Книга Gülümseyen Adam - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 6
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Gülümseyen Adam
Gülümseyen Adam
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Gülümseyen Adam

“Hımm, benim işim değil zaten,” dedi Åkeson. “Sadece döndüğüne sevindiğimi söylemek istedim. Olayın ayrıntılarını öğrenecek zamanın oldu mu?”

“Tam olarak değil.”

“Duyduklarıma bakılırsa önemli bir gelişme yok gibi.”

“Björk’e göre uzun sürecek bir soruşturma olacak.”

“Sen ne düşünüyorsun?”

Wallander yanıt vermeden önce duraksadı. “Şimdilik hiçbir şey…”

“Güvensizlik gittikçe artıyor,” dedi Åkeson. “İmzasız mektuplarla yapılan tehditler çok yaygınlaştı. Eskiden kapısı herkese açık olan hükümet binaları kale gibi barikatlar kurmaya başladı. Bu yüzden ölen adamın müvekkillerini ince eleyip sık dokuyarak araştırmanız gerekiyor. Onların içinde bir ipucu bulabilirsiniz. Müvekkillerinden birinin maktule karşı özel bir kini olabilir.”

“Biz de zaten öyle yapmaya başladık,” dedi Wallander.

Öğleden sonra Åkeson’un odasında buluşmaya karar verdiler.

Wallander tasarlamaya başladığı soruşturma planına dönmeye çalıştı ancak konsantrasyonu kaybolmuştu. Sinirlenerek kalemini bıraktı, kahve almaya gitti. Kimseyle karşılaşmamak için hızla odasına döndü. Saat sekizi çeyrek geçiyordu. Kahvesini içerken insanlarla birlikte olma korkusunu ne zaman yeneceğini merak etti. Saat sekiz buçukta notlarını yanına alarak toplantı odasına gitti. Yoldayken Sten Torstensson’un öldürülmesinden bu yana geçen beş ya da altı gün boyunca alışılmadık derecede çok az ilerleme kaydedildiğini fark etti. Bütün cinayet soruşturmaları farklıydı ama her zaman işin içindeki polislerde yoğun bir baskı duygusu olurdu. Wallander yokken burada bir şeyler değişmişti. Fakat değişen neydi?

Hepsi toplandığında saat sekizi kırk geçiyordu, Björk toplantının başladığının işareti olarak masaya hafifçe vurdu. Önce Wallander’e döndü.

“Kurt, sen bu vakaya yeni katıldın, bu nedenle her şeyi taze bir bakışla değerlendirebilirsin. Ne yapmamız gerektiği konusunda ne düşünüyorsun?”

“Buna karar verecek kişinin ben olduğumu düşünmüyorum,” dedi Wallander. “Her şeyi iyice öğrenmeye zamanım olmadı.”

“Yine de şimdiye dek işe yarar bir şey bulan tek kişi sensin,” dedi Martinson. “Eğer seni tanıyorsam gece oturup bir soruşturma planı hazırlamışsındır. Haksız mıyım?”

Wallander evet dercesine başını salladı. Artık soruşturmanın sorumluluğunu almaktan başka çaresi olmadığını anlıyordu.

“Bir özet hazırlamaya çalıştım,” dedi Wallander. “Ama önce size bir hafta önce Danimarka’da yaşadığım bir şeyden bahsetmeliyim. Bunu dün söylemem gerekirdi ama ilk iş günüm benim için en hafif deyimle fazla heyecanlıydı.”

Wallander, Sten Torstensson’un Skagen’e yaptığı yolculuğu kendisini şaşkınlık içinde dinleyen arkadaşlarına anlattı. Hiçbir detayı atlamamaya çalıştı. Konuşmasını bitirdiğinde odaya sessizlik hâkimdi. Sonunda Björk bozulduğunu gizlemeye gerek görmeden konuştu.

“Çok garip,” dedi Björk. “Neden her zaman normal prosedürlerin dışına çıkıyorsun bilmiyorum.”

“Onu tanıdığımdan bahsettim,” diye karşı çıktı Wallander ve sinirlerinin gerildiğini hissetti.

“Şu anda gerilmemize gerek yok,” dedi Björk sakin bir şekilde. “Ama bu durumun biraz tuhaf olduğunu kabul etmelisin. Bu durumda Gustaf Torstensson’un dosyasını yeniden açmamız gerekeceği aşikâr.”

“Bana göre iki cephede ilerlememiz hem doğal hem de gerekli,” dedi Wallander. “Bir değil iki kişi öldürüldüğünü varsaymalıyız. Dahası bunlar baba ve oğul. İki ihtimali aynı anda düşünmeliyiz. Cinayetlerin sırrı iki kişinin özel hayatında gizli olabileceği gibi, Torstensson’lar aynı şirkette avukat olarak çalıştıklarından, işleriyle de ilgili olabilir. Gerçek şu ki Sten benimle konuşmaya geldiğinde babasının ölmeden önce endişeli olduğunu söylediğinden kilit adam Gustaf Torstensson olabilir. Ama bu kaçınılmaz bir sonuç değil, ayrıca Danimarka’da bulunduğu sırada Sten’in Finlandiya’dan Bayan Dunér’e gönderdiği bir kartpostal söz konusu.”

“Bu kartpostalın bize anlattığı başka bir şey olmalı,” dedi Höglund.

Wallander başıyla onayladı. “O da şu, Sten tehdit altında olduğunu düşünüyor olmalıydı. Senin kastettiğin de bu mu?”

“Evet,” dedi Höglund. “Yanlış bir iz bırakmasının nedeni başka ne olabilir ki?”

Martinson bir şey söylemek ister gibi elini kaldırdı. “İki gruba ayrılırsak araştırmamız daha kolay olabilir,” dedi. “Bir grup babanın ölümüne, diğer grup ise oğlun ölümüne yoğunlaşabilir. Daha sonra aynı sonuca varan bir şeyler bulabilecek miyiz bakarız.”

“Katılıyorum,” dedi Wallander. “Bununla beraber iki olayda da garip bir şey olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çoktan keşfetmemiz gereken bir şey.”

“Bütün cinayetler gariptir,” dedi Svedberg.

“Evet, ama daha fazlası var,” dedi Wallander. “Ve ne olduğunu tam olarak anlayamıyorum.”

Björk toplantıyı bitirmesi gerektiğini belirtti.

“Gustaf Torstensson’a ne olduğunu araştırmaya başladığım için devam etsem iyi olur,” dedi Wallander. “Eğer itiraz eden yoksa.”

“O zaman kalanlarımız da Sten Torstensson dosyasına kendimizi verelim,” dedi Martinson. “Her zaman olduğu gibi kendi başına çalışmak istediğini farz edebilir miyim?”

“Şart değil. Anladığım kadarıyla Sten cinayeti daha karmaşık gibi. Babasının ise pek fazla müvekkili yok ve özel hayatı daha şeffaf.”

“O zaman başlayalım,” dedi Björk not defterini gürültüyle kapatırken. “Her gün öğleden sonra dörtte ne kadar ilerlediğimizi görmek için toplanacağız. Bir de bugün geç saatlerde yapılacak bir basın toplantısı için yardıma ihtiyacım var.”

“Ben yapamam,” dedi Wallander. “Gücüm yok.”

“Bence Ann-Britt yardım edebilir,” dedi Björk. “Hem artık bizimle çalıştığının bilinmesi iyi olur.”

“Benim için sorun yok,” dedi Höglund herkesi şaşırtarak. “Böyle şeyleri öğrenmem gerekir.”

Toplantıdan sonra Wallander, Martinson’un beklemesini istedi. Herkes gittiğinde kapıyı kapattı.

“Biraz konuşmamız lazım,” dedi Wallander. “İstifa etmem gerekirken, içeri dalıp sorumluluğu alıyormuşum gibi geliyor.”

“Elbette hepimiz biraz şaşırdık,” dedi Martinson. “Kabul etmelisin. Neler olup bitiğini kestiremeyen sadece sen değilsin.”

“Kimsenin ayağına basmak istemem.”

Martinson kahkahayla güldü. Sonra burnunu sildi. “İsveç polisi, ayak parmakları ve topukları ağrıyan memurlarla dolu,” dedi. “Polis teşkilatı ne kadar bürokratikleşirse, o kadar çok insan kariyerleri konusunda takıntılı hâle gelir. Tüm düzenlemeler ve evrak işleri her geçen gün daha da kötüye giderek yanlış anlaşılmalara ve karmaşaya neden olur. Bu yüzden insanların birbirinin ayaklarına basıp topuklarına vurmaları hiç de garip değil. Bazen Björk’ün gidişattan neden endişelendiğini anlayabiliyorum. Sıradan, basit polislik ne hâle geldi?”

“Polis teşkilatı daima bütünüyle toplumu yansıtmıştır,” dedi Wallander. “Fakat ne demek istediğini anlıyorum. Rydberg de hep aynı şeyleri söylerdi. Bu arada Höglund basın toplantısının altından nasıl kalkacak?”

“O yetenekli biri,” dedi Martinson. “Hansson ve Svedberg ondan korkuyorlar çünkü çok yetenekli. Özellikle Hansson arka planda kalacağından endişeli. Bu yüzden bugünlerde bütün vaktini kurslarda geçiriyor. Yeni yetenekler kazanmaya çalışıyor.”

“Yeni nesil polis,” dedi Wallander ayağa kalkarken. “Höglund tam olarak bu.” Kapının eşiğinde durdu. “Dün toplantıda bana çağrışım yapan bir şey söylemiştin. Sten Torstensson hakkında bir şey. Ne olduğundan emin değilim ama düşündüğümden daha önemli bir şey gibi gelmişti.”

“Notlarımı okuyordum,” dedi Martinson. “Bir kopyasını alabilirsin.”

“Herhâlde bana öyle geldi,” dedi Wallander.

Odasına gidip kapıyı kapattığında, varlığını neredeyse unutmuş olduğu bir şeyi yeniden deneyimlediğini anladı. Bu sanki araba kullanmayı yeniden keşfetmek gibiydi. Görünüşe göre uzakta olduğu süre boyunca yetenekleri kaybolmamıştı.

Masaya oturup kendisine uzaktan bakarak yaşadıklarını düşünmeye başladı: Karayip Adaları’nda sendeleyerek yürüyen bir adam, Tayland’a yaptığı acınası yolculuk, otomatik bedensel işlevlerin haricindeki her şeyin durma noktasına geldiği bütün o gün ve geceler. Kendine bakıyordu ama o kişinin artık tanımadığı biri olduğunu fark etti. O başka biriydi.

Bazı davranışlarının neden olabileceği feci sonuçları gözünde canlandığında tüyleri ürperdi. Bir süre kızı Linda’yı düşündü. Martinson’un kapıyı çalıp geçen güne ait notlarının fotokopisini teslim etmesiyle tüm kötü hatıralarını aklından kovmayı başardı. Herkesin içinde bütün hatıraların birbirine karıştığı gizli bir odanın olduğunu düşünüyordu Wallander. Artık gizli odasının kapısını sürgüleyip üzerine de sağlam bir asma kilit takmıştı. Sonra tuvalete gidip bir kutu içinde taşıdığı antidepresanları dökerek üzerine sifonu çekti.

Odasına dönüp tekrar çalışmaya başladı. Saat ondu. Martinson’un notlarını özenle okudu ama geçen gün yaptıkları toplantıda dikkatini çeken şeyi yine belirleyemedi. Henüz çok erken, diye düşündü. Rydberg olsa sabırlı olmayı öğütlerdi. Artık kendi kendime tavsiye vermem gerektiğini aklımdan çıkarmamalıyım.

Nereden başlayacağını düşündü. Sonra Gustaf Torstensson’un soruşturma dosyasındaki ev adresine baktı. Timmermans Caddesi 12. Burası ordu kışlasının ilerisinde, Sandskogen yakınlarında, Ystad’ın en eski ve en varlıklı yerleşim bölgelerinden birindeydi. Hukuk bürosuna telefon etti, konuştuğu Sonja Lundin, evin anahtarlarının ofiste olduğunu söyledi. Emniyetten çıktığında yağmur bulutlarının dağıldığını, gökyüzünün açıldığını fark etti. Yaklaşan soğuk kış havasını ilk defa içine çektiğini hissetti. Hukuk bürosunun önünde arabasını durdurduğunda Lundin dışarı çıkıp anahtarları verdi.

Adresi ararken önce iki defa yanlış yöne saptı. Büyük, kahverengi ahşap ev geniş bir bahçenin içindeydi. Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı, çakıllı yol boyunca yürüdü. Ortalık çok sessizdi, şehir çok uzakta kalmış gibiydi. Dünyanın içinde başka bir dünya, diye düşündü Wallander. Torstensson Hukuk Bürosu çok kazançlı bir şirket olmalıydı. Ystad’da bundan daha pahalı bir ev olduğundan şüpheliydi. Bahçe bakımlıydı ancak tuhaf bir şekilde cansız görünüyordu. Yaprakları dökülmüş birkaç ağaç, düzgünce budanmış çalılar ve solmuş çiçeklerle dolu tarhlar vardı. Belki de yaşlı avukat etrafını hiçbir sürprizi ve yeniliği olmayan geleneksel bir bahçeyle çevirmek istemişti. Birisi Wallander’e, bir avukat olarak Torstensson’un mahkeme işlemlerini emsali görülmemiş bir sıkıcılıkla yürütme konusunda hayli meşhur olduğunu anlatmıştı. Kindar bir hasmı, Torstensson’un tekdüze ve hantal bir savunmayla savcının dikkatini dağıtıp müvekkilini kurtarabileceğini iddia etmişti. Bu nedenle, Per Åkeson’a Gustaf Torstensson hakkında ne düşündüğünü sormalıydı. İkisi geçmiş yıllarda pek çok defa karşı karşıya gelmiş olmalıydı.

Ön kapıya çıkan merdivenleri adımlayıp doğru anahtarı buldu. Bu daha önce karşılaşmadığı türden ileri düzey bir kilitti. Kapıyı açınca arka tarafında üst katlara çıkan geniş bir merdivenin olduğu büyük bir hole girdi. Pencerelerde kalın perdeler vardı. Perdelerden birini açtığında pencerelerin parmaklıklı olduğunu gördü. Yaşlandıkça kaçınılmaz olarak korkuya kapılan, yalnız yaşayan yaşlı bir adam. Burada kendisinden başka koruması gereken bir şey var mıydı? Ya da korkusu bu duvarların dışındaki bir şeyden mi kaynaklanıyordu? Evi dolaşmaya giriş katından başladı, aile büyüklerinin kasvetli portrelerinin sıralandığı kütüphaneyi ve açık plan yemek ve oturma odasını gezdi. Duvarlardan başlayarak mobilyalara kadar her şey koyu renkliydi, insana melankoli ve sessizlik hissi veriyordu. Hiçbir yerde insanı neşelendirebilecek açık renkli küçük bir parça ya da parlak bir detay yoktu.

Üst kata çıktı. Yatakları özenle yapılmış misafir odaları, kışın kapalı kalan bir otel gibi terk edilmiş görünüyordu. Torstensson’un kendisine ait yatak odasında demir parmaklıklı bir iç kapı vardı. Wallander kasvetten içi bunalarak aşağıya indi. Mutfak masasına oturup ellerini çenesine dayadı. Tek duyduğu saatin tiktaklarıydı.

Torstensson öldüğünde altmış dokuz yaşındaydı. Karısı öldüğünden beri son on beş yıldır yalnız yaşıyordu. Sten tek çocuklarıydı. Kütüphanedeki portrelerden birine bakılırsa aile Mareşal Lennart Torstensson’un soyundan geliyordu. Wallander’in okul günlerinden aklında kaldığına göre bu adam Otuz Yıl Savaşları boyunca ordusunun ayak bastığı yerlerde köylülere karşı acımasızlığıyla biliniyordu.

Wallander ayağa kalkıp bodrum katına indi. Burada da her şey fazlasıyla düzenliydi. Kazan dairesinin hemen arkasında kilitli bir çelik kapı olduğunu fark etti. Doğru anahtarı buluncaya kadar birkaç anahtar denedi. Karanlıkta el yordamıyla lamba düğmesinin yerini bulup ışığı açtı.

Oda beklemediği kadar büyüktü. Duvarlar raflarla kaplıydı, raflar ise Doğu Avrupa’dan gelen ikonalarla doluydu. Hiçbirine dokunmadan ikonaları yakından inceledi. Daha önce antika eşyalarla hiç ilgilenmemesine ve bu konuda uzman olmamasına rağmen koleksiyonun son derece kıymetli olduğu hükmüne vardı. Bu durum yatak odasındaki demir korumalı kapıyı olmasa da pencerelerdeki parmaklıkları ve kapıdaki kilidi açıklıyordu. Wallander’in tedirginliği arttı. Doymak bilmez bir iştahla tüm bu Meryem Ana heykellerini toplayan, huzuru kaçmış, evini hapishaneye çevirmiş, yaşlı ve zengin bir adamın özel dünyasına davetsiz olarak girdiğini hissetti.

Wallander kulak kabarttı. Üst katta ayak sesleri vardı, sonra bir köpek havladı. Hızla odadan ayrıldı, merdivenlerden çıkıp mutfağa girdi.

Mutfakta elindeki tabancasını kendisine doğrultan meslektaşı Peters’le yüz yüze gelince şaşırdı. Peters’in arkasında, hırlayan bir köpeği tasmasından zorlukla tutmaya çalışan bir güvenlik görevlisi vardı. Peters silahını indirdi. Wallander kalbinin hızlandığını hissetti. Tabancanın görünüşü bir anlığına da olsa uzun süredir aklından çıkarmaya çalıştığı anılarını canlandırmıştı.

Derken tepesi attı. “Burada neler oluyor?” diye söylendi.

“Güvenlik şirketinin alarmı çalmış, onlar da polisi aramışlar,” dedi Peters aşikâr bir endişeyle. “Biz de aceleyle geldik. Senin burada olduğunu bilmiyordum.”

Tam o sırada Peters’in ekip arkadaşı Norén de elinde tabancayla çıkageldi.

“Soruşturma yürütüyorum,” dedi Wallander, birden patlayan öfkesinin hızla azaldığını hissederek. “Trafik kazasında hayatını kaybeden Avukat Torstensson burada yaşıyordu.”

“Alarm çalarsa biz de geliriz,” dedi güvenlik şirketinden gelen adam sözünü sakınmadan.

“Hemen alarmı kapatın,” dedi Wallander. “Birkaç saat içinde yeniden açabilirsiniz. Ama önce buradaki işimizi bitirelim.”

“Bu Komiser Wallander,” diye açıklama yaptı Peters. “Tanıyor olmalısın.”

Güvenlik görevlisi çok gençti. Başını salladı fakat Wallander onun kendisini tanımadığını düşündü.

“Artık burada yapacağın bir şey kalmadı. Lütfen giderken köpeği de götür,” dedi Wallander.

Güvenlik görevlisi gitmeye isteksiz görünen Alman kurt köpeğiyle birlikte uzaklaştı. Wallander, Peters ve Norén’in elini sıktı.

“Görevine döndüğünü duydum,” dedi Norén. “Seni tekrar gördüğüme sevindim.”

“Teşekkür ederim.”

“Sen hastalık iznine çıktığından beri hiçbir şey eskisi gibi değil,” dedi Peters.

“Şimdi yine iş başındayım,” dedi Wallander, konuşmayı soruşturmaya yönlendirmeyi umarak.

“Aldığımız haberler inanılır gibi değildi,” dedi Norén. “Bize emekli olacağın söylendi. Bu yüzden alarm çaldığında seni bu evde bulmayı beklemiyorduk.”

“Hayat sürprizlerle dolu,” dedi Wallander.

“Neyse, tekrar hoş geldin,” dedi Peters.

Wallander ilk defa bu arkadaşlığın içten olduğunu hissetti. Peters’in yapmacık bir yanı yoktu, sözleri açık ve netti.

“Benim için zor zamanlardı,” dedi Wallander. “Fakat artık geride kaldı. En azından öyle umuyorum.”

İki polis memuruyla arabalarına kadar yürüdü ve giderlerken el salladı. Sonra bahçede dolaşırken düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Kişisel duygularıyla iki avukata ne olduğuna dair düşünceleri birbirine karışıyordu. Sonunda Berta Dunér’le tekrar konuşmaya karar verdi. Ona sorması gereken sorular vardı.

Kapı zilini çalarak içeri girdiğinde neredeyse öğlen olmuştu. Bu defaki gelişinde Berta Dunér’in bir bardak çay teklifini kabul etti.

“Bu kadar kısa süre içinde yeniden rahatsız ettiğim için üzgünüm,” dedi Wallander. “Fakat baba ve oğul Torstensson’ların kafamdaki resmini tamamlamam gerekiyor. Kimdi onlar? Gustaf Torstensson’la otuz yıldan fazla zamandır çalışıyordunuz.”

“On dokuz yıldır da Sten’le çalışıyordum,” dedi Berta Dunér.

“Epeyce uzun bir süre,” dedi Wallander. “İnsanları zaman geçtikçe tanıyoruz. Babasıyla başlayalım. Bana nasıl birisi olduğunu anlatın.”

“Anlatamam,” dedi Berta Dunér.

“Neden peki?”

“Onu tanımıyordum.”

Cevabı Wallander’i şaşırttı ama kulağa inandırıcı geliyordu. Wallander sabrını zorlasa da daha ihtiyatlı olmaya karar verdi.

“Sözlerinizin biraz garip olduğunu söylersem yanlış anlamayın,” dedi Wallander. “Demek istiyorum ki onunla birlikte uzun süredir çalışıyordunuz.”

“Onunla birlikte değil,” dedi Berta Dunér. “Onun için çalışıyordum. İkisi çok farklı…”

Wallander başıyla onayladı. “Çok iyi tanımasanız da hakkında pek çok şey biliyor olmalısınız. Lütfen yardımcı olmaya çalışın. Eğer yapamazsanız korkarım oğlunun ölümünü çözemeyebiliriz.”

“Bana karşı dürüst davranmıyorsunuz Komiser Wallander,” dedi Berta Dunér. “Gustaf o trafik kazasında öldüğünde gerçekte ne olduğunu bana söylemediniz.”

Besbelli kadın Wallander’i şaşırtmaya devam edecekti. Wallander o anda açık konuşmaya karar verdi.

“Henüz tam olarak bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ancak bunun bir kazadan daha fazlası olduğunu düşünüyoruz. Belki bir şey kazaya sebep oldu ya da kazadan sonra bir şey oldu.”

“O yolda çok defa araba kullanmıştı,” dedi Berta Dunér. “Oraları avucunun içi gibi bilirdi ve arabasını asla hızlı kullanmazdı.”

“Eğer doğru anladıysam, kazadan önce bir müvekkiliyle görüşmüş,” dedi Wallander.

“Farnholm’deki adamla,” dedi Berta Dunér yalnızca.

“Farnholm’deki adam mı?”

“Alfred Harderberg. Farnholm Şatosu’ndaki adam.”

Wallander, Farnholm Şatosu’nun Linderöd Tepesi’nin güneyindeki sapa bir yerde olduğunu biliyordu. Sık sık dönüş yerinden geçmişti ama oraya hiç gitmemişti.

“En önemli müvekkilimizdi,” diye devam etti Berta Dunér. “Son yıllarda Gustaf Torstensson’un tek müvekkili hâline gelmişti.”

Wallander cebinde bulduğu bir kâğıt parçasına adamın ismini yazdı.

“Adını hiç duymadım,” dedi Wallander. “Çiftçi mi?”

“Şatonun sahibidir,” dedi Berta Dunér. “Fakat kendisi iş adamıdır. Büyük işlerle uğraşır, uluslararası işlerle.”

“Belli ki onunla görüşmem gerekecek,” dedi Wallander. “Gustaf Torstensson’u yaşarken gören son kişi o olmalı.”

Derken kapıdaki posta kutusuna aniden bir paket mektup bırakıldı. Wallander, Berta Dunér’in ürktüğünü fark etti.

Korkan üç insan, diye düşündü. Fakat korktukları ne?

“Gustaf Torstensson,” diye yeniden konuşmaya başladı Wallander, “tekrar başa dönersek, nasıl birisiydi?”

“Tanıdığım en farklı kişiydi,” dedi Berta Dunér. Wallander sesinde üstü kapalı bir saldırganlık sezdi. “Kimsenin kendisine yakınlaşmasına müsaade etmezdi. Aşırı kuralcıydı, rutinini asla bozmazdı. Halk arasında dakik olarak anılan kişiler vardır. Bu tanım Gustaf Torstensson için tamamen geçerliydi. Biraz duygusuz ve silik bir kişilikti, ne iyi ne kötü, sadece sıkıcı birisiydi.”

“Sten’e göre babası aynı zamanda neşeliymiş,” dedi Wallander.

“Dalga geçiyor olmalısınız,” dedi Berta Dunér.

“İkisi nasıl anlaşırlardı?” diye sordu Wallander.

Tereddüt etmeden doğrudan yanıtladı Berta Dunér. “Gustaf Torstensson, Sten’in şirketi yenilemeye çalışmasından rahatsızdı. Doğal olarak Sten de babasının ayak bağı olduğunu düşünüyordu. Ama birbirlerine gerçek hislerini belli etmezlerdi. İkisi de kavga etmekten kaçınırdı.”

“Sten ölmeden önce, babasının birkaç aydır endişeli ve üzgün olduğundan bahsetmişti,” dedi Wallander. “Siz de bu durumu fark etmiş miydiniz?”

Bu defa cevap vermeden önce düşündü Berta Dunér.

“Olabilir,” dedi. “Madem ki söylediniz, hayatının son aylarında onda bazı değişiklikler vardı.”

“Sizin bir açıklamanız var mı bu konuda?”

“Yok.”

“Hiç sıra dışı bir şey olmuş muydu?”

“Hayır, olmadı.”

“Lütfen iyice düşünün. Bu çok önemli olabilir.”

Berta Dunér düşünürken bir bardak çay daha koydu. Wallander konuşmasını bekledi. Biraz sonra kadın bakışlarını ona çevirdi.

“Söyleyemem,” dedi. “Çünkü açıklayamıyorum.”

Wallander, Berta Dunér’in doğruyu söylemediğini anladı fakat daha fazla baskı yapmamaya karar verdi. Her şey hâlâ belirsiz ve şüpheliydi. Henüz vakti gelmemişti.

Wallander bardağı bir kenara koyup ayağa kalktı. “Sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim,” dedi. “Ama ne yazık ki yine gelmem gerekecek.”

“Tabii ki,” dedi Berta Dunér.

“Söylemek istediğiniz bir şey olursa beni aramanız yeterli,” dedi Wallander çıkarken. “En küçük detaylar bile önemli olabilir.”

“Bunu aklımda bulunduracağım,” dedi Berta Dunér kapıyı kapatırken.

Wallander kontağı çevirmeden arabada oturdu. Kendisini fazlasıyla huzursuz hissetti. İki avukatın ölümünün arkasında, ne olduğunu tam olarak açıklayamadığı ciddi ve rahatsız edici bir şeyler olduğunu seziyordu. Hâlâ olayın yüzeyini kazımaya çalışıyorlardı.

Bir şeyler bizi yanlış yöne sevk ediyor, diye düşündü. Finlandiya’dan gönderilen kartpostal belki de bir kandırmaca değildir, belki de bizim gerçekten incelememiz gereken bir şeydir. Ama neden?

Arabayı çalıştırmak üzereyken karşı kaldırımda durduğunda izlendiğini fark etti.

Yirmi yaşlarında, Asya kökenli genç bir kızdı. Wallander’in kendisini fark ettiğini anlayınca hızla uzaklaştı. Wallander dikiz aynasından kızın sağa dönerek Hamn Caddesi’ne doğru arkasına bakmadan gittiğini gördü.

Daha önce bu genç kızı hiç görmediğinden emindi.

Ne var ki genç kız Wallander’i tanıyor olabilirdi. Bir polis olarak yıllar içinde pek çok defa çeşitli durumlarda mülteci ve sığınmacılarla karşı karşıya gelmişti.

Arabasını emniyete sürdü. Rüzgâr hâlâ sert esiyor ve doğuda bulutlar toplanıyordu. Kristianstadsvägen’e dönmüşken aniden frene bastı. Arkasındaki kamyon bu ani duruşa korna çaldı.

Çok yavaş tepki veriyorum, diye düşündü. Ağaçlardan ormanı göremiyorum.

Kural dışı bir dönüş yaptı, Hamn Caddesi’ndeki postanenin önüne park etti ve arabadan inip süratle kuzeyden Stick Caddesi’ne giden ara sokağa girdi. Berta Dunér’in pembe evini görebileceği bir yerde durdu.

Hava gittikçe soğuyordu. Wallander pembe evden gözünü ayırmadan bir ileri, bir geri yürümeye başladı. Bir saat kadar sonra pes etmeyi geçirdi aklından. Ama haklı olduğundan emindi. Evi izlemeye devam etti. Şu anda Åkeson, Wallander’i bekliyor olmalıydı fakat beyhude beklemiş olacaktı.

Üçü kırk üç geçe pembe evin kapısı hızla açıldı. Wallander bir duvarın arkasına saklandı. Haklıydı. Asya kökenli o kızın Berta Dunér’in evinden çıkmasını seyretti. Kız köşeyi dönüp gözden kayboldu.

Yağmur tekrar yağmaya başlamıştı.

5

Soruşturma toplantısı saat dörtte başladı ve tam olarak yedi dakika sonra bitti. Toplantıya en son Kurt Wallander geldi ve sandalyesine çöktü. Nefes nefeseydi ve ter içinde kalmıştı. Masanın etrafındaki arkadaşları şaşkınlıkla Wallander’e bakıyorlardı ancak kimse bir yorum yapmadı.

Björk’ün kimsede rapor edilecek önemli bir gelişme ya da görüşülecek bir konu olmadığını anlaması birkaç dakika sürdü. Soruşturmada eskiden beri söyledikleri gibi, “tünel kazma zamanı” adını verdikleri bir noktaya gelmişlerdi. Görünenin altında saklı olan bir şeyleri bulmak için yüzeydeki katmanları geçmeye çalışıyorlardı. Bu, ceza soruşturmalarındaki alışıldık bir aşamaydı ve tartışmaya gerek yoktu. Toplantının sonunda soru soran tek kişi Wallander oldu.

“Alfred Harderberg kim?” diye sordu elindeki kâğıt parçasında yazan isme bakarak.

“Herkesin tanıdığı birisi,” dedi Björk. “İsveç’in şu anda en başarılı iş adamı… Burada Skåne’de yaşıyor. Özel jetiyle dünyayı dolaşmadığı zamanlarda…”

“Farnholm Şatosu’nun sahibi,” dedi Svedberg. “Dibinde kum yerine gerçek altın tozu bulunan bir akvaryumu olduğu söyleniyor.”

“Gustaf Torstensson’un müvekkiliymiş,” dedi Wallander. “Aslında tek müvekkili… Ve en son görüştüğü kişi… Torstensson tarlada öldüğü gece onunla yaptığı toplantıdan dönüyormuş.”

“Balkanlarda savaştan harap olmuş bölgelerdeki ihtiyaç sahipleri için yardım kampanyası organize etmişti,” dedi Martinson. “Gerçi bu, sınırsız miktarda para sahibi birisi için çok da sıra dışı sayılmayabilir.”

“Alfred Harderberg saygı göstermemiz gereken birisi,” dedi Björk.

Wallander, Björk’ün konuşulanlardan rahatsız olduğunu görebiliyordu. “Saygı göstermemiz gerekmeyen birisi var mı?” dedi Wallander yüksek sesle. “Yine de kendisine ziyarette bulunmaya niyetliyim.”

“Gitmeden önce telefon et,” dedi Björk ve ayağa kalktı.

Toplantı o anda bitti. Wallander kendisine bir kahve alıp odasına çekildi. Berta Dunér’in Asya kökenli genç bir kız tarafından ziyaret edilmesinin ne anlama geldiğine dair düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Belki de bunun hiçbir anlamı yoktu, ne var ki içgüdüleri tam tersini söylüyordu. Ayaklarını masaya uzatıp sandalyesinde geriye yaslandı ve dizlerinin arasına kahve fincanını koydu.