Henning Mankell
Yanlış Yol
Dominik Cumhuriyeti
1978
Ön Söz
Şafaktan hemen önce Pedro Santana uyandı. Gaz lambası tütmeye başlamıştı. Gözlerini açtığında nerede olduğunu anlayamadı. Havanın çok ince olduğu, tuhaf, kayalık bir manzarada gezindiği bir rüyadan uyanmıştı ve tüm anılarının onu terk etmek üzere olduğu hissine kapılmıştı. Tüten gaz lambası, uzaklardaki volkanik kül kokusu gibi bilincine nüfuz etmişti. Ama aniden başka bir şey daha duymuştu: acı çeken, nefes nefese bir insan sesi. Sonra rüyası uçup gitti ve altı gün altı geceyi birkaç dakikadan fazla uyumadan geçirdiği karanlık odaya geri dönmek zorunda kaldı.
Gaz lambası sönmüştü. Tamamen hareketsiz yatıyordu. Gece çok sıcaktı. Ter kokuyordu. En son yıkanmasının üzerinden uzun zaman geçmişti.
Dikkatlice toprak zeminden kalktı ve kapının yanında duran plastik gaz yağı şişesini aradı. O uyurken yağmur yağmış olmalı. Ayaklarının altındaki zemin nemliydi. Uzakta bir horoz sesi duydu. Ramirez’in horozu. Şafaktan önce her zaman köyde ilk öten o olurdu. Horoz sabırsız insanlar gibiydi. Şehirde yaşayan insanlar gibi, her zaman yapacak çok işi varmış gibi görünen ama asla kendi acil işlerinden başka bir şey düşünmeyen insanlar gibi. Köyde hayat böyle değildi: Burada her şey, hayatın kendisi gibi yavaş ilerliyordu. Beslendiğimiz bitkiler ağır ağır büyürken neden acele edelim ki?
Gaz yağı şişesini buldu ve ağzını kapatan kumaş parçasını çıkardı. Karanlığı dolduran nefesi daha da düzensizleşiyordu. Lambayı buldu, mantarı çıkardı ve dikkatlice gaz yağı döktü. Kibriti çaktı, cam kapağı kaldırdı ve fitilin yanmaya başlamasını izledi.
Sonra istemeye istemeye arkasına döndü. Bunu büyük bir acıyla yaptı çünkü onu neyin beklediğini görmek istemiyordu.
Duvarın yanındaki yatakta yatan kadın ölecekti. Uzun zamandır kendini onun iyileşeceğine ikna etmeye çalışsa da bunu artık biliyordu. Son ikna girişimi rüyasında olmuştu. Ama asla ölümden kaçamayız. Ne kendimizin ne de sevdiğimiz birinin.
Yatağın yanına çömeldi. Gaz lambası duvarlara huzursuz gölgeler saçıyordu. Ona baktı. Hâlâ gençti. Yüzü solgun ve çökük olmasına rağmen güzeldi. Karımı terk edecek son şey onun güzelliği olacak, diye düşündü gözleri yaşarırken. Alnına dokundu. Ateşi tekrar yükselmişti.
Bir karton parçasıyla yamalanmış kırık pencereden dışarı baktı. Henüz şafak sökmemişti. Ramirez’in horozu hâlâ yalnız. Keşke güneş doğmuş olsaydı, diye düşündü. Keşke sabaha kadar nefes almaya devam edebilse. O zaman beni gece yalnız bırakmamış olur.
Birden gözleri fal taşı gibi açıldı. Elini tuttu ve gülümsemeye çalıştı.
“Çocuk nerede?” diye sordu. O kadar zayıf bir sesle sormuştu ki onu zar zor anlayabiliyordu.
“Kız kardeşimin evinde uyuyor. Böylesi en iyisi,” diye yanıtladı.
Kadın aldığı cevapla rahatlamıştı. “Ne zamandır uyuyorum?”
“Saatlerdir.”
“Bütün bu zaman boyunca burada mı oturdun? Dinlenmelisin. Birkaç gün içinde, burada daha fazla yatmama gerek kalmayacak.”
“Uyuyordum,” diye yanıtladı. “Yakında yine iyileşeceksin.”
Yalan söylediğini, bir daha asla ayağa kalkamayacağını bilip bilmediğini merak etti. İkisi de çaresizlik içinde birbirlerine yalan mı söylüyordu? Kaçınılmazı kolaylaştırmak için miydi bu?
“Çok yorgunum,” dedi.
“İyileşmek için uyumalısın,” diye yanıtladı, aynı anda yüzünü görmemesi için başını çevirerek. Çok geçmeden şafağın ilk ışıkları içeri sızdı. Yine bilincini kaybetmişti. O kadar yorgundu ki artık düşüncelerini kontrol edemiyordu.
Dolores’le 21 yaşındayken tanışmıştı. O ve kardeşi Juan, karnavalı görmek için Santiago de los Treinta Caballeros’a giden uzun yoldan yürüdüler. Yaşça daha büyük olan Juan, şehre daha önce bir kez gelmişti. Ama bu Pedro’nun ilk seferiydi. Oraya varmaları üç gün sürdü. Tek öküzün çektiği bir arabaya binerek ama genelde yürüyerek birkaç kilometre yol aldılar.
Sonunda hedeflerine ulaştılar. Bir şubat günüydü ve karnaval tüm hızıyla devam ediyordu. Pedro büyük bir şaşkınlık içinde cafcaflı kostümlere ve korkunç görünen şeytan ve hayvan maskelerine bakmıştı. Bütün şehir binlerce davul ve gitarın ritmiyle dans ediyordu. Juan onu caddelerde ve ara sokaklarda gezdirdi. Geceleri Parque Duarte’deki banklarda uyudular. Pedro, Juan’ın kalabalığın içinde kaybolmasından korkuyordu. Anne ve babasını kaybetmekten korkan bir çocuk gibi hissediyordu. Ama belli etmedi. Juan’ın ona gülmesini istemiyordu.
Son akşamlarında Juan kostümlü, dans eden insanların arasında aniden ortadan kayboldu. Ayrılırlarsa buluşacakları yer konusunda anlaşamamışlardı. Pedro bütün gece Juan’ı aradı. Şafakta Plaza de Cultura’daki çeşmenin yanında durdu.
Yanına kendi yaşlarında bir kız oturdu. Gördüğü en güzel kızdı. Kız sandaletlerini çıkarıp ağrıyan ayaklarını ovuştururken onu izledi. Göz göze geldiklerinde utanarak gözlerini indirdi.
Dolores’le böyle tanışmıştı. Çeşmenin yanına oturdular, konuşmaya başladılar. Dolores temizlikçi olarak iş arıyordu ve bunun için zengin bir mahallede evleri dolaşıyordu ama iş bulamamıştı. O da bir çiftçinin çocuğuydu ve köyü Pedro’nunkinden çok uzakta değildi. Şehirden birlikte ayrıldılar, yemek için muz ağaçlarını yağmaladılar ve köyüne yaklaştıkça daha yavaş yürüdüler.
İki yıl sonra evlendiler, Pedro’nun köyündeki küçük bir eve taşındılar. Pedro şeker tarlasında çalışırken Dolores sebze yetiştirip sattı. Fakirdiler ama mutluydular.
Sadece bir şey olması gerektiği gibi değildi. Üç yıl geçmesine rağmen Dolores hâlâ hamile kalmamıştı. Bundan hiç bahsetmediler ama Pedro, Dolores’in artan kaygısını hissetti. Pedro’ya söylemeden, yardım istemek için Haiti sınırında bazı medyumlara gitti.
Sekiz yıl geçti. Sonra bir akşam Pedro şeker tarlasından dönerken Dolores'le karşılaştı ve hamile olduğunu öğrendi. Evliliklerinin sekizinci yılının sonunda bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Pedro çocuğunu ilk gördüğünde, annesinin güzelliğini miras aldığını hemen anladı. O akşam Pedro köy kilisesine gitti ve annesinin ona verdiği bir miktar altın takıyı kiliseye bağışladı. Sonra o kadar yüksek sesle ve hararetle şarkı söyleyerek eve gitti ki karşılaştığı insanlar çok fazla rom içtiğini düşündüler.
Dolores uyuyordu. Daha hızlı nefes alıyordu. Huzursuzca kıpırdandı.
“Ölemezsin,” diye fısıldadı Pedro, artık umutsuzluğunu kontrol edemeyecek durumdaydı. “Ölüp beni ve çocuğumuzu bırakamazsın.”
İki saat sonra her şey bitmişti. Kısa bir an da olsa nefesi tamamen sakinleşti. Gözlerini açtı ve ona baktı.
“Kızımızı vaftiz etmelisin,” dedi. “Onu vaftiz etmeli ve onunla ilgilenmelisin.”
“Yakında iyileşeceksin,” diye yanıtladı. “Onu birlikte vaftiz edeceğiz.”
“Artık yokum,” dedi ve gözlerini tamamen kapadı.
İki hafta sonra Pedro, kızını sırtında bir sepet içinde taşıyarak köyden ayrıldı. Kardeşi Juan yolda onu takip ediyordu.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
“Yapılması gerekeni.”
“Kızını vaftiz etmek için neden şehre gitmeniz gerekiyor? Neden onu burada köyde vaftiz ettirmiyorsun? Kilisemiz bize iyi hizmet etti ve bizden önce de ebeveynlerimize hizmet etmişti.”
Pedro durup kardeşine baktı.
“Sekiz yıl çocuk bekledik. Sonunda kızımız geldiğinde Dolores öldü. Henüz 30 yaşında bile değildi. Ölmek zorunda kaldı. Çünkü biz fakiriz. Yoksulluk hastalıkları yüzünden. Şimdi büyük katedrale, tanıştığımız meydana döneceğim. Kızım buradaki en büyük kilisede vaftiz edilecek. Dolores için en azından bunu yapabilirim.”
Juan’ın cevabını beklemedi. O akşam geç saatlerde Dolores’in geldiği köye vardığında annesinin evinde durdu. Nereye gittiğini açıkladı. Yaşlı kadın üzgün üzgün başını salladı.
“Üzüntün seni çıldırtacak,” dedi.
Ertesi sabah erkenden Pedro yolculuğuna devam etti. Yürürken kızına Dolores hakkında hatırladığı her şeyi anlattı. Söyleyecek başka sözü kalmayınca yeniden başladı.
Pedro bir öğleden sonra ufukta yoğun yağmur bulutları toplandığında şehre ulaştı. Santiago Apóstol Katedrali’nin merdivenlerinde beklemek için oturdu ve geçen siyah giyimli rahipleri izledi. Ya çok genç görünüyorlardı ya da kızını vaftiz ettirmeye layık olamayacak kadar aceleleri vardı. Saatlerce bekledi. Sonunda yaşlı rahip katedrale doğru yavaşlayarak geldi. Pedro ayağa kalktı, hasır şapkasını çıkardı ve kızını uzattı. Yaşlı rahip hikâyesini sabırla dinledi. Sonra başını salladı.
“Onu vaftiz edeceğim,” dedi. “İnandığınız bir şey için uzun bir yol yürüdünüz. Bugünlerde böyle şeyler çok olmuyor. İnsanlar inançları için nadiren uzun mesafeler yürürler. İşte bu yüzden dünya böyle görünüyor.”
Pedro, rahibi loş katedrale kadar takip etti. Vaftiz kurnasına doğru ilerlerken Dolores’in yanında olduğunu hissetti.
“Kızın adı ne olacak?” diye sordu.
“Annesinin adı, Dolores olacak. Ve Maria. Dolores Maria Santana.”
Vaftizden sonra Pedro meydana çıktı, on yıl önce Dolores’le tanıştığı yere oturdu. Kızı sepette uyuyordu. Hiç kıpırdamadan oturdu, derin düşüncelere dalmıştı.
Ben Pedro Santana, basit bir adam. Tek mrasım yoksulluk ve amansız bir sefalet. Karımla birlikte yaşamama bile izin verilmedi. Ama kızımızın farklı bir hayatı olacağına yemin ederim. Onun için her şeyi yapacağım. Sana söz veriyorum Dolores, kızının uzun, mutlu ve değerli bir hayatı olacak.
O akşam Pedro, sevgili kızı Dolores Maria Santana’yla şehri terk etti. O zaman sekiz aylıktı.
Skåne
21-24 Haziran 1994
1
Kendini değiştirmeye şafak sökmeden önce başlamıştı.
Terslik çıkmaması için her şeyi en küçük ayrıntısına dek büyük bir titizlikle planlamıştı. Bu tüm gününü alabilirdi ve zamanını iyi kullanmak istiyordu. İlk olarak fırçayı alıp yüzüne doğru kaldırdı. Yerdeki kasetçalardan gelen davulun sesini duydu. Aynada yüzüne baktı. Sonra alnına ilk siyah çizgiyi çekti. Ellerinin titremediğini fark etti. En azından tedirgin değildi. Üstelik ilk kez savaş makyajı yapmasına karşın tedirgin olmayışı iyiydi doğrusu. Bu zamana değin kendini tüm haksızlıklardan kaçarak savunmuştu. Oysa artık tüm içtenliğiyle büyük bir değişim yaşamaya hazırlanıyordu. Elindeki fırçanın her darbesiyle eski yaşamını arkasında bıraktığını hissediyordu. Artık geriye dönüşü olmayan bir yoldaydı. Bu akşam oyun bir daha asla başlamamak üzere sona erecek, kendisi de bir savaşa katılacaktı. Ve insanlar ölecekti.
Odadaki ışık oldukça parlaktı. Işık gözlerini kamaştırmasın diye aynaları tam önüne yerleştirmişti. Odaya girip kapıyı kilitlemeden hiçbir şeyi unutmadığından emin olmak için son bir kez daha odaya bakmıştı. Her şey yerli yerindeydi. Yıkanmış fırçalar, boyaların konulacağı küçük porselen çanaklar, havlular ve su. Küçük tezgâhın hemen yanı başında da siyah bir örtünün üstünde sırayla dizilmiş üç balta, çeşitli bıçaklar ve göz yaşartıcı sprey kutularından oluşan savaş silahları duruyordu. Kesin olarak karar veremediği tek konu buydu. Şafakla birlikte bu silahlardan hangisini yanına alacağına karar vermesi gerekiyordu. Hepsini alamazdı. Yine de kendini değiştirmeye başlamasıyla birlikte hangi silahı alacağının da kesinlik kazanacağını biliyordu.
Yüzünü boyamak için tabureye oturmadan önce parmağının ucuyla baltalarına ve bıçaklarına dokundu. Daha keskin olamazlardı. Parmağını bıçaklardan birinin keskin ucuna dayayarak biraz daha fazla bastırma isteğine karşı koyamadı. Bastırmasıyla parmağın kanamaya başlaması bir oldu. Parmağını ve bıçağın ucunu havluyla sildi. Sonra da aynanın karşısına oturdu.
Alnını siyaha boyayacaktı. Sanki bu sırada beynini ikiye bölüp yaşamı boyunca kendisine acı veren anılarını ve kendisini küçümseyen tüm düşüncelerini dışarı boşaltıyordu. Daha sonra daireler çizerek yüzünü kırmızı ve beyaza boyayacak, ayrıca yanaklarını yılan benzeri desenlerle süsleyecekti. Bir hayvan olarak yeniden varlık bulacak ve bir daha asla insan gibi konuşmayacaktı. Eğer gerekirse dilini bile kesmeye hazırdı.
Değişimi tüm gününü almıştı. Akşamüstü saat altı civarında her şey tamamlanmıştı. Üç baltanın en büyüğünü de yanına almaya karar vermişti. Baltayı belindeki kalın, deri kemerinin arasına sıkıştırdı. İki bıçağını da kınlarına yerleştirmiş, göz yaşartıcı sprey kutularını ceketinin cebine koymuştu. Çevresine bakındı. Hiçbir şeyi unutmamıştı.
Son bir kez daha aynada kendini inceledi. Ürperdi. Sonra özenle motosiklet kaskını başına geçirdi, ışığı kapattı ve geldiği gibi yine yalın ayak odadan dışarı çıktı.
Dokuzu birkaç dakika geçe Gustaf Wetterstedt televizyonun sesini kısarak annesine telefon etti. Vazgeçemediği alışkanlıklardan biriydi bu. Yirmi beş yıl önce adalet bakanlığı görevinden emekli olmasından ve siyasi yaşamını geride bırakmasından bu yana televizyondaki haberleri zevk almadan ve tiksinerek izliyordu. Politikadan artık uzakta olduğu gerçeğini nedense bir türlü kabullenemiyordu. Bakanlığı sırasında, kamuoyunun gözünün önünde olan siyasi bir kişi olarak, en az haftada bir kez ekranda görünürdü. Televizyona her çıkışının sekreteri tarafından videoya alınması konusunda son derece titiz davranırdı. Şimdi bu video kasetler çalışma odasındaydı. Zaman zaman oturup yeniden izlerdi. Bunlar onun için kötü niyetli bir muhabirin sorduğu alaycı ya da beklenmedik sorular karşısında soğukkanlılığını yitirmeyen bir bakanı simgelediğinden kasetleri, büyük keyifle izlerdi. Bir yandan da habercilerden korkan diğer bakanlar gibi olmamanın verdiği üstünlük duygusunu yeniden yaşardı. Habercilerin beklenmedik sorularından korkan diğer bakanlar kameraların karşısında asla dimdik duramazlar, her zaman ezik olurlardı. Oysa o her zaman dimdik kalmıştı. Kimse onu tuzağa düşüremezdi. Haberciler asla onu ezememişler ve bunun sırrını da hiçbir şekilde çözememişlerdi.
Saat dokuzda haber özetlerini dinlemek için televizyonu açmıştı. Şimdi de sesini kıstı. Ahizeyi kaldırarak annesini aradı. Annesi onu çok genç doğurmuştu. Doksan dört yaşında olmasına karşın hâlâ aklı başındaydı ve alabildiğine enerjikti. Stockholm’ün merkezinde oldukça büyük bir evde tek başına yaşıyordu. Ahizeyi kaldırıp numarayı her çevirişinde telefonun açılmamasını dilerdi içinden. Yetmiş yaşını geçmiş olduğundan artık annesinin kendisinden daha uzun yaşayacağını düşünerek korkmaya başlamıştı. Onun ölmesini her şeyden çok istiyordu. Böylelikle sonunda yalnız kalabilecek, onu her gün aramak zorunda kalmayacak ve kısa süre sonra annesinin yüzünü bile unutabilecekti.
Annesini aradı. Sesi kısılmış televizyonda haberleri veren spikere baktı. Dördüncü çalışla birlikte annesinin sonunda ölmüş olabileceğinin hayalini kurmaya başladı. Sonra da annesinin sesini duydu. Onunla konuşurken sesinin olabildiğince yumuşak çıkmasına özen gösterirdi. İyi olup olmadığını, kendisini nasıl hissettiğini, o gün neler yaptığını sordu. Hâlâ ölmediği ortaya çıktığına göre bu konuşmayı elinden geldiğince kısa kesmek istiyordu.
Telefonu kapattı ama elini ahizeden çekmedi. Bu kadın asla ölmeyecek, diye geçirdi içinden. Ben onu öldürmediğim sürece de ölmeyecek.
Sessiz odada oturmayı sürdürdü. Dalgaların sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Kanepeden kalkarak denize bakan büyük balkonun camına yaklaştı. Alaca karanlığın baştan çıkarıcı bir güzelliği vardı. Geniş arazisinin altında uzanan kumsal bomboştu. Herkes televizyon karşısında oturuyor olmalı, diye geçirdi içinden. Bir zamanlar televizyon karşısına geçip benim habercileri nasıl köşeye sıkıştırdığımı izlerlerdi. O günlerde adalet bakanıydım. Aslında dışişleri bakanı olmalıydım ama nedense olamadım.
Perdeleri çektikten sonra karşısına geçerek iyi kapatıp kapatmadığına baktı. Ystad’ın doğusundaki bu evde elinden geldiğince dikkatleri çekmeden yaşamaya çalışmasına karşın zaman zaman bazı meraklı gözlerden kaçması kolay olmuyordu. Bakanlık görevinden ayrılalı yirmi beş yıl olmasına karşın tam anlamıyla unutulduğu söylenemezdi. Mutfağa giderek altmışlı yılların sonuna doğru gittiği İtalya’dan aldığı termosun içindeki kahveyi fincanına doldurdu. İtalya’ya Avrupa’ya yayılan terörizmin durdurulmasına ilişkin çalışmaların tartışıldığı bir toplantıya katılmak için gittiğini hayal meyal hatırlıyordu. Evin dört bir köşesinde bir zamanlar yaşadığı hayatın anılarına ya da kalıntılarına rastlamamak olası değildi. Sıklıkla bu eşyaları fırlatıp atmayı geçiriyordu içinden ama sonunda bu anıların anlamlarını yitirmeye başladıklarını fark etmişti.
Kahve fincanını alarak kanepeye döndü. Uzaktan kumandanın düğmesine basarak televizyonu kapattı. Karanlıkta oturarak geçen gününü düşündü. Sabahleyin aylık bir dergide çalışan gazeteci kendisiyle söyleşi yapmaya gelmişti. Kadın gazeteci ünlü kişilerin emekli olduktan sonra yaşamlarını nasıl sürdürdüklerine ilişkin bir yazı dizisi hazırlıyordu. Bu gazetecinin neden kendisiyle söyleşi yapmak istediğini bir türlü anlayamamıştı. Kadın, derginin fotoğrafçısıyla birlikte gelmiş, hem evin içinde hem de kumsalda birçok fotoğraf çekmişti. Kendisinin yaşlı ve kibar bir beyefendiyi simgelediğine karar vermişti. Yaşamında son derece mutlu olduğunu belirtmişti. Sessiz ve sakin bir yaşam sürdürdüğünü, dolayısıyla artık meditasyon yapmaya bolca zaman ayırabildiğini söylemiş, sonra da çekingen bir tavırla anılarını yazıp yazmama konusunu düşündüğünü sözlerine eklemişti. Kırk yaşlarında olan gazeteci kadın bu sözlerden çok etkilenmişti. Görüşme bittikten sonra onlara arabalarına kadar eşlik ederek arkalarından el sallamıştı.
Onlar gittikten sonra da tüm söyleşi boyunca gerçekle ilgili tek bir şey bile söylemediğini keyifle düşündü. Bu, onu hâlâ keyiflendiren bir iki şeyden biriydi. Gerçek ortaya çıkmadan yalan söylemek. Karşısındakini yanıltmak. Onca yıllık siyasi yaşamından sonra geride yalnızca yalanların kaldığını fark etmişti. Gerçeği yalanla gizlemek ya da yalanı gerçekle örtmek.
Kahvesini yudumladı. Keyif ve mutluluk tüm bedenine yayıldı. Akşamüstleriyle geceler onun en sevdiği zamanlardı. O anlarda geçmişe ait her şey sanki bir sis perdesinin arkasına gizlenirdi. Ama hiç kimse onun en önemli sırrını ortaya çıkaramazdı. Kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği sırrını…
Bazen kendini hem içbükey hem de dışbükey bir aynaya bakıyormuş gibi hissederdi. İnsan olarak da aynı belirsizliği yaşıyordu. Herkes onu emekli olmadan önce saygıdeğer ve yetenekli bir adalet bakanı, daha sonra da Skåne kumsalında uzun yürüyüşler yapan emekli biri olarak tanıyordu. İç dünyasından, orada kopan fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Hiç kimse onun çift karakterli olabileceğini aklına bile getirmemişti. Defalarca kralların, devlet başkanlarının huzuruna çıkmış, saygıyla eğilip onları selamlamıştı fakat içinden, keşke benim kim olduğumu ve sizler hakkında neler düşündüğümü bilseydiniz, diye geçirmişti. Televizyon kameralarının karşısına her geçişinde de, keşke benim kim olduğumu ve sizler hakkında neler düşündüğümü bilseydiniz, diye düşünmüştü. Ne var ki kimse bunları anlayamamıştı. Bağlı olduğu siyasi partiden, savunduğu düşüncelerden, birlikte olduğu insanların çoğundan nefret etmesi ve onları küçümsemesi onun sırrıydı. Bu sırrını da mezara kadar götürecekti. Tüm dünyayı görmüş, dünyadaki insani zayıflıklara tanık olmuş ve var olmanın anlamsızlığını gözlemlemişti. Ama onun bu düşüncelerinden kimsenin haberi yoktu. Kuşkusuz bu düşüncelerini asla yüksek sesle dile getiremeyecekti. Gördüklerini ve algıladıklarını başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hiç duymamıştı.
Bundan sonra olacakları keyifle düşündü. Ertesi günün akşamı saat dokuzu biraz geçe arkadaşları kurşungeçirmez siyah Mercedes’le evine geleceklerdi. Araba doğruca garaja girecek ve o da şu anda olduğu gibi perdeleri kapalı oturma odasında dostlarını bekleyecekti. Arkadaşlarının bu kez nasıl bir kız getireceklerini düşünürken heyecanlandığını fark etti. Son zamanlarda gereğinden fazla sarışın getirdiklerini söylemişti onlara. Bu kızlardan bazılarıysa büyüktü, yirmi yaşın üstündeydiler. Bu kez daha genç birini istemiş ve melez olmasını yeğlediğini belirtmişti. Arkadaşları bodrumdaki televizyonun önünde bekleşirken o, kızı alıp yatak odasına götürecekti. Şafak sökmeden önce herkes gitmiş olacak ve kendisi de ertesi hafta nasıl bir kız getireceklerinin düşünü kurmaya başlayacaktı.
Bunları düşünürken heyecanlanıp oturduğu yerden kalktı ve çalışma odasına gitti. Odanın ışığını yakmadan önce perdeleri kapattı. Kısa bir an için kumsalda birini gördüğünü sandı. Gözlüklerini çıkararak dikkatle baktı. Bazen gecenin geç saatlerinde kumsalda gezinenler evinin hemen altındaki boş alanda durup sohbet ederlerdi. Zaman zaman Ystad polisine ihbar etmesi ve kumsalda ateş yakıp gürültü yapan gençleri şikâyet etmesi gerekmişti.
Ystad polisiyle arası iyiydi. Her arayışında hiç zaman yitirmeden evine gelirler ve kendisini rahatsız edenleri alıp götürürlerdi. Bu tür ilişkilerinin bir zamanlar adalet bakanı olmasından kaynaklandığını düşünürdü. Sadece İsveç polis teşkilatında var olan kafa yapısını anlamakla kalmamış aynı zamanda da İsveç adalet mekanizmasının önemli kilit noktalarına yakın dostlarını da sistematik bir şekilde yerleştirebilmeyi başarmıştı. Bu, suç dünyasındaki ilişkileri kadar önemli bir noktaydı. Dostları arasında tek başlarına çalışanlarla bir örgüte bağlı olarak çalışan kişiler vardı. Bakanlıktan ayrılalı yirmi beş yıl olmasına ve bu sürede birçok şey değişmesine karşın hâlâ eski ilişkilerinden hoşnuttu. Özellikle her hafta kendisine değişik bir genç kız getiren arkadaşlarını çok seviyordu.
Kumsalda gördüğünü sandığı gölge aslında hayal gücünün bir yanılsamasından başka bir şey değildi. Perdeleri bir kez daha kontrol ettikten sonra hukuk profesörü olan babasından kalan çalışma masasının çekmecelerinden birini açtı. Çekmecedeki süslü, şık ve çok güzel olan deri albümü masanın üstüne koydu. Fotoğraf sanatının ilk günlerinden başlayıp bugüne kadar uzanan porno resim koleksiyonunu bir kez daha, hayranlıkla izlemeye koyuldu. Koleksiyonundaki en eski resim Paris’ten aldığı 1855 yılına ait gümüşlü levha üzerine çekilmiş bir fotoğraftı. Bu bir köpeğe sarılmış çırılçıplak bir kadının fotoğrafıydı. Başkaları tarafından bilinmeyen koleksiyonu, ilgi alanları aynı olan bir dizi erkek tarafından iyi biliniyordu. 1890’lı yıllara ait resim koleksiyonunu Ruhr’lu yaşlı bir çelik tüccarından satın almıştı. Yavaşça albümün plastik sayfalarını çevirdi. Çok genç modellerin bulunduğu sayfaları öyle hemen çevirmiyordu. Modellerin bakışlarında uyuşturucunun etkisi göze çarpıyordu. Fotoğraf sanatına neden dana önce başlamadığına her zaman yanar dururdu. Eğer daha önce başlamış olsaydı şimdi elinde eşsiz bir koleksiyon bulunacaktı.
Albüme baktıktan sonra yeniden çekmeceye kaldırdı. Arkadaşlarına, ölümünden sonra bu eşsiz koleksiyonu, bu tür resimlerin satışında uzmanlaşmış Parisli bir antikacıya vermelerini vasiyet etmişti. Resim satışından elde edilecek gelirle de genç hukuk öğrencilerine burs verilecekti. Ancak bu burs konusu ölümünden sonra kamuoyuna açıklanacaktı.
Masadaki lambayı söndürerek sessiz ve karanlık odada bir süre daha oturdu. Uzaktan gelen dalgaların sesi duyuluyordu. Bir kez daha motor sesi duyduğunu sandı. Yetmiş yaşın üstünde olmasına karşın hâlâ kendi ölümünü düşünemiyordu. ABD’ye yaptığı yolculuklar sırasında iki kez infaz odasında bulunmuştu; bunlardan birinde mahkûm elektrikli sandalyede, diğeriyse gaz odasında öldürülmüştü, insanların öldürülmesini izlemek ona garip bir zevk vermişti. Ama kendi ölümünü nedense düşünemiyordu bile. Çalışma odasından çıkarak oturma odasına gitti ve kendisine bir kadeh likör doldurdu. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Yatmadan önce her zamanki gibi deniz kıyısında kısa bir yürüyüş yapacaktı. Ceketini sırtına geçirdikten sonra eski kışlık ayakkabılarını giydi ve evden çıktı.
Dışarısı alabildiğine sessiz ve sakindi. Evini, komşularının evinden görünmeyecek şekilde inşa ettirmişti. Kåseberga’ya uzanan yoldan gelen trafiğin uğultusunu duydu. Bahçeden geçerek kumsala uzanan yolda ilerledi. Bahçe kapısının yanındaki lambanın yanmadığını fark edince canı sıkıldı. Kumsal onu bekliyordu. Elini cebine atarak kilitli bahçe kapısının anahtarını çıkarıp kapıyı açtı. Kumsala gitti ve suyun kenarında durdu. Deniz sakindi. Ufukta batıya giden bir geminin ışıkları görünüyordu. Ertesi gün kendisini ziyaret edecek genç kızı düşünerek pantolonunun fermuarını açıp denize işedi.
Hiçbir ses duymamasına karşın arkasında birinin durduğunu birden fark etti. Tüm bedeni korkudan kaskatı kesildi. Sonra da hızla arkasını döndü.
Karşısında duran adam bir hayvana benziyordu. Üstünde kısa bir şorttan başka bir şey yoktu. Yaşlı adam diğer adamın yüzüne dehşetle baktı. Karşısında gördüğü bu yüzün sakat mı yoksa bir maskenin altında gizlenmiş mi olduğundan emin olamadı. Şaşkınlık ve dehşet içinde karşısındaki adama bakarken adamın elindeki küçük baltayı gördü. Adam aslında cüceye benziyordu.
Avazı çıktığı kadar bağırarak bahçe kapısına doğru koşmaya başladı.