anlatının etkileri çok uzun yıllar boyu sürecek kadar güçlü biçimde çıktı ortaya.

Demek ki geleneksel gerçekçiliğin sınırları içinde anlatılamayacak Latin Amerika gerçeği, gerçeküstü öykülerle iç içe, düşsel bir anlatı dünyası içinde kendini bulacaktı. Sonra Başkan Babamızın Sonbaharı’nı (1975) yazdı, insanların ne zaman iktidara geldiğini hatırlayamayacakları kadar uzun süreden beri yanı başlarında yaşattıkları bir diktatörü anlattığı, bütünüyle tarihsel, biraz da politik romanı. Romandaki diktatör Franko’ya, Perón’a, Trujillo’ya benzetilir ve onlardan çıktığına inanılır, ama Márquez için elbette kurmaca bir kişiliktir Başkan Baba. Yirminci yüzyılın bütün diktatörlerini belleğinden geçirmiş, en az on yıl diktatörlükler altında yaşamış pek çok insanla konuşmuş, pek çok kitap okumuş, sonra da romanını yazmaya koyulmak için okuyup dinlediği her şeyi unutmuştur. Romanını yazarken, gerçek hayatta olup bitenleri unutması gerektiğini baştan öğrenmiştir.

Kadın ve erkek arasındaki ilişki ve çatışmayı ve söndürülmesi olanaksız duyguları anlattığı Kolera Günlerinde Aşk (1985) Márquez’in en çok okunan romanları arasına girer. Latin Amerika’nın özgürlük savaşımının simgesi Simón Bolívar’ın hayatının son aylarını anlattığı Labirentindeki General (1989), gerçek kişileri gene gerçek olmayan kurmaca içinde yansıtmanın Márquez’e özgü biçimlerini verir. Üstelik Márquez, Latin Amerika’nın kurtarıcısının Magdelena Irmağı’ndaki son yolculuğu için sayısız belgenin içine dalıp çıkmış, ama politik ya da belgesel bir roman da yazmamıştır.

Kolombiya’nın benzersiz gerçeklerinden olan uyuşturucu kartellerinin dünyasına yazar-gazeteci olarak Bir Kaçırılma Öyküsü (1996) romanıyla yaptığı müdahale, Márquez’in yaşadığı dünyaya karşı sorumluluğunu gösterir. Gazeteci kimliğini kullanarak ülkesinde yaşanan dramatik bir kaçırılma olayını yazarken yazınsal ve örnek alınabilecek bir anlatı ortaya koyuyordu. Gazetecilik ile yazarlığın bir arada nasıl bağdaştırılacağı Márquez için de hep sorulup tartışılmıştır. Roman yazarlığıyla gazete yazarlığının birbirine çok yakın olduğunu söyler Márquez; kökenleri de, hayattan aldıkları gereçler de, dil de aynıdır ona göre. Gazetecilikte ve romanda aynı güçlükleri çektiğini, ama ikisinin de kendisi için zor olmadığını söyler, üstelik gazetecilik romancıyı gerçeğe yaklaştırmada işlevli de olmuştur.

Bir Kaçırılma Öyküsü’ndeki gibi, yaşananları romana dönüştürme uğraşı Márquez’in gerçek hayattan nasıl beslendiğini de gösterir. Pek az yazarın onun kadar gerçek hayata bağlı olduğunu da söyleyebilir miyiz? Gazetecilik deneyimlerinden yararlanarak yazdığı romanlarından Kırmızı Pazartesi (1980) Kolombiya’da küçük bir kasabada tanık olduğu bir cinayete dayanır. Şili’de Gizlice (1986) ise, Pinochet diktatörlüğünün gerçek yüzünü açığa çıkarmak için gizlice Şili’ye giren gazeteci Miguel Littín’in serüvenini anlatan yazınsal bir röportajdır.

Márquez yazarlığı yüceltip yazarı Tanrı gibi gören yazarlardan değildir. Yalnızca yazarlık yaparak yaşamaya başladığında kırk yaşındaydı. İnsan emeğine saygısından, yazarlığın elbette bir masa yapmak kadar zor, yazınsal gereçlerin de bir ahşap kadar sert olduğunu söyler. “İyi bir yazar olmak için, kesinlikle her an aklı başında ve sağlıklı olmak gerekir,” der Márquez. “Çok iyi bir duygu ve fiziksel konumda da olmalısınız.” Yazarlık nasılsa öteki uğraşlar da öyledir. Edebiyatın yüzde on esinden, yüzde doksan terden geldiğini söyleyen Proust’a inanır. Herkes onu fantastik romanlar yazarı olarak tanırken, o aslında ne denli gerçekçi bir insan olduğunu anlatır. Ünlü bir yazar, yazmayı sürdürmek istiyorsa, kendini üne karşı da sağlam biçimde korumalıdır diyen Márquez, ünlü olmanın sonuçlarıyla uğraşmamak için, kendi kitaplarının da ölümünden sonra yayımlanmasını isteyebileceğini belirtiyor.

Hem Latin Amerika’ya büyük bağlılıklarla yazıp hem de dünyanın çok farklı bölgelerinde bu denli sevilen bir romancı olmak, hiç kuşku yok ki bir kimlik kazancıdır. Sırrı insanın özünün her yerde aynı oluşundan gelir. Avrupa’nın edebiyat kamuoyu ve eleştirmenleri gerçek ve fantastik olanla hayattan aldığı öz ve tekniğin birleştirilmesiyle yaratılmış büyülü gerçekçiliğin etkileyiciliğini daha baştan onayladılar. Büyü ile gerçek, daha önce hiç bu denli bir arada ve aynıymış gibi yansıtılmamıştı.

Bir de şu gerçek karşısında Avrupalılar hayranlıklarını nasıl gizleyebilirler, bilmiyorum: Önceki romanlarında olduğu gibi, sözgelimi son romanı Benim Hüzünlü Orospularım’ın ilk baskısı da bir milyon yapıldı ve bu nasıl bir tutkudur, Avrupalıların kolayca anlayamayacağı… Yazının aynı fırtınalı gelgitleri içinde kuruluşu Benim Hüzünlü Orospularım’ın da yaratıcısıdır elbette, ama yaşlı bir adamın yeniyetme bir kıza âşık oluşunun ardında Kolombiya’nın siyasal, toplumsal fırtınalarının da kendini belli edişi, Márquez’i Márquez yapan etmenlerin başında değil midir?

Dünya edebiyatında olduğu gibi bizde de son dönemlerde iki eğilimin yeni kurmaca biçimlerine etkisini izliyoruz: Biri Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliğinin getirdiği olanaklar, öteki de postmodernizmin yaratım biçimleri. Kimilerinin inandığının tersine, biri köktenciyken öteki gerici değildir elbette. İkisinin de kurmaca yaratımı zenginleştiren, yaratma ve okuma biçimlerine yeni olanaklar sunan özellikleri var, ikisinin bir arada anılmasını olanaksızlaştıran özellikleri olduğu gibi. Bizim edebiyatımızda sıradan öykünülerin ötesinde, sözgelimi Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları’nın başarısının nedeni Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliğinden bağımsız yaratılmış olmalarıysa, Orhan Pamuk’ta da romanlarındaki postmodern öğelerin kendinden önce başkalarınca görülmesi onun yaratıcılığının güçlü yanını göstermiştir.

Büyülü gerçekçiliğin atası olmasa da en büyük yaratıcısı olan Márquez, kutsal kitabı Yüzyıllık Yalnızlık’ tan bu yana coşkularımızı bir an bile dindirmeyen yazarımız, atamızdır.

Yazar-insan

Günümüzde edebiyatın neye benzediği yanlış sorusunu sorarken, aslında yazarın neye benzediğini sormaktan kaçıyoruz. Birinde cıva gibi elimizden kayan bir değişken, ikincisinde elimizi çarpan bir canlı. Kendinden başka bir şeye benzemeye çalışan yazarların içyüzlerinde oluşmuş yara dışavurunca karşıdakilere bambaşka görünüyor olmalı ki, bundan tedirginlik duyulmuyor.

Nedir yazarı bir ayakları üstüne dikip bir yatıran, böylece hayranlık duyulacak bir popüler kültür nesnesine dönüştüren? Yazarın ideolojik nesne olmayı umursamayan gönülgücü mü? Kendinden geçiren tutkuları mı? Yoksa onun bile isteğini dinlemeden yazar-insandan herkesin görebileceği yerlere asılan bir ikon yaratıp haraç mezat yapanların iktidarı mı?

Yazarı birey olmaktan çıkarıp ayrıcalıklı bir meslek hastalığına iliştiren, bir yazar-insan yaratıp onu yaşadığımız hayatın kubbesi olduğuna inandıran… Bunca erişilmezlik, mutluluk veren uyuşturucu, Tanrı’dan gelmiyorsa, piyasanın düzeneklerince titizlikle hazırlanır…