banner banner banner
Mürver Ağacı
Mürver Ağacı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Mürver Ağacı


Küçük Hans, ‘Elbette,’ demiş, ‘benim için şereftir; hemen yola çıkayım. Fakat gece zifirî karanlık, hendeğe düşmekten korkuyorum; fenerini bana ödünç verebilir misin?’

‘Çok üzgünüm,’ diye karşılık vermiş Değirmenci, ‘ama bu feneri yeni aldım ve ona bir şey olursa çok üzülürüm.’

Küçük Hans, ‘Neyse, boş ver o zaman, fenersiz de giderim,’ demiş ve büyük kürk paltosuyla kalın kırmızı beresini alıp boynuna bir atkı dolamış ve yola koyulmuş.

Fakat o ne feci bir fırtınaymış! Küçük Hans gecenin karanlığından önünü neredeyse göremiyor ve rüzgârın şiddetinden güçlükle ayakta durabiliyormuş. Fakat çok cesur olduğundan yılmamış ve üç saat kadar yürüdükten sonra Doktor’un evine varıp kapısını çalmış.

Doktor başını yatak odasının penceresinden uzatarak, ‘Kim o?’ diye seslenmiş.

‘Küçük Hans, Doktor.’

‘Ne istiyorsun, küçük Hans?’

‘Değirmenci’nin oğlu merdivenden düşüp yaralanmış, hemen gelmenizi istiyorlar.’

Doktor, ‘Tamam!’ deyip atıyla büyük çizmelerinin ve fenerinin hazırlanmasını istemiş, aşağı inmiş ve kendisi at sırtında, küçük Hans peşinde güçlükle yürüyerek Değirmenci’nin evine doğru yollanmışlar.

Fakat fırtına giderek şiddetlendiği ve yağmur bardaktan boşanırcasına yağdığı için küçük Hans ne gittiği yeri görebilmiş, ne de atın hızına ayak uydurabilmiş. Zavallı sonunda yolunu kaybetmiş, derin çukurlarla dolu olduğu için çok tehlikeli bir yer olan sulak bir fundalığa girmiş ve orada boğulmuş. Büyük bir su birikintisinde yüzen cesedini ertesi gün keçi çobanları bulmuş ve evine getirmişler.

Çok sevilen Küçük Hans’ın cenaze törenine herkes katılmış ve orada en çok ağıt yakan da Değirmenci’ymiş.

Değirmenci, ‘En iyi arkadaşı olarak en iyi yeri de benim almam gerekir,’ diyerek uzun siyah peleriniyle cenaze alayının en önünde yürümüş ve cebinde taşıdığı büyük bir mendille arada bir gözlerini silmiş.

Tören bittikten sonra herkesin oturacak rahat bir yer bulduğu ve baharatlı şarap içip tatlı pastalar yediği handa Demirci, ‘Küçük Hans’ın ölümü şüphesiz herkes için büyük bir kayıp oldu,’ demiş.

Değirmenci, ‘Özellikle benim için daha büyük bir kayıp oldu,’ diye söze girmiş. ‘Ona el arabamı verecektim, ama şimdi elimde kaldı ve onunla ne yapacağımı bilmiyorum. Evde yer kaplıyor, üstelik o kadar kötü durumda ki, satsam bile para etmiyor. Bir daha kesinlikle kimseye bir şey vermeyeceğim. Cömertliğin sonu hep acı oluyor.’”

Uzun bir sessizlikten sonra Su Faresi, “Ee?” dedi.

Ketenkuşu, “Eesi, hikâye burada bitiyor,” dedi.

Su Faresi, “Ama Değirmenci’ye ne oldu?” diye sordu.

Ketenkuşu, “Ona mı? Hiçbir fikrim yok,” dedi. “Umurumda da değil.”

Su Faresi, “İçinde ona karşı bir anlayış beslemediğini açıkça görebiliyorum,” dedi.

Ketenkuşu, “Korkarım hikâyeden çıkan dersi pek anlamıyorsun,” diye söylendi.

Su Faresi, “Neyi?” diye cırladı.

“Dersi.”

“Bu hikâyenin bir ders verdiğini mi söylüyorsun?”

Ketenkuşu, “Kesinlikle,” dedi.

Su Faresi büyük bir öfkeyle, “Doğrusu,” dedi, “bunu baştan söylemeliydin. Bilseydim seni kesinlikle dinlemezdim. Hatta şu eleştirmen gibi, ‘Püff,’ derdim. Ama bunu şimdi de diyebilirim.” Ve avazı çıktığınca “Püff,” diye bağırdı, kuyruğunu şöyle bir salladı ve yuvasına döndü.

Birkaç dakika sonra yüzerek yaklaşan Ördek, “Su Faresi’ne ne diyorsun?” diye sordu. “Haklı olduğu noktalar var; ama ben kendi hesabıma bir anneyim ve ne zaman müzmin bir bekâra rastlasam gözlerime yaş dolar.”

Ketenkuşu, “Galiba onu sinirlendirdim,” diye karşılık verdi. “İbretlik bir öykü anlattığımı inkâr edemem.”

“Ah! Bunu yapmak her zaman çok tehlikelidir,” dedi Ördek.

Ben de onunla aynı fikirdeyim.

KAYDA DEĞER ROKET

Kral’ın oğlu evleneceği için büyük şenlik hazırlıkları yapılıyordu. Prens gelini koca bir yıl beklemiş ve gelin sonunda gelmişti. Kız bir Rus Prensesi’ydi ve altı rengeyiğinin çektiği bir kızakla ta Finlandiya’dan yola çıkmıştı. Kızak kocaman bir altın kuğu biçimindeydi ve kanatlarının arasında küçük Prenses’in kendisi oturuyordu. Kakım kürkünden uzun mantosu tam ayaklarının dibine kadar uzanan, başında gümüş sırmadan minik bir şapka olan Prenses hep yaşadığı Kar Sarayı’nın kendisi kadar beyaz görünüyordu. O kadar beyazdı ki, sokaklardan geçerken herkes hayret ediyordu. “Bir gül kadar beyaz!” diye haykırıp balkonlarından ona çiçek atıyorlardı.

Prens Kale’nin kapısında onu karşılamak için bekliyordu. Hülyalı menekşe gözleri, incecik altın saçları vardı. Prenses’i görünce bir dizinin üstüne çöktü ve elini öptü.

“Resminiz çok güzeldi, ama siz resminizden de güzelsiniz,” diye mırıldandı; küçük Prenses’in yüzü kızardı.

Bir İçoğlanı, yanındakine, “Beyaz bir gül gibiydi, kırmızı bir güle döndü,” deyince bütün Saray halkı kendinden geçti.

Bunu takip eden üç gün boyunca herkes, “Beyaz gül, Kırmızı gül, Kırmızı gül, Beyaz gül,” deyip durdu ve Kral, İçoğlanı’nın maaşının ikiye katlanmasını buyurdu. İçoğlanı’nın bir maaşı olmadığından ona pek bir fayda getirmedi bu, fakat yine de büyük bir şeref kabul edildiği için gereği yapıldı ve Saray gazetesinde neşredildi.

Üç gün sonra evlilik kutlamalarına geçildi. Tören nefisti; gelin ve damat küçük inciler işlenmiş mor kadife bir sayvanın altında el ele yürüdüler. Ardından beş saat süren bir Resmî Ziyafet verildi. Prens ve Prenses Büyük Salon’daki en yüksek yerde oturdular ve içeceklerini berrak bir billur kupadan yudumladılar. Ancak gerçek âşıklar o kupadan içebilirlerdi, çünkü yalancı dudaklar dokunduğunda kupa bozarıp donuklaşır ve bulanırdı.

Küçük İçoğlanı, “Birbirlerini sevdikleri gün gibi ortada,” dedi, “billur bir gün gibi!” Kral bunun üzerine İçoğlanı’nın maaşını bir kez daha ikiye katladı. Tüm Saraylılar, “Bu ne şeref!” diye haykırdılar.

Ziyafetin ardından Balo başladı. Gelin ve damat birlikte Gül dansını yapacaklardı ve Kral flüt çalacağına söz vermişti. Çok kötü çaldı, ama kimse bunu ona söylemeye cesaret edemedi; ne de olsa Kral’dı. Aslında Kral yalnızca iki ezgi biliyor ve birini öbüründen hiçbir zaman ayırt edemiyordu; ama fark etmezdi, çünkü ne yaparsa yapsın, herkes her zaman, “Harika! Harika!” diye haykırıyordu.

Programdaki son etkinlik tam gece yarısı başlayacak olan büyük havai fişek gösterisiydi. Küçük Prenses hayatında hiç havai fişek görmediğinden Kral, düğün günü Kraliyet Pirotekni[5 - Havai fişek sanatı. (Ç.N.)] Mütehassısı’nın da hazır bulunmasını buyurmuştu.

Prenses, taraçada yürüdüğü bir sabah, Prens’e, “Havai fişek nasıl bir şeydir?” diye sormuştu.

Başkalarına sorulan soruları daima kendi cevaplayan Kral da, “Aurora Borealis’e[6 - Kuzey ışığı. Kuzey Kutbu’na yakın bölgelerde, dünyanın manyetik alanıyla güneşten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu oluşan bir ışık olayı. (Ç.N.)] benzer,” demişti, “ama çok daha doğaldır. Ne zaman ortaya çıkacakları belli olduğu için şahsen onları yıldızlara tercih ederim. Üstelik benim flüt çalışım gibi de güzeldirler. Mutlaka görmelisin.”

Hasbahçenin ucunda büyük bir tezgâh kuruldu ve Kraliyet Pirotekni Mütehassısı her şeyi yerli yerine koyar koymaz havai fişekler birbiriyle konuşmaya başladı.

Küçük bir Maytap, “Dünya ne kadar güzel bir yer,” diye seslendi. “Şu sarı lalelere bakın. Gerçek birer çatapat olsa ancak bu kadar sevimli olabilirlerdi. Seyahat ettiğim için çok mutluyum. Seyahat aklı fevkalade geliştiriyor ve tüm önyargıları bertaraf ediyor.”

Büyük bir Roma Kandili, “Hasbahçeyi dünya mı sandınız, aptal maytap,” dedi. “Dünya kocaman bir yerdir ve onun tamamını görmeniz üç gününüzü alır.”

Genç çağında yaşlı bir tahta kutuya tutturulan ve kırık kalbiyle gurur duyan düşünceli bir Döner Fişek, “Sevdiğiniz yer neresiyse sizin için dünya orasıdır,” dedi. “Ama aşkın devri artık geçti, şairler öldürdü onu. Hakkında o kadar çok yazdılar ki, kimse onlara inanmaz oldu ve bu da beni hiç şaşırtmıyor. Gerçek aşk ıstırap çeker ve suskundur. Hatırlıyorum da, bir keresinde… Ama artık bir önemi yok. Sevdalık geçmişte kaldı.”

Roma Kandili, “Öyle şey mi olur?” dedi. “Aşk asla ölmez. Aşk ay gibidir ve ebediyen yaşar. Sözgelimi, gelinle damat birbirlerini ne kadar candan seviyor. Haklarındaki her şeyi benimle aynı çekmecede kalan ve Saray’daki son haberleri bilen kâğıt bir fişeklikten bu sabah öğrendim.”

Fakat Döner Fişek başını salladı. “Aşk öldü, Aşk öldü, Aşk öldü,” diye mırıldandı. Aynı şey defalarca tekrar edilirse onun gerçek olacağına inananlardandı.

Birdenbire keskin, kuru bir öksürük duyuldu ve hepsi birden dönüp baktılar.

Uzun bir çubuğun ucuna bağlanan uzun boylu, mağrur görünüşlü bir Roket’ten geliyordu ses. Bir mütalaada bulunmadan önce dikkat çekmek için daima böyle öksürürdü.

Roket, “Ehem, ehem!” dedi ve hâlâ başını sallayıp, “Aşk öldü,” diye mırıldanan zavallı Döner Fişek hariç, herkes kulak verdi.