banner banner banner
Mürver Ağacı
Mürver Ağacı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Mürver Ağacı


Aynı üzgün gülümseme hâlâ dudaklarında oynaşan Erskine, “Şu büyüteçle dene,” dedi.

Büyüteci aldım ve lambayı yaklaştırarak kargacık burgacık on altıncı yüzyıl yazısını okumaya başladım. “Bu aşağıdaki sonelerin yegâne müellifi olan…” “Yüce Tanrım!” diye bir çığlık attım. “Bu Shakespeare’in Mr. W.H.si mi?”

Erskine, “Cyril Graham öyle derdi,” diye mırıldandı.

“Ama bu Lord Pembroke’a[10 - Üçüncü Pembroke Kontu William Herbert (1580–1630) birçok şairin hamisiydi. Shakespeare eserlerinin birinci folyosu ona adandığı gibi birçok kimseye göre de sonelerdeki “Mr. W.H.” odur. (Ç.N.)] zerre kadar benzemiyor,” diye itiraz ettim. “Penhurst Malikânesi’ndeki portreleri çok iyi bilirim. Birkaç hafta önce yakınlarında kalmıştım.”

“Sonelerin Lord Pembroke’a adandığına gerçekten inanıyor musun?” diye sordu.

“Bundan eminim,” dedim. “Sonelerde geçen üç kişi Pembroke, Shakespeare ve Mrs. Mary Fitton’dur;[11 - Mary Fitton (1578–1647) I. Elizabeth’in baş nedimesi ve William Herbert’in metresiydi. 1886’da Thomas Tyler, sonelerdeki “Esmer Kadın”ın o olduğunu tespit etmiştir. (Ç.N.)] hiç şüphe yok.”

Erskine, “Sana katılıyorum,” dedi, “ama öyle düşünmediğim dönemler de oldu. Eskiden… eh, sanırım Cyril Graham ve onun fikirlerine katılıyordum.”

Daha şimdiden tuhaf bir şekilde büyüsüne kapılmaya başladığım nefis portreye bakarak, “Peki neymiş o?” diye sordum.

Tabloyu, o sıralar biraz ani olduğunu düşündüğüm bir şekilde elimden alan Erskine, “Uzun hikâye,” dedi, “çok uzun hikâye; ama istersen anlatabilirim.”

“Sonelerle ilgili her şey hoşuma gider,” diye atıldım. “Ama yeni bir açıklamayı benimseyeceğimi sanmam. Artık konunun kimse için bir esrarı kalmadı. Doğrusunu istersen, eskiden de bir esrarı olduğundan şüpheliyim.”

Erskine gülerek, “Bu açıklamaya ben de inanmıyorum ki senin fikrini değiştireyim,” dedi. “Ama yine de ilgini çekebilir.”

“Bana mutlaka anlatmalısın,” diye karşılık verdim. “Şu resmin yarısı kadar bile güzel olsa fazlasıyla tatmin olurum.”

Erskine bir sigara yakarak, “Madem öyle,” dedi, “sana Cyril Graham’ı anlatarak başlamalıyım. Eton’da okurken aynı evde kalıyorduk. Ben ondan bir-iki yaş büyüktüm, ama aramızdan su sızmaz, bütün derslerimizi birlikte yapar ve birlikte oyun oynardık. Tabii dersten çok daha fazla oyuna dalardık, ama bundan pişman olduğumu söyleyemem. Sağlam bir ticaret eğitimi almamış olmak her zaman bir avantajdır; ayrıca Eton’daki oyun sahalarında öğrendiklerim bana en az Cambridge’de öğretilenler kadar faydalı olmuştur. Cyril’in annesinin de babasının da hayatta olmadığını söylemeliyim. Wight Adası açıklarındaki korkunç bir yat kazasında boğulmuşlardı. Babası hariciyeciydi ve yaşlı Lord Crediton’un kızıyla, onun tek kızıyla evliydi; dolayısıyla kazadan sonra Lord Crediton, Cyril’in velisi oldu. Lord Crediton’un Cyril’e fazla değer verdiğini sanmıyorum. Unvansız bir adamla evlendiği için kızını gerçekte hiç affetmedi. İşportacılar gibi küfreden, huyu çiftçilere benzeyen garip, yaşlı bir aristokrattı. Bir keresinde onu okuldaki bir tören gününde gördüğümü hatırlıyorum. Bana homurdanmış, bir altın lira vermiş ve babam gibi ‘kahrolası bir Radikal’ olmamamı tembihlemişti. Cyril onu pek sevmez, tatillerinin çoğunu bizimle İskoçya’da geçirdiğine şükrederdi. Hiç geçinemezlerdi. Cyril onun bir ayı, o da Cyril’in kadınsı olduğunu düşünürdü. Sanırım bazı konularda sahiden kadınsıydı, ama aynı zamanda çok iyi bir binici ve büyük bir eskrimciydi. Eton’dan ayrılırken kılıcını bile yanına almıştı. Fakat tavırlarında çok baygın ve görünüşüne hayli düşkündü; futboldan fena halde nefret etmesi de cabası. Ona gerçekten zevk veren iki şey, şiir ve oyunculuktu. Eton’dayken takar takıştırır ve Shakespeare’i ezberden okurdu; Trinity’ye gittiğinin daha ilk döneminde üniversitedeki tiyatro topluluğuna girdi. Oyunculuğunu hep kıskandığımı hatırlıyorum. Ona akıldışı bir bağlılık hissediyordum; sanırım bazı konularda birbirimizden o kadar farklı olduğumuz için. Ben epeyce biçimsiz, zayıfça bir delikanlıydım ve kocaman ayaklarla dehşetli çillerim vardı. Gut hastalığı İngilizler için neyse çiller de İskoçların soyuna öyle işlemiştir. Cyril gutu tercih ettiğini söylerdi; ama dış görünüşe daima abesçe değer verirdi ve bir keresinde münazara topluluğumuzun huzurunda, iyi görünmenin iyi olmaktan daha evla olduğunu ispatlamak için bir savunma yapmıştı. Kesinlikle çok yakışıklıydı. Onu sevmeyenler, yani üniversite öğretmenleri güzellikten anlamayan cahiller ve din adamlığı için okuyan gençlerse onu sevimli bulduklarını söylemekle yetinirlerdi; halbuki yüzünde sade sevimlilikten çok daha fazlası vardı. Bence o gördüğüm en mükemmel yaratıktı ve hareketlerindeki zarafet, tavırlarındaki alım her şeyin üstündeydi. Hayran bırakmaya değenlerin hepsini, değmeyenlerin de birçoğunu kendine hayran bırakırdı. Çoğu zaman dikbaşlı ve fevriydi ve şahsen onun fena halde samimiyetsiz olduğunu düşünürdüm. Bunun da başlıca sebebi sanırım canının istediğini yapmak konusunda sınır tanımayan bir arzu beslemesiydi. Zavallı Cyril! Bir keresinde gereğinden ucuz zaferlere tenezzül ettiğini söylemiştim, ama o sadece gülmüştü. Korkunç derecede şımarıktı. Zannedersem tüm alımlı insanlar şımarık. Cazibelerinin sırrı da bu.

Fakat sana Cyril’in oyunculuğunu anlatmazsam olmaz. Üniversitenin tiyatro topluluğunda kadın oyunculara müsaade edilmediğini biliyorsundur. En azından benim zamanımda öyleydi. Şimdi nasıl bilmiyorum. Eh, tabii kız rolüne her zaman Cyril uygun görülüyordu ve Beğendiğiniz Gibi sahneleneceği zaman Rosalind’i o oynadı. Şahane bir iş çıkardı. Hatta Cyril Graham hayatımda gördüğüm yegâne kusursuz Rosalind’di. Oradaki güzelliği, letafeti, inceliği sana tarif etmemin imkânı yok. Oyun büyük bir heyecan uyandırdı ve o zamanki haliyle o berbat küçük tiyatro her akşam tıka basa doldu. Oyunu şimdi okuduğumda bile Cyril’i düşünmeden edemiyorum. Sanki onun için yazılmış. Ertesi dönem diplomasını aldı ve Hariciye sınavlarına hazırlanmak için Londra’ya geldi. Fakat hiç çalışmadı. Günlerini Shakespeare’in sonelerini okuyarak, akşamlarını da tiyatroda geçiriyordu. Tabii sahneye çıkmak için can atıyordu. Benim ve Lord Crediton’un engelleyebildiği bir şey varsa budur. Belki sahneye çıksaydı bugün hayatta olurdu. Öğüt vermek aptalca bir şey, ama bunda ısrar etmek tam bir felakettir. Öyle bir hataya asla düşmeyeceğini umarım. Çünkü düşersen buna pişman olursun.

Asıl hikâyeye gelirsek, bir gün Cyril’den, o akşam dairesine uğramamı isteyen bir not aldım. Piccadilly’de, Green Park’a yukarıdan bakan nefis bir evi vardı ve onu zaten her gün görmeye gittiğimden zahmet edip bana yazmasına bayağı şaşırmıştım. Tabii ki gittim; oraya vardığımda onu büyük bir heyecan içinde buldum. Bana Shakespeare’in sonelerindeki gerçek sırrı nihayet keşfettiğini; tüm uzman ve eleştirmenlerin başından beri tamamen yanlış yolda olduklarını; sadece sezgisel delillere dayanarak Mr. W.H.nin kim olduğunu ilk kendisinin bulduğunu anlattı. Sevinçle adeta kendinden geçmişti ve bana uzun süre bu konudaki görüşünü anlatmadı. Fakat sonunda bir deste not çıkardı, sonelerin bir nüshasını şömine rafından alıp oturdu ve konunun tamamı hakkında bana uzun bir konferans verdi.

Shakespeare’in acayip bir şekilde tutkuyla dolu olan bu şiirlerini yazdığı genç adamın kendi dram sanatının gelişiminde sahiden can alıcı bir etken olmuş olması gerektiğine, dolayısıyla onun ne Lord Pembroke, ne de Lord Southampton[12 - Üçüncü Southampton Kontu Henry Wriothesley (1573–1624). Pembroke gibi o da Shakespeare dahil, şairlerin hamisiydi ve yine Pembroke gibi Shakespeare’in birçok sonesine konu olduğu düşünülüyordu. (Ç.N.)] olabileceğine dikkat çekerek söze başladı. Gerçekten de o kişi her kimse, yüksek mevkide doğmuş biri olamazdı ve bunu Shakespeare’in kendini ‘büyük prenslerin gözdeleri’ ile kıyasladığı 25. Sone açıkça belli ediyordu. Orada Shakespeare büyük bir samimiyetle…

Yıldızların gözdesi olanlar övünsün

İkballe, iktidarla, alımlı unvanlarla;

Kader vermediyse de bana böyle bir zafer,

Mutluyum en saydığım beklenmedik şanlarla,[13 - Bu ve bundan sonraki tüm sonelerin, ithaf yazısı hariç, Türkçesi, Talât Sait Halman’ın Soneler çevirisinden alınmıştır. (Ç.N.)]

diyor ve soneyi, taptığı kişinin aşağı mevkiinden dolayı kendini kutlayarak bitiriyordu:

Ben sevdim, sevildim ya; hepten mutlu yaşarım;

Yoldan çıkartılamam, ne de yoldan şaşarım.

Bu sonenin, ikisi de İngiltere’de en yüksek mevkileri işgal eden ve ‘büyük prensler’ olarak anılmaya fazlasıyla layık olan Pembroke Kontu veya Southapmton Kontu’na yazılmış olması Cyril’e göre çok saçmaydı; bu fikrini desteklemek için de, bize aşkın ‘ikbalden rastgele doğmuş’ ve ‘başına bela’ kesilmiş olmadığı, onun ‘kader kısmet’in kaprislerinden uzak olduğunu anlatan Shakespeare’in 124. ve 125. Sonesi’ni okudu. Bu konuya daha önce hiç parmak basılmadığını düşündüğümden onu epeyce ilgiyle dinledim; fakat devamı daha da merak uyandırıcıydı ve bana öyle geliyordu ki, Pembroke iddiasını büsbütün ıskartaya çıkarıyordu. Meres’den[14 - Francis Meres (1565–1647), Chaucer’den kendi çağına kadar ulaşan bir İngiliz edebiyatı tarihi yazmıştır. (Ç.N.)] bildiğimize göre soneler 1598’den önce yazılmıştı ve 104. Sone de Shakespeare’in Mr. W.H.ye beslediği dostluğun üç yıllık bir geçmişi olduğunu anlatıyordu. Şimdi, 1580’de doğan Lord Pembroke on sekiz yaşına, yani 1598’e kadar Londra’ya gelmemişti; oysa Shakespeare’in onunla tanışıklığı 1594’te, yahut en geç 1595’te başlamış olmalıydı. Dolayısıyla Shakespeare onu ancak soneler yazıldıktan sonra tanımış olabilirdi.

Cyril ayrıca Pembroke’un babasının en erken 1601’ de öldüğüne dikkat çekiyordu; halbuki,

Babam var diyorsun ya; bırak, oğlun da desin,

dizesinden Mr. W.H.nin babasının 1598’de sağ olmadığı açıktı. O devirdeki herhangi bir yayıncının —üstelik önsöz yayıncının elinden çıkmaydı— Pembroke Kontu William Herbert’i Mr. W.H. olarak anmaya cüret etmesiyse bir başka saçmalık olurdu. Lord Buckhurst’ten Mr. Sackville[15 - Thomas Sackville (1536–1608), 1567’de Birinci Dorset Kontu olarak Baron Buckhurst adını almıştır. Robert Allott’un 1600’de yayınladığı antoloji England’s Parnassus’a katkıda bulunmuştur. (Ç.N.)] olarak söz edilmesiyse bununla pek kıyaslanamazdı, çünkü Lord Buckhurst bir lord değil, bir lordun resmî unvana sahip olmayan küçük oğluydu ve ondan bu şekilde söz eden England’s Parnassus’taki pasaj usule uygun ve resmî bir ithaf değil, adının basit bir şekilde anılmasından ibaretti. Ben yanında merak içinde otururken Cyril’in, hakkındaki iddiaları kolayca çürüttüğü Lord Pembroke’la ilgili bu kadar yeter. Lord Southampton’a gelince, o Cyril için daha da kolaydı. Southampton çok küçük bir yaşta Elizabeth Vernon’un[16 - İkinci Essex Kontu’nun kuzeni olan Elizabeth Vernon, Lord Southampton’un önce metresi, sonra karısı oldu. (Ç.N.)] âşığı olduğu için evlilik yakarışlarına ihtiyacı yoktu; Mr. W.H. gibi annesine de benzemiyordu:

Sen annenin aynası olmuşsun da o sende

Bulmuştur gençliğinin güzelim baharını.

Ve hepsinden önemlisi, adı Henry’ydi, halbuki cinaslı soneler (135 ve 143), Shakespeare’in arkadaşının kendisiyle aynı adı, yani Will adını taşıdığını gösteriyordu.

Talihsiz yorumcuların, Mr. W.H.nin bir basım hatası olduğu, doğrusunun Mr. William Shakespeare anlamında Mr. W. S. olması gerektiği; ‘Mr. W.H.ye’ ifadesinin doğru yazımının ‘Mr. W. Hall’ olması gerektiği;[17 - Sonelerin ithafına ait olan bu ifadenin İngilizce aslı “Mr. W.H. all” şeklindedir ve sondaki noktanın yanlışlıkla konmuş olması kastedilmektedir. (Ç.N.)] Mr. W.H.nin Mr. William Hathaway olduğu veya ‘Mr. W.H. ye’ ifadesindeki ‘ye’takısının yerine nokta gelmesi, böylece Mr. W.H.nin ithafın konusu değil, yazarı olması gerektiği yollu diğer iddialarına gelince, Cyril onların da çabucak üstesinden geldi. Gerekçelerini sıralamaya değmez, ama Mr. W.H.nin bizatihi ‘Mr. William Himself’[18 - (İng.) Mr. William’ın Kendisi, anlamında. (Ç.N.)] olduğunu ileri süren Barnstorff adında Alman bir yorumcudan bazı alıntıları —neyse ki Almanca aslından değildi— bana okuyunca gülme nöbetine tutulduğumu hatırlıyorum. Sonelerin Drayton ve Hereford’lu John Davies’in[19 - Michael Drayton (1563–1631) da Hereford’lu John Davies (1565–1618) de şairdiler. (Ç.N.)] eserlerini hedef alan hicivler olduğu fikrine de hiç pabuç bırakmadı. Benim için olduğu gibi onun için de soneler, Shakespeare’in yüreğindeki acılardan süzülüp dudaklarındaki balla tatlandırılmış şiirler olarak ciddi ve trajik bir öneme haizdi. Hele onların felsefi bir alegoriden ibaret oldukları ve Shakespeare’in onlarda kendi İdeal Benliği’ne, İdeal Erkekliği’ne, Güzelliğin Özü’ne, Akla, İlahî Söz’e veya Katolik Kilisesi’ne hitap ettiği fikrini hepten reddediyordu. Ona göre – ve fikrimce hepimiz böyle düşünmeliyiz— soneler biri için yazılmıştı; kişiliğiyle Shakespeare’in ruhunu her nasılsa dehşetli bir sevince ve ondan aşağı olmayan dehşetli bir ümitsizliğe boğmuş olan genç bir adam için.

Bu yolla, tabiri caizse, önünü açan Cyril benden kafamda konuyla ilgili tüm önyargılarımdan sıyrılmamı ve kendi açıklamasını hakkaniyetle ve tarafsızca dinlememi istedi. Dikkat çektiği nokta şuydu: Soy ya da yaradılış bakımından asil olmamasına rağmen Shakespeare’in ibadete varan büyük bir tutkuyla yazdığı; şairin tuhaf hayranlığı karşısında bizi merakta bırakan ve kalbindeki esrarın kilidini açacak anahtarı çevirmeye bile neredeyse korkutan o genç çağdaşı kimdi? Shakespeare’in sanatının temel taşı olacak kadar büyük bir maddi güzelliğe sahip olan; bizatihi Shakespeare’e ilham kaynağı olan; onun rüyalarının ete kemiğe bürünmüş hali olan bu insan kimdi? Onu bazı aşk şiirlerinin muhatabından ibaret görürsek o şiirlerin anlamını tamamen kaçırırdık: çünkü Shakespeare’in sonelerde sözünü ettiği sanat, kendisi için önemsiz ve mahrem bir konu olan sone sanatı değildir; ondan kastedilen şey daima oyun yazarının sanatıdır. Ve Shakespeare’in,

Ama benim sanatım, tüm varlığıyla sensin:

Beni kara cahilden bilgiye yükseltensin,

diye hitap ettiği,

Gireceksin her ağza, her soluğa, her dile,

diye ölümsüzlük vaat ettiği kişi şüphesiz ki uğruna Viola’yla Imogen’i, Juliet’le Rosalind’i, Portia’yla Desdemona’yı, hatta Kleopatra’yı yarattığı genç aktörden başkası değildi. Cyril Graham’ın sadece sonelere dayanarak geliştirdiği ve ispatlanabilir delil veya açık tanıklıklardan çok bir tür manevi ve sanatkârane sezgiye dayandırdığı, şiirlerin gerçek anlamına ancak böyle varılabileceğini iddia ettiği açıklaması buydu. Bana şu güzel soneyi okuduğunu…

Çeker mi benim Esin Perim konu kıtlığı

Sen şiirime sebil ettikçe soluğunu,

Yanında kaba kâğıt kalemin kof kaldığı

Hoş varlığın oldukça bana en tatlı konu?

Ah, tüm teşekkürleri, övgüyü kendine sun;

Varsa, al, yazdığımda değerli gördüğünü.

Sen yaratıcılığa ışıklar saçıyorsun,

Sanki kim dilsiz kalıp yazamaz ki övgünü.

Sen onuncu Peri ol, kötü ozana gelen

Yaşlı dokuz Peri’den on kat yüksek değerin;

Gür esinlerle dolu Peri’dir sana gelen:

Bugünü aşan sonsuz dizeleri getirsin,

…ve bunun kendi görüşünü nasıl tamamıyla desteklediğine dikkat çektiğini hatırlıyorum. Gerçekten de bütün sonelerin üstünden itinayla geçmiş ve önceleri muğlak, fena veya mübalağalı görünen şeylerin, izah ettiği yeni anlamlar ışığında, açıklığa ve mantığa kavuşup yüksek sanat değeri kazandığını, oyuncunun sanatıyla oyun yazarının sanatı arasındaki gerçek ilişki hakkında Shakespeare’in anlayışını ortaya koyduğunu göstermiş veya gösterdiğini zannetmişti.