Книга Gülümseyen Adam - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Gülümseyen Adam
Gülümseyen Adam
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Gülümseyen Adam

Martinson, Wallander’e şaşkınlıkla baktı. “O olay kapandı ve bitti,” dedi. “Yaşlı adam tarlada kaza yaptı.”

“Eğer senin için mahzuru yoksa raporları görmek istiyorum,” dedi Wallander çekinerek.

Martinson omuz silkti. “Raporları Hansson’un odasına bırakırım.”

“Orası artık Hansson’un odası değil,” dedi Wallander. “Eski odama tekrar geçtim.”

Martinson ayağa kalktı. “Uzun zamandır yoktun ve şimdi aniden çıkageldin. Karıştırdığım için kusura bakma.”

Martinson toplantı odasından ayrıldı. İçeride sadece Wallander ve Ann-Britt Höglund kalmıştı.

“Senin hakkında çok şey duydum,” dedi Höglund.

“Ne yazık ki duydukların tamamen doğru…”

“Senden çok şey öğrenebileceğimi düşünüyorum.”

“Bundan şüpheliyim.”

Wallander konuşmayı kısa kesmek için Martinson’un verdiği kâğıtları toplayarak aceleyle ayağa kalktı. Höglund geçmesi için kapıyı açık tuttu.

Wallander odasına gidip kapıyı kapattığında ter içinde kaldığını fark etti. Ceketini ve gömleğini çıkardı, perdelerden biriyle kurulanmaya başladı. O sırada Martinson kapıyı çalmadan açtı. Wallander’i yarı çıplak görünce duraksadı.

“Gustaf Torstensson’un trafik kazasıyla ilgili raporları getirmiştim,” dedi Martinson. “Bu odanın artık Hansson’un odası olmadığını unutmuşum.”

“Belki eski kafalı olabilirim,” dedi Wallander. “Ama lütfen bir dahaki sefere kapıyı çal.”

Martinson dosyayı masaya bıraktı ve aceleyle tüydü. Wallander kurulanmayı bitirip gömleğini giydi, sonra da masaya oturup okumaya başladı.

Raporları okumayı bitirdiğinde saat on buçuk olmuştu.

Her şey yabancı geliyordu. Nereden başlamalıydı? Danimarka yarımadasında kumsalda sisin içinden ortaya çıkan Sten Torstensson’u hatırladı. Benden yardım istemişti, diye düşündü. Babasına ne olduğunu bulmamı istemişti. Trafik kazası gibi görünen olayın gerçekte neden olduğunu araştırmamı. İntihar da değildi. Bana babasının ruh hâlinin nasıl değiştiğini anlattı. Kısa süre sonra kendisi de gece vakti ofisinde vuruldu. Babasının endişeli olduğundan bahsetmişti ama kendisi için hiç de kaygılanıyor gibi görünmüyordu.

Düşüncelere dalan Wallander, daha önce Sten Torstensson’un adını yazdığı not defterini açtı ve Gustaf Torstensson’un ismini ekledi. Sonra bunları ters sırada tekrar yazdı.

Telefonu alıp Martinson’u aradı. Cevap yoktu. Tekrar denedi, yine ulaşamadı. Derken burada yokken numaraların değişmiş olabileceği aklına geldi. Martinson’un odasına doğru koridorda yürüdü. Kapısı açıktı.

“Soruşturma raporlarını okudum,” dedi Martinson’un yıpranmış sandalyesine otururken.

“Senin de gördüğün gibi araştırılacak pek bir şey yok,” dedi Martinson. “Bir ya da birkaç kişi Torstensson’un ofisine girip adamı vurmuş. Görünüşe göre çalınan bir şey yok. Cüzdanı iç cebinde bulundu. Bayan Dunér otuz yıldan fazladır orada çalışıyor ve hiçbir şeyin kaybolmadığından emin görünüyor.”

Wallander başını salladı. Toplantıda, dikkatini çeken, Martinson’un söylediği ya da söylemediği şeyi hâlâ gün ışığına çıkaramamıştı.

“Olay yerine ilk sen gittin, öyle değil mi?” dedi Wallander.

“Aslında ilk olarak Peters ve Norén gitmişlerdi,” dedi Martinson. “Bana haber veren onlardı.”

“İnsanın bu gibi durumlarda ilk izlenimleri olur,” dedi Wallander. “Sen ne düşündün?”

“Hırsızlık amacıyla cinayet,” dedi Martinson hiç tereddüt etmeden.

“Kaç kişi olabilirler?”

“Bir kişi mi yoksa daha fazla mı oldukları konusunda tahminde bulunmak için yeterli delilimiz yok ama teknik incelemeler henüz tamamlanmamış olsa da tek bir silah kullanıldığından eminiz.”

“Sence içeriye giren bir erkek miydi?”

“Bence öyle olmalı,” dedi Martinson. “Fakat bu sadece içgüdüsel bir his, destekleyecek ya da reddedecek kanıtım yok.”

“Torstensson üç kurşunla vuruldu,” dedi Wallander. “Bir tanesi kalbinden, ikincisi karın bölgesinde göbeğinin altından ve diğeri de kafasından. Yani olayın ne yaptığını iyi bilen bir suikastçının işi olduğunu düşünmekte haklı mıyım?”

“Bu benim de aklıma geldi,” dedi Martinson. “Ama bu tamamen tesadüf de olabilir. Rastgele atışlarla gerçekleşen ölümler, yetenekli bir suikastçının yaptığı atışlardan kaynaklanan ölümler kadar sık görülüyor. Bunu bir Amerikan raporunda okumuştum.”

Wallander ayağa kalktı. “Neden birisi bir avukatın ofisine girmek istesin ki?” diye sordu. “Avukatların fazla para kazandığı söylenebilir. Ama ofiste yığın yığın para bulmayı gerçekten kim düşünür ki?”

“Bu soruyu cevaplayabilecek yalnızca bir veya belki iki kişi var,” dedi Martinson.

“Onları yakalayacağız,” dedi Wallander. “Sanırım olay yerine gidip bir göz atsam iyi olacak.”

“Bayan Dunér doğal olarak çok sarsılmış,” dedi Martinson. “Bir ay içinde iş yaşamının bütün temeli çöktü. Önce yaşlı Torstensson öldü. Cenaze işlemlerinin üstesinden gelemeden bu defa Torstensson’un oğlu öldürüldü. Şu anda şok içinde olmalı, bununla birlikte onunla konuşmak şaşırtıcı derecede kolay oldu. Adresi daha önce Svedberg’le yaptığı görüşmenin tutanağında yazılı.”

“Stick Caddesi 26,” diye adresi okudu Wallander. “Burası Continental Oteli’nin hemen yakınında. Bazen oraya arabamı park ederdim.”

“Oraya park etmen yasak değil mi?” dedi Martinson.

Wallander ceketini aldı ve emniyetten ayrılmak üzere odadan çıktı. Santraldeki kızı daha önce görmemişti. Belki de kendisini tanıtması gerekirdi, özellikle yıllardır orada çalışan Ebba’nın akşamları çalışmayı bırakıp bırakmadığını öğrenmek için. Fakat bu düşünceyi kafasından attı. Bugün emniyette geçirdiği süre görünüşte dramatik değildi ama iç dünyası gerilimden kaynıyordu. Tek başına kalmaya ihtiyacı olduğunu hissetti. Uzun süredir günlerinin çoğunu yalnız geçirmişti. Bu değişime alışması için zamana ihtiyacı vardı. Arabasını hastaneye doğru yokuş aşağı sürdü ve bir anlığına Skagen’deki yalnızlığına, rahatsız edilmesi imkânsız, yalıtılmış kumsal yürüyüşlerine belli belirsiz bir özlem duydu.

Yine de bütün bunlar geçmişte kalmıştı. Şimdi artık görevine dönmüştü.

Yalnızlığa bağımlı kalmayacağım, diye düşündü. Ne kadar zaman alırsa alsın bu alışkanlığı bırakacağım.

Avukatların bürosu, Sjömans Caddesi’ndeki restore edilmiş eski tiyatroya yakın bir yerde, sarı boyalı binadaydı. Dışarıda bir devriye arabası bekliyordu ve karşı kaldırımda toplanmış bir avuç insan kendi aralarında konuşuyordu. Rüzgâr denizden esiyordu, Wallander arabadan inerken titredi. Binanın ağır giriş kapısını açtığında neredeyse Svedberg’le çarpışacaktı.

“Bir şeyler atıştıracaktım,” dedi Svedberg.

“Tamam,” dedi Wallander. “Ben bir süre burada olacağım.”

Genç bir büro elemanı ofisin önünde boş boş oturuyordu. Gergin görünüyordu. Wallander okuduğu raporlardan onun burada birkaç aydır çalışan Sonja Lundin olduğunu anladı. Soruşturmayla ilgili işe yarar bir bilgi vermemişti.

Wallander kızın elini sıkıp kendisini tanıttı.

“Biraz etrafa göz gezdireceğim,” dedi. “Bayan Dunér burada değil sanırım?”

“Evinde, yas tutuyor,” dedi kız.

Wallander ne diyeceğini bilemedi.

“Bütün bunlara dayanabileceğini sanmıyorum,” dedi Lundin. “Bu gidişle o da ölecek.”

“Öyle olmaz,” dedi Wallander, cevabının kulağa ne kadar boş geldiğinin farkında olarak.

Torstensson Hukuk Bürosu yalnız yaşayanların çalıştığı bir yermiş, diye düşündü. Gustaf Torstensson on beş yıldan fazla süredir duldu, oğlu da annesiz ve üstelik bekârdı. Berta Dunér ise yetmişli yılların başında boşanmıştı. Her gün birbiriyle temas eden üç yalnız insan… Ve şimdi ikisi, Berta Dunér’i hiç olmadığı kadar yalnız bırakarak gitti.

Wallander, Berta Dunér’in evde yas tutmasını anlamakta hiç zorlanmadı.

Toplantı odasının kapısı kapalıydı. Wallander içeriden gelen sesleri duyabiliyordu. Avukatların gösterişli pirinç levhalara süslü biçimde yazılmış isim tabelaları toplantı odasının iki tarafındaki kapılarda asılıydı.

Hiç düşünmeden ilk olarak Gustaf Torstensson’un odasına girdi. Perdeler çekildiğinden oda karanlıktı. İçeride hafif bir puro dumanı kokusu vardı. Etrafı incelediğinde eski zamanlara gittiğini zannetti. Ağır deri kanepeler, mermerden yapılmış bir masa, duvarlarda tablolar. Sten Torstensson’u öldüren kişinin buradaki sanat eserlerini çalmak için gelmiş olabileceği ihtimalini göz ardı ettiğini fark etti. Tablolardan birine yaklaşıp ressamın imzasını çözmeye ve resmin kopya mı gerçek mi olduğunu anlamaya çalıştı. İki amacında da başarısız olarak odada dolaşmaya devam etti. Sağlam görünümlü masada birkaç kalem, bir telefon ve diktafon dışında içi boş, büyük bir küre vardı. Konforlu masa sandalyesine oturup etrafı incelemeye devam etti ve Sten Torstensson’un Skagen’deki sanat müzesinin kafesinde söylediklerini tekrar düşündü.

Kaza olmayan bir trafik kazası. Hayatının son aylarını kendisini tedirgin eden bir şeyleri gizleyerek geçiren bir adam…

Kendine bir avukatın hayatının karakteristik özelliklerinin neler olabileceğini sordu. Yasal danışmanlık yapmak. Savcının soruşturma açtığı kişileri savunmak. Yani bir avukat her zaman gizli bilgiler alıyordu. Bu nedenle avukatlar mutlak bir gizlilik yemininin sorumluluğu altındadır. Avukatların saklamaları gereken birçok sırrı olduğunu kavradı. Bunu daha önce düşünememişti.

Bir süre sonra ayağa kalktı. Herhangi bir sonuca varmak için henüz çok erkendi.

Lundin hâlâ sandalyesinde kımıldamadan oturuyordu. Wallander, Sten Torstensson’un odasına girdi. Olay yeri fotoğraflarında gördüğü gibi ölü adamı yerde yatmış hâlde bulacağını zannederek bir anlığına tereddüt etti fakat yerde sadece plastik bir şerit kalmıştı. Teknik ekip koyu yeşil halıyı yanlarında götürmüşlerdi.

Oda, az önce çıktığı odaya benziyordu. Tek belirgin fark masanın önündeki bir çift ziyaretçi koltuğuydu. Wallander bu defa oturmaktan kaçındı. Masada hiç kâğıt yoktu.

Henüz sadece yüzeyi kazıyorum, diye düşündü. Sanki yönümü sadece bakarak değil dinleyerek de bulmaya çalışıyorum.

Odadan çıkarak kapıyı kapattı ve danışmaya gitti. Svedberg dönmüştü, sandviçlerinden birini alması için kızı ikna etmeye çalışıyordu. Wallander kendisine teklif edilen bir sandviçi başını iki yana sallayarak reddetti. Toplantı odasını işaret etti.

“İçeride Baro’dan değerli iki bey var,” dedi Svedberg. “Buradaki bütün belgeleri inceliyorlar. Her şeyi kayıt altına alıp mühürlüyorlar, ne yapacaklarına sonra karar verecekler. Avukatların müvekkilleriyle irtibat kurulacak ve başka avukatlar işleri üstlenecek. Aslında Torstensson Hukuk Bürosu diye bir şey artık yok sayılır.”

“Bizim de bütün belgelere ulaşabilmemiz lazım,” dedi Wallander. “Esas şey, ikisinin de müvekkilleriyle ilişkilerinde gizleniyor olabilir.”

Svedberg şaşırarak Wallander’e baktı ve “İkisinin mi?” dedi. “Sadece oğlunun müvekkillerini kastediyor olmalısın.”

“Haklısın. Sten Torstensson’un müvekkilleri demek istedim.”

“Keşke tam tersi olsaydı.”

Wallander neredeyse Svedberg’in yorumunu kaçırıyordu. “Neden, ne demek istedin?”

“Yaşlı Torstensson’un çok az müvekkili olduğu ortaya çıktı,” dedi Svedberg. “Buna karşılık Sten Torstensson her türlü işle ilgilenmiş.” Toplantı odasını işaret ederek, “İçeridekiler her şeyin üstesinden gelmek için bir hafta veya daha fazla zamana ihtiyaç olacağını düşünüyor,” dedi.

“O hâlde çalışmalarını bölmesem daha iyi olur,” dedi Wallander. “Bayan Dunér’le görüşmeyi tercih ederim.”

“Benim de gelmemi ister misin?”

“Gerek yok, nerede yaşadığını biliyorum.”

Wallander arabasına gidip motoru çalıştırdı. Şimdi ne yapacağıyla ilgili ikilem içindeydi. Kendisini bir karar vermeye zorladı. İlk olarak onun dışında kimsenin bilmediği bir görevi yerine getirecekti. Bu görevi ona Skagen’deyken Sten Torstensson vermişti.

Doğu yönüne doğru arabasını yavaşça sürerken, iki ölüm arasında bir bağlantı olmalı, diye düşündü. Adliye Sarayı’nı ve Sandskogen’i geçti ve kısa süre sonra şehir geride kaldı. Bu iki ölüm birbiriyle bağlantılı olmalı. Başka mantıklı bir açıklama olamaz.

Kül rengi manzarayı seyrederek yola devam etti. Yağmur çiseliyordu. Kaloriferi açtı.

İnsan nasıl olur da bu çamur deryasına gönül kaptırabilir ki, diye merak etti. Ama benim yaptığım da tam olarak bu. Ben bütün hayatı sonsuza dek çamurla sarmalanmış bir polis memuruyum ve bu kırsal bölgeyi Çin’deki bütün çayları verseler bile değişmem.


Gustaf Torstensson’un 11 Ekim gecesi öldüğü yere gitmesi yarım saati buldu. Kaza raporu yanındaydı, raporu cebine koyup rüzgârlı yola çıktı. Bagajdan lastik çizmelerini çıkarıp çevreyi araştırmaya başlamadan önce giydi. Rüzgâr ve yağmur şiddetleniyordu, üşümeye başladı. Eğri büğrü bir sırığa tünemiş bir şahin onu izliyordu.

Kaza mahalli Skåne için bile alışılmadık derecede ıssızdı. Göz alabildiğine uzanan engebeli tarlalardan başka herhangi bir çiftlik evine ait hiçbir işaret yoktu. Yol düzdü, yüz metre sonra yokuş başlıyordu, daha ileride sola keskin bir dönüş vardı. Wallander kaza yerinin krokisini çıkardı ve bulunduğu yerle haritayı karşılaştırdı. Arabanın enkazı yolun solundaki tarlanın yirmi metre kadar içinde, tepetaklak olmuş hâlde bulunmuştu. Yolda fren izi yoktu. Kaza ânında yoğun sis vardı.

Wallander raporu iyice ıslanmadan arabaya geri koydu. Yokuşun başına doğru yürüdü ve etrafa baktı. Geldiğinden beri yoldan tek bir araba bile geçmemişti. Şahin hâlâ sırıkta duruyordu. Wallander hendekten atladı ve çizmelerinin tabanına yapışan çamurlu toprakta yürümeye başladı. Yirmi metre kadar yürüdükten sonra dönüp yola baktı. Bir kasap kamyoneti ve ardından iki araba hızlıca geçti. Yağmur gittikçe daha da şiddetleniyordu. Ne olduğunu zihninde canlandırmaya çalıştı. Yoğun sis tabakasının ortasında yaşlı bir adamın kullandığı bir araba… Sürücü direksiyon hâkimiyetini kaybediyor, araba yoldan çıkıyor ve bir ya da iki takla atıp ters dönüyor. Sürücü emniyet kemeri takılı olduğundan koltuğunda öldü. Yüzünde oluşan sıyrıklar dışında kafasının arkasını sert ve sivri bir metal cisme çarptı. Her hâlükârda ölümü ani oldu. Ertesi gün traktörle geçen bir çiftçi tarafından görülünceye kadar bulunamadı.

Arabayı hızlı kullanmasına gerek yoktu, diye düşündü Wallander. Kontrolü kaybedince panikle gaza basmış olabilir. Araba hızlanarak tarlaya uçtu. Büyük ihtimalle Martinson’un kazayla ilgili raporu kapsamlı ve doğruydu.

İncelemesini bitirmek üzereydi ki kısmen çamurun içine gömülmüş bir şey fark etti. Çömeldi ve bunun kahverengi ahşap mutfak sandalyelerinden birinin ayağı olduğunu gördü. Sandalye ayağını alıp fırlatınca şahin ağır kanatlarını çırparak sırıktan havalanıp uçtu.

Henüz kaza yapan arabayı incelemedim, diye düşündü Wallander. Ama onda Martinson’un raporuna kaydetmediği şaşırtıcı bir şey bulabileceğimi sanmıyorum.

Arabasına döndü, yapabildiği kadar, çizmelerindeki çamurları temizleyip ayakkabılarını giydi. Ystad’a dönerken fırsattan istifade babasını ve yeni evlendiği karısını Löderup’ta görmeyi geçirdi aklından ama tam tersi bir karar verdi. Berta Dunér’le konuşmalıydı ve mümkünse emniyete dönmeden arabayı da görmeliydi.

Ystad’ın dışındaki bir benzinlikte durup kahve ve sandviç aldı, etrafına bakındı. Asık suratlı İsveç kasvetinin, benzinliklere bitişik kafelerden daha fazla göze çarptığı bir yer olmadığını düşündü. Ortamdan kaçma isteğiyle neredeyse tadına bile bakmadan kahvesini bıraktı. Arabasını yağmur altında şehre doğru sürdü, Continental Oteli’nden sağa döndü, tekrar sağa dönüp dar bir sokak olan Stick Caddesi’ne doğru gitti. Arabasını Berta Dunér’in yaşadığı pembe evin önüne, yan tekerler kaldırıma çıkmış hâlde uygunsuz bir şekilde park etti. Zili çalıp bekledi. Kapı açılıncaya kadar neredeyse bir dakika geçti. Wallander kapı aralığından solgun bir yüz gördü.

“Benim adım Kurt Wallander, polis memuruyum,” dedi cebindeki kimlik kartını nafile yere ararken. “Eğer mümkünse sizinle kısa bir konuşma yapmak istiyorum.”

Berta Dunér kapıyı açıp onu içeri aldı. Wallander kadının uzattığı elbise askısına ıslak ceketini astı. Berta Dunér, Wallander’i evin yanındaki küçük bahçeye bakan, büyük pencereli ve cilalı ahşap döşemeli oturma odasına buyur etti. Wallander odaya göz gezdirdiğinde her şeyin yerli yerinde olduğunu fark etti, mobilyalar ve aksesuarlar en küçük detaylara kadar derli toplu düzenlenmişti.

Kadının hukuk bürosunu da aynı şekilde idare ettiğine şüphe yoktu. Çiçekleri düzenli olarak sulamakla randevu defterinin hatasız bir şekilde düzenlendiğinden emin olmak aynı bozuk paranın iki yüzü gibi olmalıydı. Şans faktörüne yer olmayan bir hayat.

“Lütfen oturun,” dedi Berta Dunér umulmadık ölçüde boğuk bir sesle. Wallander normalden zayıf, beyaz saçlı bu kadının yumuşak ve zayıf bir sesi olacağını ummuştu. Otururken gıcırdayan eski moda hasır sandalyeye oturdu.

“Kahve içer misiniz?” diye sordu Berta Dunér.

Wallander hayır dercesine başını salladı.

“Çay alır mıydınız?”

“Hayır, teşekkür ederim,” dedi Wallander. “Size birkaç soru sormak istiyorum. Sonra da çıkacağım.”

Berta Dunér cam kaplı sehpanın yanındaki çiçek desenli kanepenin kenarına oturdu. Wallander yanında kalem ve not defteri olmadığını fark etti. Ayrıca her zaman alışkanlık edinmesine rağmen bu defa açılış sorularını bile hazırlamamıştı. Oysa cinayet soruşturmalarının seyrinde önemsiz bir görüşme ya da konuşma diye bir şey olmadığını mesleğinin erken aşamalarında öğrenmişti.

“İlk olarak meydana gelen trajik olaylardan dolayı çok üzgün olduğumu belirtmek isterim,” diye çekinerek konuşmaya başladı Wallander. “Gustaf Torstensson’la çok az karşılaşmıştım ancak Sten Torstensson’u iyi tanırdım.”

“Sizin boşanma davanıza bakmıştı,” dedi Berta Dunér.

Kadının söyledikleri Wallander’in onu hatırlamasını sağladı. Mona ile birlikte asap bozucu ve yıpratıcı o toplantılara katılmak için hukuk bürosuna gittiklerinde kendilerini karşılayan kişiydi. O zamanlar saçları bu kadar beyaz değildi, büyük ihtimalle şimdiki kadar zayıf da değildi. Yine de Berta Dunér’i daha önce hatırlamamasına şaşırdı.

“İyi bir hafızanız var,” dedi Wallander.

“Bazen isimleri unuttuğum olur,” dedi Berta Dunér. “Ama insanların yüzlerini hiç unutmam.”

“Ben de öyleyimdir,” dedi Wallander.

Rahatsız edici bir sessizlik oldu. Sokaktan bir araba geçti. Wallander’in Berta Dunér’i görmeye gelmeden önce kendine zaman tanıması gerektiği aşikârdı. Ona ne soracağını, nereden başlayacağını bilemiyordu. Ayrıca uzun ve sıkıntılı geçen boşanma sürecinin hatırlatılmasını hiç ama hiç arzulamıyordu.

“Meslektaşım Svedberg’le zaten görüşmüştünüz,” dedi bir süre sonra. “Ciddi bir suç işlendiğinde ne yazık ki sık sık soru sormaya devam etmemiz gerekiyor ve bunu yapan polis her zaman aynı kişi olmayabiliyor.”

Kendisini beceriksizce ifade ettiği için içinden yakındı. Neredeyse özür dileyip gidecekti. Bunun yerine kendine çekidüzen vermeye çalıştı.

“Zaten bildiğim şeyleri yeniden sormak istemiyorum,” dedi. “O sabah işe gidip Sten Torstensson’u ölü olarak bulmanızı tekrar konuşmamıza gerek yok. Tabii daha önce bahsetmediğiniz bir şeyi hatırlamadıysanız.”

Berta Dunér’in cevabı net ve tereddütsüzdü. “Yeni bir şey yok. Bay Svedberg’e bütün bildiklerimi anlattım.”

“Bir önceki akşam?” diye sordu Wallander. “Ofisten ayrılırken?”

“Saat altı gibiydi. Belki beş dakika geçmiştir fakat daha fazla değil. Bayan Lundin’in yazdığı bazı mektupları kontrol ediyordum. Sonra benden istediği bir şey olup olmadığını sormak için Bay Torstensson’u iç hattan aradım. Bana istediği bir şey olmadığını söyledi ve iyi akşamlar dedi. Kabanımı giydim ve eve gittim.”

“Çıkarken kapıyı kilitlemiş miydiniz? Bay Torstensson tek başına mıydı?”

“Evet.”

“O akşam ne yapmayı düşündüğünden haberiniz var mıydı?”

Berta Dunér şaşkınlıkla baktı. “Çalışmaya devam edecekti. Sten Torstensson gibi elinde çok işi olan bir avukat istediği zaman evine gidemez.”

“Anladım. Çalışmaya devam ediyordu,” dedi Wallander. “Özel bir iş ya da acil bir şey var mıydı onu merak ediyorum?”

“Bütün işler acildir,” dedi Berta Dunér. “Babası birkaç hafta önce öldürüldüğü için işleri başından aşkındı. Bu, gün gibi aşikârdı.”

Wallander’in kadının kullandığı kelime nedeniyle gözleri faltaşı gibi açıldı. “Trafik kazasından bahsediyorsunuz herhâlde?”

“Başka neden bahsedebilirim ki?”

“Ama babası öldürüldü, dediniz. Babası trafik kazasında hayatını kaybetmişti.”

“Bir insan ya ölür ya da öldürülür,” dedi Berta Dunér. “Eğer yatağında ölürsen herkesin dediği gibi bu doğal bir ölümdür. Fakat bir trafik kazasında hayatını kaybettiysen öldürülmüşsündür demektir.”

Wallander yavaşça başını salladı. Ne demek istediğini anlamıştı. Yine de kadının, Sten Torstensson’un Skagen’e gelmesine yol açan şüpheleriyle aynı kapıya çıkabilecek bir şeyi ağzından kaçırıp kaçırmadığını merak etti.

Birden aklına bir fikir geldi. “Sten Torstensson’un bir önceki hafta ne yaptığını hemen hatırlayabilir misiniz?” diye sordu. “20 Ekim Çarşamba ile 21 Ekim Perşembe günlerinde.”

“Yolculuğa çıkmıştı,” dedi Berta Dunér tereddütsüz.

O hâlde Sten yolculuğunu gizlememiş, diye düşündü Wallander.

“Babasının ölümünden sonra içine düştüğü bunalımdan kurtulmak için birkaç gün uzaklaşmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti,” diye devam etti Berta Dunér. “Bu yüzden o iki gün boyunca randevularını iptal etmiştim.”

Hiçbir belirti göstermeden birden ağlamaya başladı. Wallander ne yapacağını bilemedi. Mahcubiyetinden olduğu yerde kıvranırken oturduğu sandalye yine gıcırdadı.

Berta Dunér ayağa kalkıp hızlıca mutfağa gitti. Wallander kadının hıçkırıklarını duyabiliyordu. Biraz sonra odaya geri geldi.

“Bu çok zor,” dedi. “Gerçekten çok zor…”

“Anlıyorum.”

“Bana bir kartpostal göndermişti,” dedi Berta Dunér, zoraki gülümsemeye çalışarak. Wallander onun her an tekrar ağlamaya başlayacağından emindi fakat Berta Dunér tahmin ettiğinden daha serinkanlıydı.

“Kartpostalı görmek ister misiniz?”

“Evet, isterim,” dedi Wallander.

Berta Dunér duvardaki rafta bulunan porselen bir tabağın içinden aldığı kartpostalı Wallander’e uzattı.

“Finlandiya güzel bir yer olmalı,” dedi Berta Dunér. “Hiç gitmedim, peki ya siz?”

Wallander kartpostala şaşkınlıkla baktı. Resimde güneşin batmak üzere olduğu bir deniz manzarası vardı.

“Evet,” dedi sessizce. “Finlandiya’ya gitmiştim. Dediğiniz gibi çok güzel bir yer.”

“Lütfen bu hâlimi affedin,” dedi Berta Dunér. “Gördüğünüz kartpostal onu ölü olarak bulduğum gün bana ulaştı.”

Wallander dalgın bir şekilde başını salladı. Öyle görünüyor ki Berta Dunér’e sorması gerekenler sandığından daha fazlaydı. Aynı anda, sorularını sormak için bunun doğru zaman olmadığını anladı.

Demek ki Torstensson sekreterine Finlandiya’ya gittiğini söylemişti. Görünüşe göre kanıt olarak oradan bir kartpostal gelmişti. Oysa Torstensson o sırada Danimarka’daydı. Öyleyse bu kartpostalı kim göndermişti?

“Bu kartpostalı soruşturmayla ilgisi olduğu için bir süreliğine almam gerekiyor,” dedi Wallander. “Daha sonra geri alabileceksiniz. Size söz veriyorum.”

“Anlıyorum,” dedi Berta Dunér.

“Gitmeden önce son bir soru daha,” dedi Wallander. “Ölmeden önce son birkaç gün içerisinde herhangi bir sıra dışı olaya şahit oldunuz mu?”

“Ne gibi bir şey?”

“Her zamankinden farklı bir davranışı olmuş muydu?”

“Babasının ölümü nedeniyle fazlasıyla üzgündü.”

“Tabii ki, ancak kaygı duyacağı başka bir sebep var mıydı?”

Wallander sorusunun ne kadar tuhaf göründüğünün farkındaydı ama cevabı bekledi.

“Hayır,” dedi kadın. “Her zamanki gibiydi.”

Wallander ayağa kalktı. “Sizinle tekrar konuşmam gerekebilir.”

Berta Dunér kanepeden kalkmadı. “Böyle korkunç bir şeyi kim yapabilir ki?” diye sordu. “Kapıyı açıp bir adamı vurduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gidebilir?”

“Biz de bunu araştırıyoruz,” dedi Wallander. “Hiç düşmanı olup olmadığını biliyor musunuz?”

“Düşman mı? Onun nasıl olur da düşmanı olabilir ki?”

Wallander bir an durup son bir soru sordu. “Siz ne olduğunu düşünüyorsunuz?”

“Ne kadar anlaşılmaz gözükse de bir şeyleri anlayabileceğiniz bir zaman mutlaka gelir,” dedi Berta Dunér. “Gerçi şimdilerde böyle değil. Bugünlerde bu ülkede bunu başarmak biraz zor…”

Wallander hâlâ ıslak ve ağır olan ceketini giydi. Sokağa çıktığında bir süre durdu. Polis Akademisi’ndeyken ağızdan ağza dolaşan ancak kendisininmiş gibi benimsediği bir sloganı hatırladı. “Yaşamın da ölümün de zamanı var.”

Ayrılmadan önce Berta Dunér’in son söylediklerini anımsadı. İsveç hakkında önemli bir şey söylediğini düşündü, onun da üzerinde düşünmesi gereken bir şey. Fakat şimdilik kadının sözlerini aklının bir köşesine attı.

Sten’in kafasının içindekileri anlamalıyım, diye düşündü. Benimle Skagen’de kahve içtiği sırada Finlandiya’dan gönderilmiş bir kartpostal olması Sten’in gerçeği söylemediğini gösteriyor. En azından bütün gerçeği söylemediğini… Hiç kimse sebepsiz yere yalan söylemez.